25 Ocak 2016 Pazartesi

Her İnsan Bir Devlettir; "DEVLET İNSAN İÇİN VARDIR"

HER İNSAN BİR DEVLETTİR
“DEVLET İNSAN İÇİN VARDIR”
Mustafa Nevruz SINACI
TBMM ve MİLLET-VEKİLLİĞİ
Türk milletinin kadim medeniyeti, milli kültür ve siyaset biliminde “medeni siyaset” denilen milli siyaset geleneğinin öznesi insan’dır. Buna göre: Evrende var olan her şey insan içindir. Şu hale nazaran, gerçekte her insan; Kâinatın atom’u ve bir “merkez varlık” sıfatıyla “nevi-i şahsına münhasır” devlettir ve kurumsal devlet “bu insan” için vardır. Dolayısıyla, bir takım kötü tohum ürünü, suiniyet sahibi, sureti haktan görünen insanlık düşmanlarının iddia ve iftira ettikleri gibi; Türk-İslâm ortak sentezi ve kadim geleneğinde, kesinlikle devlet değil; Sadece ve yalnızca “İNSAN” kutsaldır.
İNSAN’I YAŞAT Kİ; DEVLET YAŞASIN
Medeni siyasette İnsan; Dilediği dine inanmakta ya da inanmamakta serbest, yani lâik ve fakat “suç işleme özgürlüğüne” sahip değildir. Devlet cihazı olarak adlandırılan “hüküm ve hikmet” merciininse tek ve yegâne umdesi adalettir. Adalet, her şeye egemen RAB olan, yüce yaratıcı ALLAH (cc)’ın emir ve yasaklarına aykırı olamaz. Çünkü evrensel adalet ilâhi kanun, kuram, kural ve objektif ilkelerden ibaret olup; Âdetullahtır. Âdetullah ise, Allah'ın kanunu, yaratıcının sünneti anlamı ve önem derecesinde demektir ki, buna da Sünnetullah denir.        
Hakikatte insan, Yüce Yaratıcının Halifesi;
Yani yeryüzündeki vekilidir.
İnsan’ın şahsında, bütün mükevvenat (varlıklar, canlı-cansız her şey, yaratılmışların tamamı) tekevvün (vücut bulan, meydana gelen, şekillenen, var olan) eder. Yani; Hazreti Yunus Emre’nin “yaratılanı seveceksin, yaratandan ötürü” sözü, esaslı bir kuram, Güçlü bir öz’dür; İnsan denilen özne’nin açılımı, anlamı: Özelde ins, ünsiyet, meşveret ve muhabbet; Genelde ufuk ve felsefesidir. Mikro kozmos (küçük evren) bağlamında İnsan; Adalet ahlâkı, fazilet, kavram ve fiilde hak-hukuk üzerine kaimdir. 
Adalet, fazilet, hakkaniyet ve evrensel hukuk’a teslimiyet dâhilinde “ilkeli, namuslu, dürüst, onurlu, sorumlu, soylu ve üretken (yapıcı/yaratıcı/mucit/keşşaf) ” bir hayat sürmeyen mahlûklar “insan” olarak kabul ve telâkki edilemez. Bu nedenle İnsan ve İslâm barış, anlayış ve (evrensel yasaya) teslim kök’ünden gelir. Yani İnsan’ın yaşamı süresince görevi “evrensel adalet ve küresel barış” yasalarına uymak; Doğrudan ve aracısız olarak birey tarafından tayin ve tespit edilen, seçilen hükümetlerin (devletin) görevi:, Hâkim ve hükümran, sorumlu olduğu alanda evrensel adaletin, tam bir eşitlikle uygulanmasını (İnsan hakları, adalet, hukuk, yaşam boyutunda eşitlik ve kalıcı/sürekli barışı) sağlamaktır…
TÜRK SİYASET GELENEĞİ
İşte Türk siyaset geleneği, diğer bir deyişle “medeni ve/veya milli siyaset” bu manâ ve muhtevadan ibarettir. Dolayısıyla, kendine özgü, geleneksel tarihi karakteri, kadim ve orijinal yapısı nedeniyle, Cumhuriyet dönemi itibarıyla buna: Türk İnkılâbı denilmiştir. Türk İnkılâbı: 1700 yılından itibaren giderek yozlaşan, çürüyen, dejenere edilen; Türk-İslâm kültürü, siyaset ahlâkı ve medeniyetini önce durduran, duraklatan, müteakiben 200 yılda çökerten menfur bir süreci durduran, soylu bir “öze dönüş” (aslına rücu) hareketidir. (sistemde ‘devrim’ sözcüğü yoktur.) Umarım; Hakikatten gafil, açılım, sulta, cunta, dikta, vesayet gibi güdüm heveslileri bu hakikatleri dikkatle okur ve doğru algılarlar!…
TÜRK İNKİLABININ YÖNETİM İLKELERİ:
01- Türk milletinin idare şekli “kuvvetler birliği” esasına dayanır. Egemenlik birdir ve kayıtsız şartsız milletindir. Büyük Millet Meclisi, Türk milleti adına egemenlik hakkını kullanır. Yasama ve yürütme yetkisi TBMM’nde toplanır. Meclis yasama yetkisini bizzat kullanır. Yürütme yetkisini kendi arasından seçeceği Cumhurbaşkanı ile onun tayin edeceği Bakanlar Kurulu’na bırakır. Türkiye Cumhuriyeti mahkemeleri tarafsız, mutlak adaletli ve bağımsızdır. (Gazi Mustafa Kemal Atatürk 1935-Ulus Gazetesi)
02- Efendiler, uzmanlarca bilinen bir gerçektir ki, kanun koyucular (Milletvekilleri) bir takım seçkin özelliklere sahip olmak mecburiyetindedirler. O özelliklerden birincisi şudur: “Kanun teklif eden, kanun yapan, kanun koyan bir insan, insanlığın bütün hislerini, bütün ihtiraslarını herkesten daha çok anlamalı ve bilmelidir. Fakat nefsini herkesten fazla ve tamamen, bütün kapsamı ile bunlardan korumak kudret ve kabiliyetine sahip olmalıdır.” Bu seçkin özelliğe sahip olmayan insanlar, toplum için kanun yapmak (vekil olmak) hak ve yetkisinden men edilir. Çünkü Kanunlar hislere dayanarak ve uyularak yapılamaz. (1921-Söylev ve Demeçler, Cilt: 1 Sayfa: 193 + Atatürk’ü Anlamak, Behzat Şaşal, Anayurt-2004)
03- Milletvekili sıfatıyla vazife, salâhiyet ve sorumluluk mevkiinde beraber çalışacağımız arkadaşlarımızın geçen tecrübelerden de yararlanarak vazifelerini eksiksiz yapacaklarını ve özellikle:, “Milletvekilliği’nin, her tür düşünceden daha önemli, haysiyetli ve şerefli (vicdanı hür, irfanı hür ve nevi-i şahsına özgür) bir millet vekâleti” olduğunu ve bunun, resmi ve özel hayatta bile birçok manevi (sorumlulukları) ve belirli külfetleri bulunduğunu göz önünden uzak tutmayacaklarını kuvvetle ümit ederim. (1927-Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, Mustafa Kemal Atatürk, TİTE-Yay. Nimet Arsan)
04- İçinizde memleketi ve milleti en çok seven, aklına, ilmine, anlayışına, vicdanına en çok güvendiğiniz; Namuslu ve dürüst insanları (milletvekili) seçiniz. Bu sayede Meclis sizin arzularınızı yapmaya, lâyık olduğunuz refahı sağlama gücüne sahip olacaktır., Açık ve sağlıklı düşünmek, açık (saydam/şeffaf) ve tutarlı hareket etmek, bu suretle Türk’ün yüksek siyasi müessesesi, Cumhuriyeti yükseltmek... Bu görüşleri tartışanlar, asla, birbirine karşı değillerdir. Önemli olan bu görüşlerin başarılı olmasıdır. Milletin, hatalardan korunması için tek sağlıklı çözüm: Düşünce ve yaptığı işleriyle milletin güvenini kazanmış, siyasi bir partinin seçimde millete yol göstermesidir. (1927-Nutuk, Cilt: 2-1960)
TÜRK İNKİLABININ YÖNETİM İLKELERİ
05- İrade ve egemenlik milletin tümüne aittir. Demokrasi, milli egemenlik prensibinin esasıdır. Gerçekte, idare edenler “millet adına” egemenlik kullanırlar. O halde, devlette idare edenler demokrat olmalıdır. Hükümet prensibi de, adalet sevgisini ve ahlâk fikrini gerektirir.
Zira Cumhuriyet ve Demokrasi memleket aşkıdır. Millet aşkıdır. Aynı zamanda, babalık ve Analıktır. Hükümetlerin öncelikli görevi: Kişisel hürriyetlerin sağlanması, adalet ve barışın sürekli kılınmasıdır. (M. Kemal Atatürk)
06- Devlet adamı gelecek kuşakları düşünen (yüksek ahlâk, ilim, adalet, basiret ve beka sahibi) kişidir. Politikacı ise; Gelecek seçimleri düşünen (hırs ve ihtirasına zebun) kişi olarak tarif edilir. (Uğur, İsmet İnönü, s. 9-10)
07- “…bu yazılmamış olan ve milletin şuurunda yaşayan (evrensel adalet, milli kültür, medeni siyaset ve küresel barışa dair) kanunlara riayet etmeyen her meclis, her müessese ve her örgüt, nihayet dayandığı kanunların kendilerini müdafaa etmediğini görmeye mahkûm oluyorlar, olacaktır…” (Uğur, İsmet İnönü, s. 31-32)
08- Bir kanun kabul edilirken her birimiz şu veya bu fikirde bulunabilir, mücadele ederiz. O idareden sonra iktidarlar da değişir. Onu yapmış olanlar gider, biz geliriz, başkası gelir. Her mesuliyet alan adam, ondan evvelki hükümetin çıkardığı kanuna güvenerek işini, sermayesini getirmiş olanların, kendilerine kanunla temin ettirilmiş olan bütün haklardan endişe etmeksizin istifade etmeleri şarttır. Petrol kanunu mevcuttur. Mevcut olduğu gibi tatbik edilecektir. Yabancı sermaye ile kim memleketimize gelmişse emniyettedir. (Mehmet Turgut, Siyasetten Sahneler, B.Yay-1991 s.61)
09- Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsü mübalâatsızlığa (saygısızlığa) asla gelmez. 
Ben bu kürsüye her çıkışımda onun mehabetini (yüceliğini), Meclisin büyüklüğünü ve ehemniyetini duyarım. (Bilsel, İsmet İnönü: Büyük Devlet Reisi, s.ıv) “Vekillerin de, reis-i devletin de, herkesin de harekâtı, hattâ vaatları, hattâ retleri kanun, vazife, ahlâk kuyuduyla (kaydıyla, sınırları ile) çerçevelidir.” (İsmet İnönü’nün TBMM’ de Konuşmaları, 1920-1938, s.279) “Hürriyet, fakat anarşi değil, disiplin, fakat cebir değildi ve Meclis görüşmelerinde söz alanlar bu ilkeye özen göstermeliydiler. (Asım Us’un Hatıra Notları: 1930’dan 1950 Yılına Kadar Atatürk ve İsmet İnönü Devirlerine Ait Seçme Fıkralar, s.331)
10- Meclisin, müzakerelerinde özgürlükle (kürsü masuniyeti ile sınırlı) sorumluluk arasında bir denge kurulmalıdır. Müzakerelerde, anarşiye gitmeyecek surette serbesti, cebre gitmeyecek surette disiplin olması gerekir. (Asım Us, Hatıra Notları, 1930’dan 1950 Yılına Kadar Atatürk ve İnönü Dönemine Ait Seçme Fıkralar, s.331) Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin irşadından (öğreteceklerinden) istifade etmeli, hele onun salahiyetine çok dikkat ve riayet etmelidir. (İsmet İnönü’nün TBMM Konuşmaları, 1939 -1960, s. 124) Ordu ile millet arasında yakın duyguların beslenmesinde en tesirli örnek, TBMM ve üyelerinin davranışlarıdır. Meclisimizin orduya karşı tutumlarında büyük bir ilerleme olduğunu sevinçle kaydedebiliriz. (1960 sonrası) Geçmiş fırtınaların yanlış tefsirleri önemli ölçüde unutulmaktadır. Ordunun şerefini korumakta dikkatli olmak, ordu için en besleyici gıdadır. Buna karşı ordudan, millet savunmasında ödevinin ehliyetlisi olmak, milletin istediği tek karşılıktır. (İsmet İnönü., TBMM Konuşmaları, 1961-1973, s. 806-807) “... Ordu temizdir, ordu hiçbir vesile ile memleketine zarar getirecek bir harekete vasıta kılınamaz. Türk ordusunun geleneği budur. Bunu daima ispatlamıştır. Türk ordusunun, milletin istemediği bir harekette bir sergüzeştçinin peşinde gittiğini kimse görmemiştir. (Age., s. 428)
KISSA’DAN HİSSE:
Bu kurallar, Cumhuriyet’i taşıyan; demokrasi, adalet, insan hakları ve hukuku ebed-müddet kılan ilk’ler; Temeller ve binlerce yıllık devlet geleneğimizin miyarı (ölçüsü, kriteri) ve çimentolarıdır. Milletin Vekilleri & tüm yetki ve sorumluluk sahipleri; Devleti İdareye lâyık, halkın itimadına mazhar; Kıdem, ehliyet ve liyakat sahibi, “namuslu, dürüst, üretken, ilkeli, adil, onurlu ve sorumlu” olmak zorundadırlar. Yukarıdaki ilkeler devlette yürürlükte, hükümette hâkim ve hükümran değilse!.. "Şark kurnazlığı, dönme ve devşirmelerin Bizans oyunları ile kifayetsiz muhteris bedhahların icraya çöreklenmiş ve siyaset fazilet olmaktan çıkmış demektir." Böyle bir şeamette Meclis tefessüh etmiş (çürümüş / bozulmuş / yozlaşmış); hükümetler acze düşmüş; demokrasi dumura uğramış; Yargı, adalet, hukuk, emnniyet / güvenlik ve denetim ‘tarafsızlık ve bağımsızlığını” yitirmiş demektir!.

11 Aralık 2015 Cuma

18 Haziran 2015 Perşembe

ŞEHR-İ MÜBAREK RAMAZAN "Sahur-İMSAK Çelişkisi ve İlâhi Hakikat" Mustafa Nevruz SINACI

SAHUR-İMSAK ÇELİŞKİSİ VE İLÂHİ HAKİKAT
Mustafa Nevruz SINACI
            Eğer nasip ve müyesser olursa inşallah bu hafta; Hazreti Âdem Ata’mızdan günümüze değin, peygamber gönderilen bütün kavimlere (ümmetlere) farz olan mübarek Orucu tutmaya; Ramazan ayını idrake.; Bu kutsal ayın feyiz, rahmet, hikmet, sağlık ve medar-ı şifa bereketini yaşamaya; İnsanlık/İslâm âleminin en faydalı ibadetlerinden Şehri Ramazan’a başlayacağız.
            Eğer Yakup’un çocukları Tevrat’ı, Hazreti İsa’yı çarmıha geren sapkın İsrail oğulları da İncil’i tahrif, İblisin söylemleri ile tezyif ve Rab’in ayetlerini tekzip etmeselerdi; Ramazan ayında bütün ehli kitap oruçlu olacaktı. Dolayısıyla bu yüksek rahmet, ulûhiyet ve bereketten gayri Müslimler ne yazık ki yararlanamayacak ve çok büyük bir nimetten mahrum kalacaklar. 
            Ancak; Kâinatın en yüce ilmine mazhar ve İslâm’ın ekmeli (Âl-İmran 19) Hatem-ül Enbiya ile müyesser Müslümanların önemli bir meselesi var. Şu anda dünyanın en fakir, geri kalmış, az gelişmiş, küffara 12 yılda 10 milyon Şehit veren; Başta Nyanmar putperetsliğinin Arakan bölgesi olmak üzere:, Doğu Türkistan (Çin), Afrika, Irak ve Suriye’de, insan aklının alamayacağı; Hiçbir vicdanın kabul edemeyeceği bir şiddet, şeamet, baskı, eziyet, zulüm ve soykırıma maruz; Diri, diri yakılan ve esir pazarlarında satılan milyonlarca Müslüman var.
            Buna mukabil, sözde İslâm ülkelerinin (İslâm’a aykırı olmasına rağmen) Firavundan intikal Kralları, Yezitten mülhem Sultanları, Nemruttan mütevaris ifrit-iblis devlet başkanları ve müstebit Başbakanlarının istibdadı küffara rahmet okutacak derecededir. Üstelik sair ehli kitap ve umum küffarın idarecileri oldukça mütevazı, kendilerince dürüst, yalandan-talandan uzak, hak’sızlık/yolsuzluk yapmayan kimseler iken; Yukarda bahse konu İslâm düşmanlıkları malûm Müslüman ülke yöneticileri ise Karun Kâfirini kıskandıracak derecede zenginler!..
            Üstelik bu zenginlikleri haram (gasp-irtikap, HAK’sızlık ve yolsuzluk ürünü), sözleri yalan-yanlış, kendileri hırs, ihtiras, ahlâki zafiyetle malûl kifayetsiz muhterislerdir. Bunlardan Hak, adalet, eşitlik, ilim, ahlâk, barış ve hukuku hâkim kılanları tenzih ederim. Velâkin, İslâm ülkelerinde yaşanan hak’sızlık, yol’suzluk ve suçlarla mücadele etmedikleri, kötüleri şiddetle cezalandırmadıkları için suçludurlar. (Hak’sız: Allahsız, dinsiz, imansız, kâfir demektir.) İşte bu nedenle İslâm âlemi sıkıntılı; Dünya Müslümanları ise ekseriyetle mezalime maruzdur!..              
MESELÂ SAHUR, İMSAK VE SABAH MESELESİ
            Diyanet İşleri Başkanlığı’nca izin verilen günümüz takvimleri ve imsakiyelere göre: Bu yıl Oruç’un ilk günü 18 Haziran 2015 Perşembe, imsak: 03.15, güneş: 05.13, Akşam/İftar: 20.28.. Yani bu demektir ki! Bu Ramazan Oruca gece 03.15’de başlanacak ve akşam 20.28’e kadar: Tam 17 saat 13 dakika oruç tutulacaktır. Üstelik Haziran ve Temmuz sıcağının yakıcı etkisi ve en uzun günlerin dayanılmaz baskısı altında. Üstelik haksız ve gereksiz yere!..  
            Şehri Ramazan’ın sonu 16 Temmuz 2015 – Perşembe günü de durum aynı. İmsak: 03.34. Güneş (Sabah): 05.26, akşam: 20.25!.. Başlangıca göre 19 dakika uzama ve akşama nazaran 2 dakika kısalma! Sonuçta 30 günlük süre içinde değişim sadece: 17 dakika. Yani, fark eden bir şey yok. Eğer, Allahın âyetle ile ilgisi olmayan Diyanet imsakiyesine uyarsak yandık. Yani kutsal bir ibadet, işkenceye dönecek demektir!.. 
            Peki; Oruca Başlama Vakti Kur-an’a Göre Nasıl Olmalı?
            Bakara Suresi 183: “Ey iman sahipleri! Oruç sizden öncekilere yazıldığı gibi, sizin üzerinize de yazılmıştır. Bu sayede korunmanız umulmaktadır.” Anlaşılıyor ki oruç bizlerin korunması maksadıyla çok hayırlı bir ibadet olarak emredilmiştir. Böylece Allah bizler için faydası olan oruç konusunda kuranda çok detaylı bilgi vermekte ve özellikle: Üstelik yemin ederek ‘bu dini sizler için kolaylaştırdım’ demektedir. Sahur, İmsak ve Oruca kolaylık getiren Ayet ise (Bakara 187): “Tan yerinin, beyaz iplik siyah ipten sizce seçilinceye kadar yiyin için, sonra da orucu gece oluncaya değin tamamlayın..” Nasıl ki, akşam güneşin batması ile iftar ediliyorsa; Makul zamanda Sahura kalkılarak, gün ışımadan, sabaha en yakın zamanda imsak (kapama-niyet) ile orucun bağlanması gerekmektedir.
            Dolayısıyla bu Ramazanda Ezanla sahura kalkıp; 45 dakika içinde imsak yapmalıdır.      
Zira beyaz iplik ve siyah iplik karanlık ve aydınlığın buluşma noktasını temsil eder. Burada güneşin doğmuş olması bahis konusu değildir. Böyle olsaydı Âyette güneş doğduğu zamana kadar denirdi. Öyleyse örnek olarak verilen fecr vakti ne zaman olabilir? Örnekten anlaşılan şu: Gecenin bitişi, gündüze ilk adım vakti ve karanlığın artık gün aydınlanmasıyla baktığımız şeylerin fark edilme anıdır. Kaldı ki eğer Allah, “dini sizler için kolaylaştırdım” diyorsa, kullarını saniyelerle sınırlı bir oruca asla mahkûm etmez.
Şu hale nazaran, Sahura (normal vaktinde okunması gereken) sabah ezanından bir saat önce kalkılabilir. (Zaten, Ramazanda Ezanlar, tam da sahura kalkma zamanına çekilmektedir.) Rabbin Ayeti gereği: “Tan yerinin beyaz iplikle siyah ipliğin (çıplak gözle) seçilinceye kadar” yenilip içilir. Sabaha en yakın vakitte de niyet edilerek günün orucuna başlanır. Aksi takdirde, milyonlarca insanı çok erken vakit oruca başlatmak, büyük bir gaflet, cehalet ve hıyanettir ki, bunun vebali büyüktür. Hesabı verilebilir mi bilinmez!.
Dahası: Güneşin tamamen batıp havanın karardığı anın, “gündüzün geceye geçiş anı” olduğunu bilmişiz de, neden zifiri karanlıkta orucu başlatmak isteriz? Bu yaman çelişki niçin? Akşam Ezanının okunduğu vakti hatırlayın, gecenin zifiri karanlığı değil, ama zahir olmaya başladığı ilk zamanlardır. İşte Rabbimiz oruca başlama vaktini (verdiği örnekte olduğu gibi), “baktığımızda beyaz ile siyahın fark edildiği zamanı” çok net tarif etmesine rağmen, birileri kendi düşüncelerini “Kur-an’dandır diyerek” Allah’ın emirlerini görmezden gelmiş. Yetki ve sorumlu Diyanet İşleri Başkanlığı da seyirci kalmıştır. Durum bu!. Allah ümmileri affetsin.
KONUYU BİRAZ DAHA AÇALIM
            Sahur Ramazan gecesinde, oruç tutmak niyetiyle kalkıp; bu maksatla kalkmaya, yiyip içmeye denir. Hadîs-i şerifte "Sahura kalkın, çünkü onda bereket vardır" buyrulmuştur. İmsak ise yiyip içmeye son vermek, oruca fiilen başlamaktır. Sahur; İftar yemeğinden sonra kişinin yeniden yiyip içecek hale gelmesi ile gerçekleşir. Bunun belli bir saati yoktur; ancak tutulacak oruca medar olsun, oruçlunun açlık ve susuzluk çekeceği zaman asgarîye insin diye “sahurun mümkün olduğu kadar geciktirilmesi”, iftarın ise vakit girer girmez yapılması tavsiye edilir.
            Sahurun son vakti, tan yerinin ağarmaya başlamasıdır. Bu vakte ‘fecr-i sadık’ denir.
            Sahur bitince başlayan zaman imsak’tır. Yani İmsak, sahurun bittiği ve orucun fiilen başladığı andır. Kuran-ı kerim, "Tan yeri ağarması sebebiyle tarafınızdan siyah ip beyaz ipten iyice ayırt edilinceye kadar yiyin ve için" (Bakara: 2/187) buyurmaktadır. Burada geçen siyah ipten gecenin karanlığı, beyaz ipten de, doğu ufku boyunca beyaz bir ip gibi başlayıp, sonra kalınlaşarak yayılan tan ışığı kastedilir. Günümüzde tan olayının başlaması; yani sahurun sona ermesi ve İmsak vakti hesapla daha önceden belirlenmekte, takvimlere yazılmaktadır. Ancak, bu takvim ve imsakiyeler genellikle yanlış, ihtilâflı ve çok tartışmalı ve ilgili âyete aykırıdır!
            Oruca Başlama ve Takvimlerimiz:
            Oruca ikinci fecrin doğmasıyla, yani sabaha en yakın vakitte başlanıp; Akşam güneş batıncaya kadar devam edilir. Güneşin ufukta kaybolmasıyla iftar edilir. Dağlıkta, dağların üzerinden güneş ışıklarının çekilmesi beklenir. Sabaha doğru doğu ufkunda iki çeşit ağarma olur. Birincisine, 'fecr-i kâzib' yani 'yalancı tan' denir. Bunun dinen bir hükmü yoktur.
            İkinci fecir: Doğuda gökle yerin birleştiği çizgi boyunca yayılan aydınlık; Tan yerinin ağarmaya başlamasıdır. Bu anda Sahura son verilip oruca başlanır. Aynı anda “sabah namazı” vakti de girmiş olur. Bunda bütün mezhepler ittifak etmişlerdir. Ayrıca Diyanet İşleri Bşk.lığı Din İşleri Yüksek Kurulu 21 Ocak 1982 günlü kararıyla; Uygulamalarda görülen bazı bid’at ve yanlışlıkları kısmen düzeltmiş, saptanan yeni olumsuzlukları da düzeltme yoluna girmiştir.  
            Umarım Sahur ve İmsak konusu da ivedilikle düzeltilir; 17 saat oruç zulmü sona erer!
            NETİCE OLARAK:
Özellikle, ORUÇ ayının yaz dönemini kapsayan uzun ve sıcak günlere denk geldiği yaz aylarında fark edilen “Sahur ve İMSAK” konusunda vaki ve hali hazır ısrarla sürdürülen inat ve yanlışlık acilen ele alınır; Asgari 1.5-2 saatlik hata düzeltilir, milyonlarca Müslüman eziyet, zulüm ve Hak’sızlıktan kurtarılır. Sırf bu nedenle (hastalık, yaşlılık, güçsüzlük, zayıflık ve sair sebeplerden dolayı) oruç tutamayanlar da, böylece oruçlarını tutarlar inşallah...

1 yorum:

AHMET NEDİM KAYA dedi ki...
Biliyorsunuz ki gerçekleri söylemek herkesin harcı değildir.
Önce doğruyu bulmak ve öğrenmek, sonra hakikatı cesaretle söylemek, yazmak ve tebliğ etmek, çağımızdaki İslam Dünyası'nın maalesef en büyük korkusu, cahilliği, tembelliği ile iman ve inanç eksikliğidir.
(Yalnız Fizik profesörlerimizede öğlen tatili yapmak hakkını çok görmeyin !)

Konu mademki İmsak, Sahur ve İftar vakitlerinin tespit ve tayinidir, onlara Ebul-İz , İbn-i Sina ve Astronomi alanındaki buluşları ile günümüzde dahi bilgilerinden, tabiiki maalesef başta batılı dediğimiz Hristiyan aleminin faydalandığı üstün insanları hatırlatmakta yarar görüyorum.

Astronomi alanındaki Müslüman Bilim Adamları ve Buluşları
-Maaşallah (? – 815) meşhur islam astronomlarındandır.
-Battani (858 – 929) dünyanın en meşhur 20 astrononumdan biridir.
-Ebu’l Vefa (940 – 998) meşhur bir astronomi bilginidir.
-İbni Yunus (? – 1009) Galileo’dan önce sarkacı bulan astronomdur.
-Beyruni (973 – 1051) dünyanın döndüğünü ilk bulan bilim adamıdır.
-Cabir Bin Eflah (12. yüzyıl) ortaçağın en büyük astronomlarındandır.
-Necmeddinü-l Mısri (13. yüzyıl) çağının ünlü astronomlarından.
-Bitruci (13. yüzyıl) Kopernik’e yol açan, öncülük eden astronomi bilim adamıdır.
-Kadızade Rumi (1337 – 1430) çağını aşan büyük bir astronomi bilgini. Türklerin ilk astronomudur.
-Şemsettin Halili (? – 1397) büyük bir astronomi bilginidir.
-Uluğ Bey (1394 -1449) çağının en büyük astronomu, ünlü bir alim ve hükümdardı.
-Ali Kuşçu (? – 1474) ünlü bir Türk astronomi bilginidir.
-Takiyyüddin Er Raşit (1521 – 1585) İstanbul Rasathanesi’ni ilk kuran, çağından çok ileride ve asrın önde gelen astronomi alimidir.

-Astronomi alanındaki diğer meşhur İslam Alimleri: Muhammed Bin Musa (9. yüzyıl), Dinaveri (815 – 895), Sabit Bin Kurra (? – 901), Macriti (? – 1007), Zerkali (1029 – 1087), İbni Rüşd (1126 – 1198), Nasirüddin Tusi (1201 – 1274), Kazvini (1203 – 1283), Kemaleddin Farisi (? – 1320), Seyyid Ali Reis (? – 1562)

İnsanı kahreden ise, Batılı dediğimiz milletler bu bizim Müslüman Alim’ lerimizi yaklaşık 1000 senedir takip eder ve müslüman bilgilerini kendilerine mal eder ve yayımlarlar, bizde 150 sene sonra batı ne yapmış diyerek onları takip etmeye çalışırız, veya rüşvet almak vermek konusunda garip garip fetvalar veririz.
Yasin Suresi, Ay, Güneş ve Kainatın yapısını ve belirlenmiş yörüngeleri üzerinde sistemlerini bozmadan ama hergün değişik konumlar almalarını anlatır. Bize bu bilgi ne amaçla veriliyor acaba ?
Selam ve saygılar
Ahmet Nedim Kaya

25 Mayıs 2015 Pazartesi

Seçim Kutsal; Cumhuriyet, Demokrasi ve Lâiklik İnsanlık Onuru; OY ve SANDIK Namustur.

Namuslular da, EN AZ "namussuzlar kadar" cesur, atılgan, çalışkan ve sağlam; Bilhassa çok onurlu, mutlak sorumlu ve her daim bilinçli, "farkında" olmalıdırlar!..

Her derece ve düzey SEÇİM'lerde; Seçim sürecinin en onurlu biçimde; Eşit, adil, saydam ve dürüst işlemesini sağlayamayan; Sandığa var gücüyle sahip çıkmayan; Seçim öncesi hazırlık dönemi ve sandık başı ile seçim sonrası hile-desise, alçaklık ve nitelikli sahtekârlıklara karşı "YETERLİ VE GEREKLİ" önlemleri almayan ve "ta ki, gerçek, adalet ve hakikat tecelli edinceye kadar" tam bir dirayet, yüksek irade ve faziletle hukuk mücadelesi vermeyen Parti "keellem yekün yok", mensupları ve bilhassa sorumlu yöneticileri onursuz, sorumsuz, namussuz, insanlık, adalet, hukuk ve millet düşmanı hükmündedir!... 
ÇÜNKÜ!.. 
"Hüküm ve Hikmet, sadece ve yalnızca ADALET ile kaim ve mümkündür"
B İ L İ N E  

5 Mayıs 2015 Salı

Ermeni (Yunan, Bulgar, Sırp, Arap, Çin) Mezalimi ve Dâhili Bedhahlar!..

Ermeni Mezalimi ve Dâhili Bedhahlar
Mustafa Nevruz SINACI
Yüz yıllık kuyruklu yalan, kirli iftira ve iğrenç furya!.. 24 Nisan 2015 günü de (her yıl olduğu gibi, tekrar) menfur bir kör iddia, inkâr maskesi ve timsah gözyaşları numarasıyla tam bir hayâsızlık, ahlâksızlık ve mürailikle:, “hepimiz Ermeni’yiz” ilenmeleri biçiminde, necip Türk Milletinin sinesi, memleketin Şüheda toprağının barış ikliminde “ihanet çığlıkları atıp (Tanınma, Tazminat ve Toprak) tehditleri savurarak” sökün etti!...  
Aynı gün Çanakkale’de anlamlı bir zaferin 100. yılı, ezeli baş düşman büyük Britanya İmparatorluğunun iştiraki ile anıldı. Günlerden Cuma. Bütün Cami şeriflerde üç aylar konulu hutbeler irad ediliyor; Bilumum vahşi batılı vampir, yarasa, kene ve sülük (emperyalist) illeti, İblis, Ebu Cehil, Şeytan şürekası, fetret anıtlarında kin kusar; Alçakça uydurulmuş yalanlarla kirletilmiş meydanlarda tehditler savurur, bazı haçlı Kiliseleri ve işbirlikçi Havralarda hamasi merasimler icra edilirken.; Bizim ‘merhametten maraz doğar’ kabilinden zincirleme ihanetlere maruz, kalleşlik, alçaklık, cinayet, şeamet ve plânlı soykırımlardan mağdur ülkemizde, ibadet şuuru konulu vaazlar ve Çanakkale’de tören var!..
Adama sorarlar: Senin Diyanet İşleri Başkanlığın ne iş yapar?
El İman, minel Vatan umdesi ile kaim İslâm’ın âlimleri nerde?..
Şu hale bakın…
Ne müthiş bir ironi!..
Bir yanda soykırım yalanı; Nefret, fetret, baskı, tehdit ve haçlı çığlıkları;
Diğer tarafta bedhah gafleti, Endülüs Rehaveti ya da dönme-devşirme muhabbeti!..
Hani 1937’de, malûm diyaspora menfurları İngiliz dolduruşuna gelip, ezeli ve sinsi düşmanlarının kalleş tuzaklarına düşerek, benzer söylemelere cüret etmek gafletine duçar olmuşlardı. Dönemin Türkiye Cumhuriyeti Cumhur Reisi Mustafa Kemal ATATÜRK derhal ve en ağır surette derslerini verdi. Ki, bu dersin etkisi, ta 27 Mayıs’a değin sürdü ve bu büyük kudret karşısında korkuyla sinip, seslerini kestiler. Lâkin 27 Mayıs kalkışması ile Atatürk’ün Anayasası ilga, Cumhuriyeti imha edildi. Hak, adalet ahlâkı, demokrasi, lâiklik ve hukuk rafa kaldırıldı. Devleti isyan, ihanet, kan ve kalleşlikle ele geçiren “karşı devrimci” Cumhuriyet düşmanı halk partisi şürekâsı, ilk önce, CHP içinde yuvalanan koza, kripto, dönme-devşirme, mason ve misyoneri legalleştirip ortalığa salıverdi.
Sonra, insan hakları, adalet-hukuk, huzur ve barış mabedi Türkiye Cumhuriyeti, Sivas Kampı ile birlikte ‘Kürt Sorunu’; Akabinde, sözde hak ve özgürlük istemlerine dayalı anarşi; Paralelinde ise, gerçekte 1921 Kars Antlaşması ile halledilmiş olmasına rağmen tam bir yalan, iğrenç furya ve iftira kampanyası biçimi hortlatılan (uyandırılan) ‘Ermeni soykırımı’ rüzgârı yaratıldı!.. Yetmedi, sinsice geliştirilip, CHP’nin makûs rahminde nevzuhur “anarşi, terör ve tedhiş” sorunumuz oldu. Arkasından Asala. İhanet, şer ve şeamet (siyaset) ortamı olgunlaşıp-uygunlaşınca, dönem istihbaratı kullanılarak PKK eşkıyası teşkil ve dönme-devşirme politik ACI’lar tarafından eğitilip-donatılarak teşekkül ettirildi!.. 
Düşman tahrik ediyor; Hakaret, alçaklık ve küstahlık dinmiyor…
Türkiye aleyhine düzen kuran ve dolap çeviren hainlere “DUR” denilemiyor!..  
Bu zaman zarfında Ermenistan okullarında Türk Bayrağına sürekli hakaret ediliyor, Şanlı Bayrağımız dünyanın gözü önünde cadde, sokak ve okul meydanlarında ayaklar altına alınıyor, şerefsizce, soysuzca çiğneniyor ve 20’ye yakın İslâm ülkesinde “Ermeni soykırım” abideleri.; Utanç, yalan, iftira ve ağlama duvarları dikiliyor; Çoğu ülkede Türklere atfedilen soykırımlar yalanları ders olarak okutulmakta; Başta Ermenistan olmak üzere, Suriye, Rusya, Yunanistan, Bulgaristan, İran, Irak, Lübnan, Suudi Arabistan ve Mısır’da “Ermeni soykırımı” dâhil, Türk ve Osmanlı hakkında bin türlü hakaret, yalan-dolan, fesat-furya, iftira ve uydurma “bilgi kirliliği” tarih diye okutuluyor...
Hem de Türk hükümetlerinin gözü önünde ve Hükümetin gözünün içine baka, baka!.
            Ta ki, 16 Şubat 1976 günü Beyrut B. Elçilik Başkâtibi Oktar Cirit, kalleşçe, hunharca bir cinayete kurban gidinceye dek! Bu hain cinayetle birlikte ASALA ortaya çıktı. Bu Ermeni örgütü, Türkiye’de huzursuzluğun zirve yaptığı 1979’dan itibaren, 21 ülkenin 38 kentinde 110 saldırı gerçekleştirdi. Alçakça katliamlarda 42 Türk diplomatı ile 4 yabancı hayatını kaybetti. 15 Türk ve 66 yabancı yaralandı. 1980’de ASALA taktik değiştirerek, PKK’nın öncü kuvveti oldu. 1984’de PKK çıktı. Bekaa ve Zeli kamplarında ASALA, PKK militanlarını eğitiyordu!
            NETİCE OLARAK;
Kamu Vicdanı ve Türk Milleti Soruyor:
24 Nisan’da niçin? Camiler, Okul ve meydanlarda Ermeni, Yunan, Rus ve Sırp zulmü kınanmadı? 1976 – 1979 döneminde Ermeni ASALA örgütü tarafından kalleşçe katledilen Türk diplomatlarının öcü ve intikamları niye alınmadı? Sadece 1913 - 1923 yılları arasında Doğu ve Güney Doğu Anadolu’da ‘Ermeni Soykırımına maruz kalan’ kin-kan, nefret, cinayet ve katliam kurbanı iki milyona yakın silâhsız, korumasız, mağdur, masum ve müsemma Türk-Müslüman toplu mezarlarında niçin birer anıt/abide yapılmadı?,
            Şu ana kadar resmen ve kamuoyunun gözü önünde yapılan binlerce kazıya rağmen; Bir tane dahi Ermeni toplu mezarına rastlanılmadığı, bütün dünyaya neden ve niçin hâlâ ilân edilmedi? Dünyanın Ermeni yalanlarına kanmasının sebeplerinden biri de bu değil mi?.. 
Nihayet; Türkiye Cumhuriyetinin Milli (!) Eğitim Bakanlığı, Atatürk ve Menderes döneminde müfredatlarda yer alırken.; 1963’den bu yana Ermeni, Yunan, Rus ve diğer ihanet şebekeleri tarafından Türk Milletine yapılan katliamlar, tehcirler, soykırımlar ve mezalimler “Neden ve Niçin” (Bazı AB ülkeleri, Ermenistan, Yunanistan, Bulgaristan, İran-Irak, Suriye, Lübnan gibi memleketlerde eğitim-öğretim sisteminde ağırlıklı olarak yer alırken) Türkiye Cumhuriyetinin her derece ve düzey okulları ile Üniversitelerinde ders olarak okutulmuyor?
Oysa sadece Ermeni mezalimi değil; Rus, Sırp, Yunan, Arap, Fransız ve sair tehcir, toplu katliam ve soykırımlarının mutlaka ve daima okutularak; Türk Gençliğine “Türk, İslâm ve İnsanlık düşmanları” ile bu menfurların, meş’um mezalimleri öğretilmelidir.   
Bu korkaklık, pasiflik, çekince, sinme, göz yumma ve taviz yarışı niye?
Bu yıl (2015) itibarıyla, EGE’de işgal ettiği Türk Adası sayısı 152’yi bulan, tescilli Türk düşmanı azgın, arsız ve edepsiz palikaryanın dersi ne zaman verilecek? Bu lânetli Rum artıkları had ve hudutlarını aşarak Pontus’u ihya ve İyonya’yı inşa etmeye kalkışıyorlar. Peki, kim bildirecek bu arsız keferelere hadlerini? Düşman kuduz köpekler gibi ürer, deli domuzlar misali dünyada karanlık kâbuslar yaratır ve kendi ürettiği kâbuslar içinde ulurken;
Türk’e savunmada kalmak hiç yakışır ve yaraşır mı?    
Kaldı ki, dış politikanın esası mukabele-i bil misil; Barışın şartı harbe hazır olmaktır.
Lâkin bu milletin, elli yıldır idarecileri hakikatten gafil, sünepe dalkavuk, korkak veya “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” akidesini “sıfır sorun” ütopyası kabilinden “ver kurtul” siyaseti mi sanırlar?.. Çünkü uluslar arası siyasette, alenen düşmanlığa “misliyle mukabele etmemek” korkaklık, alçaklık ve “kendi öz milletine karşı” haksızlık, yolsuzluk ve küstahlıktır.     
            Bırakın millet, düşmanından nefret etsin!..
Mezalimi unutmasın, acıları içine atmasın, yüreğine gömmesin.
            Çünkü Türk Milletinin düşmanları çok kalleş, olabildiğince alçak, ikiyüzlü, çifte standartçı, sinsi, içten pazarlıklı, gaddar, acımasız ve haindir.
            Namerde MERT yaraşır.
Domuz kurduna BOZKURT gerektir, mankurt değil!.. 

25 Mart 2015 Çarşamba

T.C. gidecek, A.Ş. gelecek!.. Mustafa Nevruz SINACI

T.C. gidecek, A.Ş. gelecek!..
Mustafa Nevruz SINACI
            Fikri sefalet, kara cehalet, menfur hırs ve ihtiraslarının zebunu; Adil, saydam ve dürüst olmaktan aciz, zavallı, “güdümlü kifayetsiz muhterislerin” tavan yaptığı ülkemizde çok garip, acayip ve tuhaf şeyler olmaya başladı. Meselâ; Yunanistan 2004 yılından bu güne 16 adamızı fiilen işgal etti, Genelkurmay dut yemiş bülbül gibi sessiz! Şanlı TSK (!)’nın gık’ı çıkmıyor.
Şer, şeamet, fesat ve tefrika ehlinin Kobani dedikleri Ayn El Arap’ta, her ne hikmetse Türk Bayrağı dalgalanıyor. Güneydoğu’nun neredeyse tamamında Türk askeri kışladan, Türk polisi karakoldan dışarı çıkamıyor. Buna mukabil eşkıya her yerde hâkim, anarşi, terör, tedhiş, zulüm, işkence, soygun, vurgun bölgede alçakça kol geziyor. Buralarda devlet yok. Hükümet, idari merci, adalet, özgürlük ve güvenlik adeta eşkıya ya emanet! Tam bir rezillik bu, insanlık dışı kepazelik ve utanç!.. Üstüne üstlük, bölgede hükümetin gücü, başta elektrik olmak üzere; Doğalgaz, su, internet ve telefon bedellerinin tahsiline yetmiyor. Batı’da yaptıkları gibi ‘baskı, icra-i takiple, ihbarla icbar etmek ve hizmeti kesmek’ yerine; İnsan hakları, adalet ve hukuka aykırı biçimde “namuslu-dürüst, onurlu ve sorumlu” Batı Anadolulu vatandaştan haksız tahsil cihetine gidiyorlar. Bunlar Devletin ve hükümetin yapacağı işler değil!..Çok ayıp ve kolaycı.
            AMA NE YAZIK Kİ MUHALEFET YOK!..
            Memleket adeta saldırganların, arsız, hırsız, yolsuz ve soysuzların serbest bırakılarak; Jandarma, asker, polis, hâkim ve savcı gibi adalet, hakkaniyet ve güvenlik unsurlarının “darp edilerek bağlandığı” biçimi tuhaf bir görünüm arz ediyor. Adil ve güçlü, haklılardan yana bir Anayasa akamete uğratılmış vaziyette, eskisi dâhil “en yeni, torbadan taze çıkmış yasalara” dahi uyulmadığı oluyor. Adalet, hakkaniyet, hukukun üstünlüğü, meşru özgürlük ve güvenlik, yedi’den yetmişe, doğudan batıya, bütün vatan satını şamil (kapsayan) bir eşitlik yok. Meselâ, Memurlar, işçiler ve emekliler arasında “Eşit işe eşit ücret” kuralı bitti. Hükümet erk’inin “hüküm ve hikmet” ehliyeti icabı olması zorunlu “Maaş, hak ediş ve ücretler arasında norm ve standart birliği” yok. Üretici-tüketici arasında (serbest rekabet ilkeleri korunmak kaydıyla) idame ettirilmesi zorunlu; “Aracı, tefeci ve komisyonculara %5 ile azami %20’den fazla kâr imkânı vermemek” suretiyle ana unsurların korunması ilkesi göz ardı edilmiş durumda!..
            Hâsılı devletin düzeni bozuk, hükümet ayar tutmuyor, muhalefet mel’un; Vatandaşın kahir ekseriyeti çaresiz; korkutulmuş, bastırılmış ve sindirilmiş vaziyette. İslâm ülkesi desen değil; zira hak, adalet ve hukuk yok. Cumhuriyet, Demokratik, Lâik Hukuk devleti hiç değil; Çünkü en başta memlekette etkili, güçlü ve belirleyici muhalefet, halka ait-halka dayalı kitle partileri, siyasi ahlâk ve siyasette “insan hakları, hukuk, eşitlik ve demokrasi”den eser yok.   
            İşte, tam da bu ortamda memleketin Cumhur Başkanı RTE (16 Mart 2015, Sözcü) yıllardır, “acaba ne zaman baklayı ağzında çıkaracak” kabilinden beklenen lâfı söyledi:  
T.C. gidecek, A.Ş. gelecek…” Haber başlığı aynen şöyle, metin aynen aşağıda:
“T.C. gidecek, A.Ş. gelecek (16 Mart 2015, Sözcü) RT Erdoğan'ın Balıkesir'de yaptığı konuşmasında "Türkiye anonim şirket gibi yönetilmeli" sözleri tepkilere neden oldu. Erdoğan, Başkanlık Sistemi’ni anlatırken ülkeyi bir “anonim şirket” gibi yönetmek istediğini ifade etti. Balıkesir’de konuşan Erdoğan şunları söyledi;
            “TÜRKİYE ANONİM ŞİRKET GİBİ YÖNETİLMELİ”
            “Yeni Anayasa ve Başkanlık sistemini geçmişten bu yana söyledim yine söylüyorum. Bu sistemde ısrar etmek milletimize haksızlık! Yeni Türkiye sizlerin Sivil toplum örgütlerinin işadamlarımızın ellerinde yükselecek. Sizden istirhamım Yeni Türkiye, Başkanlık Sistemi ve yeni anayasayı her fırsatta millete anlatın. Bir Anonim Şirket nasıl yönetiliyorsa Türkiye öyle yönetilmelidir. Yoksa bileklerine bağlıyorlar prangayı, yürü yürüyebilirsen... 400 milletvekili verdiğiniz zaman, yeni anayasa yapılacak ve başkanlık sistemi gelecek.”
            SARAY’INDAKİ PERSONEL SAYISINI ŞİMDİDEN KATLADI
            Ülkeyi şirket gibi yönetmek isteyen Recep Tayip Erdoğan daha şimdiden Saray’ındaki çalışan sayısını 2 bin 700’e çıkardı. Abdullah Gül döneminde bu rakam 718′di…
            PEKİ, ANONİM ŞİRKET NEDİR?
            Anonim şirket, sermayesi belirli ve paylara bölünmüş ve borçlarından dolayı yalnız malvarlığıyla sorumlu olan şirkettir. Tamamı esas sözleşmede taahhüt edilmiş bulunan sermayeyi ifade eden esas sermaye 50.000 Türk Lirasından ve sermayenin artırılmasında yönetim kuruluna tanınmış yetki tavanını gösteren kayıtlı sermaye sistemini kabul etmiş bulunan halka açık olmayan anonim şirketlerde başlangıç sermayesi 100.000 Türk Lirası’ndan aşağı olamaz. Bu en az sermaye tutarı Bakanlar Kurulunca artırılabilir. Anonim şirketin kurulabilmesi için pay sahibi olan bir veya daha fazla kurucunun varlığı şarttır.”
            DAHASI VAR
            Ülkemiz ve dünyada anim şirketler, genellikle bir aile, organize grup veya belirli bir maksada matuf olarak seçilmiş zümreler tarafından “kazanç paylaşmak amacıyla” kurulur. Bu gün için anonim şirketlerin tamamına yakın bölümü, dünyada (7 veya 12) kız kardeşler denilen, küresel/evrensel, bütün sektörlere egemen kapitalist-emperyalist vampirlerin elinde veya emrindedir. Bunlara çok uluslu canavarlar denilir ki, hemen hepsi mevcut pek çok dünya devletinden daha etkili, zengin, yaptırım ağırlıklı ve güçlüdür. Dolayısıyla anonim şirketlerin idaresi sahiplerinin de elinde değil, bahusus yeryüzü keneleri, sülük, vampir ve domuzlarının güdümündedir. Gayrisi hakkında yorum sizin!.. Ama medeni siyaset, adalet ve demokrasinin gereği olarak: Devletler bünyesinde, devletin/milletin, hükümetin, HALKIN emrinde, millete tabiî ve vatandaşların huzur, mutluluk ve zenginliği için çalışmak koşuluyla muhtelif şirketler kurulabilir. Ama asla bir devlet şirket gibi düşünülemez ve şirket gibi yönetilemez!..  
MUHALEFET ROLÜNDE
İŞBİRLİKÇİ ŞEBEKELER!..
            Mustafa Nevruz SINACI
            Şimdi düşünüyorum da, eğer 1946-1950 CHP’sinin karşısında tarihi-kadim Demokrat Parti olmasaydı, bu gün Türkiye Cumhuriyetinin hali, her halde Somali’den farksız, Mısır’dan beter, belki de (CHP’nin devrimciliği, müzmin solculuğu ve SSCB hayranlığı nedeniyle vaki) Rus özentisinden dolayı, Afganistan’dan beter olurdu! Nedeni şu: Çok küçük istisnalar hariç olmak üzere bu gün Türkiye, tam da CHP’nin 1940’larda, 50’lerde durduğu yere dönmüştür.
Türk inkılâbı ile ülkemizde kurulan “medeni siyaset”in (Cumhuriyet) ruhunda, özünde var olan “terakki (gelişme/yükselme, muasır medeniyet seviyesini aşma) sisteminin” tam tersine işleyen gericilik/irtica ve yobazlık budur işte! Şu hale nazaran Türkiye, mevcut durum, konum ve düzeyi itibarıyla; Varisi ve/veya bakiyesi olduğu Osmanlı Devleti, diğer bakiyeleri olan çakma devletlerin ekseriyeti ve özellikle Türk İnkılâbına nispetle başarısız; İslâm formu esasıyla dikkate alındığında ise çok az gelişmiş ve çok geri kalmış bir haldedir!..      
SEBEP: Şüphesiz Cumhuriyet, adalet, demokrasi ve lâiklikteki samimiyetsizliktir.   
            SİYASETTE SULTA, CUNTA, İRTİCA, DİKTA VE YOBAZLIK
            Türk siyaset tarihinin onuru, şerefli ve soylu yüz akı Demokrat Parti, sinsi ve emrivaki bir kararla katılmak zorunda kaldığı 1946 seçimleri hariç; Bilumum yerel ve genel seçimlerde ‘teşkilât yoklaması’ yapmış.; İstisnasız bütün adaylar bizzat ‘partiye kayıtlı ve herhangi bir aidat borcu olmayan’ üyelerin katılımıyla, tek etkili, yetkili ve yegâne belirleyici Ön Seçim yöntemi ile belirlenmiştir. Ki bu, insana saygı, demokrasi, hak-adalet, eşitlik, hukuk ve ahlâka saygının açık, net, mert ve tek göstergesidir.
            Parti İçi Demokrasi’nin teminatı, çimentosu ön seçimdir.
            Resmi, yasal ve Hâkim teminatlı “Ön seçim” yapılmayan partide demokrasi;
            İnsan hakları, adalet, eşitlik ilkesi, hukuk da yoktur!.
            Ön seçim millet için bir hak, parti üyeleri için zorunluluk, parti yönetimi içinse ahlâki, hukuki ve insani bir görevdir. Ön seçim yapmamak, açık hali ve tabiriyle “Kitle Partisi” değil, şahıs teşekkülü, siyasi şirket veya harici iştiraklerle güdümlenen organizasyonlar anlamı taşır.
            Her ne kadar mevcut yasal düzen ve cari mevzuat itibarıyla kerhen “mubah” olsa dahi,  esasta aday yoklaması, merkez yoklaması, temayül yoklaması gibi ad’larla yapılan sözde aday tespit, aslında atama ve re’sen tayin usulleri ahlâki, insani, olağan, kabul edilebilir ve normal değildir. Bu uygulamalar halktan kopukluğun, millete rağmen siyaset yapmanın, güdümlü bir siyasi organizasyon olmanın ya da vesayet, tasallut, sulta, cunta ve dikta gibi insanlık dışı kara ve karanlık mihraklara dâhil bulunmanın işaretidir. Sebebi de: Halka güvenmemek, insanlara inanmamak ve bilhassa milletle devlet aleyhine bazı işler çeviriyor olmaktır. Aksi takdirde ön seçim yapmak açıklığın, şeffaflığın, saydamlığın, namuslu-dürüst, demokrat olmanın yegâne göstergesidir. Ayrıca demokrasi, adalet ahlâkı, eşitlik ilkesi ve evrensel hukukun gereğidir.
            Öyleyse ÖN SEÇİM yapmayan partiye oy vermek ne kadar doğrudur?
            Millete güveni ve saygısı olmayana, millet ne kadar inanıp güvenmelidir? 
            Çünkü “Ön Seçim” yoksa mutlaka “organize işler”, karanlık dehlizler ve kapalı kapılar ardında menfur, çirkin ve ahlâk dışı pazarlıklar vardır.   
Ancak, 2820 Sayılı siyasi partiler kanunu ile kanun gereği 07 Haziran 2015 Seçimleri için Yüksek Seçim Kurulu tarafından hazırlanıp yürürlüğe konulan Seçim Takvimi’ne göre.; 29 Mart 2015 Pazar günü yapılacak “yargı gözetimi ve hâkim teminatlı ön seçimler” için, seçime girme hakkı bulunan kaç parti resmen başvurdu dersiniz?
YASAL ÖN SEÇİM İÇİN BAŞVURAN TEK PARTİ CHP!..
İster inanın ister inanmayın, ben 20 Mart 2015 Cuma günü önce İnternet ortamında uzun bir araştırma yaptım. Bulduklarıma inanamadım. Sonra saat: 18.00’de Yüksek Seçim Kurulu’ndan teyit aldım. Buna göre: 298 sayılı Kanun'un 19., 2820 sayılı Kanun'un 41/(a) ve Yüksek Seçim Kurulunun 2 Şubat 2015 tarihli ve 112 sayılı kararı ile kabul edilen "Siyasi Partilerin Önseçim veya Aday Yoklaması Yöntemleriyle Aday Tespitine İlişkin Usul ve Esaslar Gösterir 125 sayılı Genelge"nin 6. maddesinin (b) bendi uyarınca, 29 Mart 2015 Pazar günü yapılacak resmi, yasal, açık, dürüst ve demokratik “ön seçimde” sadece CHP, (maalesef o’da örgütlü İllerin tamamında değil, sadece % 85’inde) ÖN Seçim yapacak.
Bunda; CHP içinde çok akılcı, onurlu, sorumlu ve güçlü bir “insan hakları, adalet, hukuk ve Demokrasi mücadelesi” veren; “Parti İçi Demokrasi, Ülke İçin İktidar Topluluğu ve Bileşenleri”nin çok etkili, olumlu ve sorumlulukla icra edilen önemli derecede rolü olduğunu kabul, tespit ve teslim ediyorum. Bu vesileyle mezkür grubu içtenlikle tebrik ediyor, kutluyor ve bütün partilerde böyle inançlı ve bilinçli grupların oluşmasını yürekten diliyorum. (*)
BU, MİLLETE YAPILAN BÜYÜK BİR HAKSIZLIKTIR
Bilindiği üzere, seçime katılma hakkı bulunan 31 parti var. Bunlardan kaçının aday gösterip seçime katılacağı şimdi belli değil. Ama şu an belli olan tek şey: CHP hariç olmak üzere.; Seçime fiilen girecek diğer partilerin tamamının millet iradesine saygısız, başta demokrasinin nezih ilkeleri olmak üzere: Adalet, hukuk ve eşitliğe aykırı biçimde keyfi aday belirleme veya kendi menfur emel ya da muhtemel çıkarları doğrultusunda memur, uşak, kul, köle veya maraba atamadır… 
ÜSTELİK DEMOKRASİ AYIBI VE HUKUKUN UTANCI   
Şu hale ve manzaraya rağmen siyasi partiler asla ve kellâ “Demokrasinin vazgeçilmez unsuru” olamazlar. Ön seçim yapanları tenzih ederek söylüyorum; Olsa olsa, Türkiye’de hak, adalet, eşitlik, demokrasi, insan hakları ve hukukun utancı olurlar. Memleketin hali de bunu açıkça gösteriyor zaten. Usulen muhalefet rolü oynamaya ve yalancıktan muhalefetmiş gibi davranmaya çalışan halk düşmanı, Lânetli kesime bir diyeceğim yok. Fakat, adında “adalet” yazılı sözde “iktidar” partisine de yazıklar olsun!.. 
(*) BASIN AÇIKLAMASI
(Sayın Cengiz Önal Tarakçıoğlu’na teşekkürlerimle)
Parti İçi Demokrasi, Ülke İçin İktidar Topluluğu ve Bileşenleri olarak, yaklaşan Genel Seçimler’de aday belirleme süreci için Ön Seçim yöntemini siyasal ve ahlaksal bir zorunluluk olarak görüyor ve savunuyoruz.
Başlangıçta yadırganan ve ön yargılarla karşılanan bu ilkemiz, üye tabanının ve örgütlerimizin geniş desteği ile Genel Merkezimiz’ce de kısmen benimsenerek uygulamaya konmuştur. Hatta başlangıçta karşı çıkanlar bile bu yöntemin partimizi diğer partilerden ayıran en önemli fark, demokratik bir standart olarak savunmaya ve övmeye başlamışlardır.
Ancak, bu önemli bir adım olmakla beraber yeterli değildir. Partimiz’de yıllarca ve defalarca Milletvekili olanlar, Parti olanakları ile siyaset yapabilen ve kendini rahatça tanıtabilen Parti Meclisi (PM) üyeleri, Partinin en üst kademesini oluşturan MYK üyeleri, Genel Başkan Yardımcıları’nın çoğu ve Genel Sekreter bile ön seçimden çekinerek merkez yoklaması ile yani kendi oyları ile kendilerini ön sıralara yazdırma kolaylığına ve ayıbına kaptırmışlardır…
Bu ayıplı durumdan kendini koruyup ön seçime katılan Genel Başkanımız, MYK ve PM’nin bazı üyelerini kutluyor bu sebeple tüm MYK ve PM üyeleri ve Milletvekillerimize örnek olmasını diliyoruz. Henüz vakit varken onları da aynı siyasal ahlak ilkesine uymaya ve bu büyük ayıptan kurtulmaya çağırıyoruz.
Ülke içinde AKP’nin hak ihlallerine ve gasplarına karşı çıkan Partimiz, kendi içinde bu kadar büyük hak ihlallerine ve siyasal gaspa izin vermemelidir.
Kontenjan hakkı parti içine dönük kullanılmamalıdır. Bilgi birikimi ve deneyimi ile Partimiz’e katkı koyacak, konusunun uzmanı kişiler ile yapılacak seçim ittifakları için kullanılmalıdır. Saygılarımızla...
            CUMHURİYET HALK PARTİSİ
PARTİ İÇİ DEMOKRASİ,
ÜLKE İÇİN İKTİDAR GRUBU
            ANKARA, 20 MART 2015
            ***
            ÖNERİ, YORUM, ELEŞTİRİ VE KATKI
Sayın Sibel Hanım, Mustafa Nevruz Sınacı Bey bir politikacıdır. Elbetteki söylediklerinde doğruluğu olan ifadeleri de vardır. Lakin Tayyip Beyin bu ifadeyi kullanırken gerçekte niçin kullandığını, yani devletin içinde bulunduğu bürokrasiyi azaltarak işlevselliğini artırmayı anlatını ve kastettiğini evlatlarını tanıdığı gibi bildiği halde eski alışkanlığından olsa gerek seçim sathı mahalline girmiş ülkemizde yeni politik manevra denemeleri olduğunu siz de adınızı bildiğiniz gibi düşünebilirsiniz. Bu kadar açık bir beyanı dahi, tekeden süt çıkarma gayreti ile servise verip politik havayı haşlama gayretini ne millet ne de reel sektör yemiyor artık, haberiniz olsun. Biz mahallelerde ve sokaklarda milletin söylemlerine şahit oluyoruz. Bunu paylaşmak isterim. Siz de hevesle bu yazıyı yaydınız ama, milletin son yıllarda ne dediğini veya ne demek istediğini anlamaya gayret etsinler. Gün geçtikçe yaş da ilerliyor. Germek yerine, yol gösterici olmak daha kıymetlidir. İddia ediliyorsa, hikmetli olmak da bunu gerekli kılar. Siz nerde yaşıyorsunuz, bilemiyorum ama Sayın Sınacı bunu bilir.
Selam, hidayete tabi olanların üzerine olsun. Ali YÜCEL, İBB
*
Ali  bey,
Politikacı Tayyip Erdoğan veya Kemal Kılıçdaroğlu veya Devlet Bahçeli ve çevrelerindekilere denir. Mustafa (Nevruz Sınacı) bey ise siyaset bilimcidir.
Aradaki fark çok büyük ve açıktır. Ama tam olarak anlamayabilirsiniz. Tıpkı benim sizin son yazınız olan “Selam, hidayete tabi olanların üzerine olsun.” lâfını anlamadığım gibi...
Arapça, Farsça karışmış. Osmanlı vari, tekerlemeleri bırakıp Türkçe yazarsanız, sizi daha iyi anlayabilirim. Milletimizin ne arzu ettiği ise.. Ilk hilesiz seçimde …muhtemeldir haziranda ortaya açıkça çıkacak ..
Hoşça kalın, SIBEL ERTUNÇ, TURKISHFORUM 

15 Kasım 2014 Cumartesi

ANKARA KALESİ; PROF. DR. ANIL ÇEÇEN

TÜRKİYE CUMHURİYETİ
100 YILLIK PARANTEZ DEĞİLDİR
                                                                      Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
              Türkiye Cumhuriyetinin yüzüncü yıldönümü yaklaşırken, bazı ulus devlet karşıtı çevreler Atatürk’ün çağdaş cumhuriyet devletini yüz yıllık parantez olarak ilan etmeye başladılar. Dünyanın merkezi coğrafyasında kendi konumlarına göre özel çıkarları doğrultusunda plan ve programlar geliştirenler ile emperyalizmin çıkarları doğrultusunda belirli projelere angaje olarak, ortalık alanı bu gibi yaklaşımlar için hazırlamaya çalışanlar, Türk ulusunun bir ölüm kalım savaşı verdikten sonra ilan etmiş olduğu bağımsız halk cumhuriyetini, geçen yüzyılın başlarında ortaya çıkan dünya koşulları ve konjonktürünün dayatmış olduğu bir geçici bir siyasal yapılanma olarak görmekte ve bu doğrultuda uluslar arası konjonktür doğrultusunda açılmış bir parantez olarak ifade etmektedirler. Şeriat devleti peşinde koşan siyasal İslamcısından tutun da, küresel sermayenin militanlığına soyunmuş olan neoliberal gruplara kadar, geçici  bir parantez değerlendirmesi öne çıkarılmakta, cumhuriyetin yüzüncü yılına kadar gelemeden tasfiye edilmesi gerektiği vurgulanarak, bu doğrultuda artık bu paranteze bir son verilmesi gerektiği, açıkça dile getirilmektedir.
Yüz yıl önceki koşulların ortadan kalktığı öne sürülürken, o dönemin koşulları yüzünden açılmış olan parantezin, değişen koşullar dikkate alınarak kapatılmasının zorunlu olduğunu, bazı inançlı militan siyaset adamları her fırsatta söyleyerek, Türk devletinin geleceğini n olmadığını, artık bu tür bir devlet yapılanmasının merkezi alanda barınamayacağını bir  yıkıcı tez olarak siyaset sahnesine getirmektedirler .
            Türkiye Cumhuriyeti karşıtlarının, bu devletin geleceği ile ilgili olarak tasfiye kararı  almaya hakları olmadığı gibi , Türk ulusunun  dünyanın en büyük emperyalist güçlerine karşı büyük bir mücadele vererek  elde etmiş olduğu bağımsız bir devlet çatısı altında yaşama  güvencesini de  tümüyle ortadan kaldırmaya çalıştıkları görülmektedir . Herkesin hem etnik kökeni , hem de dinsel ya da kültürel kimliği birbirinden çok farklı olabilir . Herkes kendi kimliğine  veya çıkarlarına göre farklı devlet modelleri peşinde koşabilir . Siyasal hareketler ve örgütler bazen kendi devletlerini kurmak üzere yola çıkabilirler, ya da koşullar ayrı bir devlet kurmaya elverişli değilse, o zaman da var olan devlet yapısını kendi kimliklerine ya da çıkarlarına göre değiştirmeye  kalkışabilirler . Dünya tarihi  bu çekişmenin çeşitli örnekleri ile dolu olan bir devletler mezarlığı olarak görülebilir . 
            Her devlet  belirli bir aşamada dünya sahnesine çıkmış olabilir , daha sonraki dönemde koşullar değişti ise, o zaman da var olan devlet yapısını yeni ortaya çıkan koşullar doğrultusunda yeniden yapılanmaya zorlayan oluşum ya da  siyasal hareketler gündeme gelebilir . Bu gibi süreçlerde  halen var olan ya da   geçmişten gelen devletler ,kendilerini yeni koşullara uygun bir biçimde yenileyebilirse o zaman gelecek yüzyılda da yollarına devam edebilirler .Kendini yenileyemeyen ya da zaman içinde zayıf kalarak gücünü kaybeden devletler, hızla çöküşe  ya da dağılmaya doğru sürüklenmektedirler . Bu açıdan yeryüzü haritasında yer alan bütün devletler benzeri bir gelişme sürecinden geçmişlerdir . Tarihin ortaya koyduğu gerçekler açısından konu ele alınırsa , her devletin tarihin belirli bir aşamasında dünya sahnesine çıktığı , geçen zaman dilimi içinde kendini yenileyenlerin  başarılı devletler olarak yollarına devam  ettikleri , kendini yenileyemeyenlerin ise ,başarısız devletler olarak tarihin tozlu sayfalarındaki yerlerini istemeden almak zorunda kaldıkları görülmektedir .
            Türkiye’de cumhuriyet düşmanları Atatürk Cumhuriyetinin defterini  dürme doğrultusunda yüzüncü yıldönümüne gelmeden devletin tasfiyesini zorlarlarken ,bir de Türkiye’nin doğu bölgelerinde ayrı etnik ya da dinsel yapılanmalar üzerinden farklı devlet modellerini devreye sokmaya çalışan kesimler , Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde  ülkeyi kurtarmak isteyen son Osmanlı hükümetinin tehcir uygulamasını tersine çevirerek ,tehcirin yüzüncü yılında  tekrar Türk ve Müslüman kimliğinin dışında devlet yapılanmaları arayışı içine girenler , gene bir  parantezin kapatılmasından söz etmektedirler . Osmanlı İmparatorluğu sonrasında , Misakı Milli sınırları içerisinde güçlü bir ulusal  devletin ,ya da çağdaş  cumhuriyetin  yapılanmasını bir türlü  kabül edemeyenler , Türkiye Cumhuriyeti karşıtlığını  parantezcilik oynayarak sürdürmek istemektedirler .Bu doğrultuda  birinci dünya savaşı ile doğu Anadolu tehcirinin yüzüncü yıllına gelindiği aşamada  Türk devleti için parantez eleştirileri ve suçlamalarının sayısı artmakta ,her türlü yayın organında Türkiye Cumhuriyeti , merkezi alanda zorunluluklar nedeniyle ortaya çıkmış olan siyasal  bir parantez olarak açıklanmaya çalışılmaktadır .
Türk devleti açısından küçültücü ve aşağılayıcı bu tutum ve davranışların cumhuriyet düşmanlarının sözlerinde her geçen gün daha fazla yer alması karşısında ,Türk kamuoyunda bir parantez tartışması son aylarda giderek artmıştır . Başta Türkiye Cumhuriyeti başbakanı olmak üzere  siyaset sahnesinin diğer aktörleri de , Türk devletinin bugün gelmiş olduğu aşamayı bir parantezci yaklaşım çerçevesinde ele alarak anlatmaya çalışmaktadırlar . Uluslarası  ilişkiler alanında kariyer yapmış olan Türkiye’nin yeni başbakanı  , biraz kamu hukuku okusaydı ya da devlet olgusu üzerine birkaç kitap karıştırsaydı , Türkiye’nin geleceği ile ilgili olarak kasten çıkarılmış olan parantez tartışmalarına girmeyerek , ülkeye ve devlete zarar verebilecek bu tür tartışmalardan uzak  durmayı tercih edebilirdi .
Kasıtlı olarak parantez kavramını  Türkiye’nin geleceği doğrultusunda kullanan  kararlı kişiler ,yakın gelecekte Türkiye Cumhuriyeti gibi güçlü  ve çağdaş bir ulus devleti  orta alandan kaldırmak istedikleri için, parantez kavramını bilinçli olarak öne çıkarmakta ve bu kavramdan hareket ederek Türk devletinin kalıcı esas devlet olmadığını ve bu nedenle de ancak bir parantez durumu ile açıklanabilecek geçici bir statüye sahip olduğunu ,Türk kamuoyuna genel anlamda  benimsetmeye çalışan Türkiye karşıtları , Türklerin bağımsız devletini bir parantez kıskacı içine alırlarken ,  bu devletin aslında kalıcı olmadığını ve  tüm parantezler gibi geçicilik gösterdiğini ,Türk kamuoyuna  anlatmaya çalışmaktadırlar . Parantez kavramının her zaman için genel doğrunun dışına çıkan durumları ifade etmesinden yararlanmak isteyen cumhuriyet düşmanlarının , Türk devletini de genel doğru çizgisinin dışında kalan bir siyasal oluşum olarak tarih sahnesine çıktığını , normal duruma dönülme noktasına gelindiğinde bugün sınırları içinde Türk devletinin egemenlik düzeninin geçerli olduğu  Misakı Milli yapılanmasının, söz konusu  olamayacağını açıkça dile getirmekten  çekinmemektedirler .
Normal bir yazı düzeninde  nasıl normalin ötesindeki kelimeler ya da açıklamalar yazının içinde belirtilirken parantez içine alınıyorsa ,Türkiye Cumhuriyetinin varlığı da istisnai durum gibi düşünülerek ,geçicilik parantezi içinde  açıklanmaya çalışılmaktadır . Parantezci yaklaşım içinde Türk devletini ele alanlar , parantez olarak kabül ettikleri Türkiye Cumhuriyeti’nin geçici bir devlet olduğunu , bu nedenle hiçbir zaman kalıcılık iddiasında bulunamayacağını , tüm diğer parantez içinde belirtilen geçici durumlar gibi ,Türk devletinin  de tarih sahnesinde geçicilikten öteye gidemeyeceğini , her aşamada dile getirmekten kaçınmamaktadırlar . Siyaset biliminin ortaya koyduğu bilgiler doğrultusunda ,ancak başarısız olan ya da zayıf kalan devletler için geçicilik ya da  istisnai durum konumu öne sürülebilmektedir . Ne var ki , bütün devletler ,geleceğe dönük bir biçimde sonsuzluk iddiasına dayalı olarak kurulduğu için, her devletin içinde bulunduğu gerçek durum ve koşullar  genel olarak devletlerin geleceğini belirlemektedir . 
            Siyaset  bilimi açısından konu ele alındığı zaman , Oswald Spengler isimli bir bilim adamının medeniyetler teorisi olarak ortaya konulan kuramı doğrultusunda  değerlendirme yapmak gerekmektedir . Spangler’in teorisine göre , devletlerin hayatı da tıpkı diğer canlılara benzemekte  ve bu doğrultuda tıpkı diğer canlı varlıklar gibi doğmakta , büyümekte ve belirli bir süre yaşadıktan sonra ölmektedirler . Sosyoloji  ve siyaset bilimi teorisi açısından ,devletlerin de yaşayan diğer canlılar gibi böylesine bir var olma sürecinden geçtiği görülmektedir . Her devletin  önce  bir var olduğu ,bir en güçlü ve tepe noktada varlığını güçlendirdiği ama belirli bir zaman dilimi içinde de zayıflayarak güç kaybetme noktasına geldiği görülmekte ve bu aşamadan sonra da çöküş ve dağılma  oluşumları  ile devletler tarih sahnesinden çekilmektedirler . Yıkılan devletlerin ahalisi hemen yok olmamakta ,vatan topraklarını oluşturan ülke de bir toprak parçası olarak varlığını devam ettirdiği için ,aynı ülke üzerinde eski ahalinin yeniden örgütlenmesi ile eskisinden çok farklı doğrultuda yeni devlet yapılanmaları ortaya çıkabilmektedir .
Parantez kavramını kullanarak Türk devletini ele alanlar , bu tezleri dikkate alarak hemen bir devletin sonunu hızlandırılmış bir siyasal gelişmeler doğrultusunda hazırlayarak   ve sona erdiren örneklerden yararlanarak  bir devletin geleceği ile oynayabilmektedirler Devlet karşıtlarının iyi bildikleri bu durumları var olan devletlerin kurumları da aynı derecede iyi bildiği için ,parantez teorilerinden ya da yaklaşımlarından hemen sonuç çıkmamaktadır .  Devlet güçleri , değişen siyasal  ve sosyal koşulları iyi izleyerek önlemler almaya başladığı zaman , geçicilik suçlamasıyla öne çıkan parantezciler geri adım atma durumunda kalabilmektedirler . Aksi durumlarda ise , devlet yapılarının devlet düşmanları tarafından çökertilerek dağıtılma aşamasına sürüklenildiği ortaya çıkmıştır . Devletlerin büyüklüğü ya da güçlülüğü gibi kriterler ,siyasal yapılanmaların  devam edip etmemesi  ,ya da sona erip ermemesi gibi durumlarda etkin bir role sahip bulunmaktadır .
            Bir devlet yapılanmasının kalıcı olması ya da geçici olarak kalması gibi durumlar daha çok dünya konjonktüründeki gelişmelere göre belli olmaktadır . Bu noktada , bütün devletlerin dünya haritası üzerindeki yerinin jeopolitik açılardan gösterdiği  konum ile birlikte, büyük devletler arasındaki  hegemonya çekişmesi sürecinde  güç merkezleri arasındaki çekişmeler ya da  öne geçme gibi durumlar da  belirleyici olabilmektedir . Bu çekişme süreci içinde , devletler birbirleriyle rekabete kalkışırlarken,  hem kendilerini korumaya  öncelik vermekte hem de  diğer devletlerden öne geçerek  kendi çıkarları doğrultusunda  dünya haritasının belirli bölgelerinde  emperyal  hedefler  için  etkili olabilmektedir . Bu gibi durumlarda , bazen büyük devletlerin dağılmasıyla küçük devletler gündeme gelebilmekte, ya da bazen da bu durumun tamamen aksi bir yönde  bir devletin komşularını ele geçirerek bulunduğu bölgede daha güçlü ya da büyük bir yeni devlet  modeli yapılanması ortaya koyduğu görülebilmektedir .
Devletlerin parçalanmaları ya da komşuları aleyhine genişleyerek büyümeleri de , bölgesel ya da küresel güç merkezlerinin   yeni jeopolitik konumlarına göre belirlenebilmekte , bu gibi durumların kalıcı olabilmesi ya da kısa bir zaman dilimi sonrasında geçicilik göstermesi de gene  , siyasal güç  merkezleri arasındaki çekişmelere bağlı olduğu gibi , bunların dışında ortaya çıkan başka faktörlerin yansıması olarak da  farklı sonuçlar ortaya çıkarabilmektedir . Bu çerçevede , bir devletin geçici bir parantez olarak belirtilebilmesi ,ya da geleceğe dönük olarak  sonsuza kadar yaşayabileceğinin ifade edilebilmesi  genel anlamda dünya düzeyindeki evrensel gelişmeler ile açıklanabilmektedir . Konjonktürel gelişmelerin ya da güç merkezleri arasındaki değişikliklerin küresel düzeyde çevreye yayılması ile, bir çok devletin kaderleri  belirlenebilmekte  ve bu doğrultuda  dünya haritası yeniden biçimlenmektedir . Devletler arası ilişkilerde hiçbir zaman tam anlamıyla eşitlik ya da istikrar sağlanamamakta ,bu yüzden de küçük ve orta boy devletlerin geleceği  devler arasındaki çekişmelerin gösterdiği  yeni durumların  etkinliği ile değerlendirilebilmektedir . İki yüzün üzerinde bir devlet sayısı ile dünya haritası değişkenliğe her zaman için gebe  bir durumdadır .
            Türkiye Cumhuriyeti , dünyanın merkezi coğrafyasında yer alan  orta boy bir devlet olarak her zaman için evrensel alandaki güç merkezleri arasındaki çekişmelerin ya da  emperyal  projelerin hedefine aldığı bir ülkedir . Dünyanın merkezinde yer alan bir büyük devlet olan Osmanlı İmparatorluğunun  yıkılması  üzerine ortaya çıkan otorite boşluğu alanında , Türk ulusunun bir var olma savaşı vermesiyle kurulmuş olan Türk devletinin ,varlığını koruyabilmesi ya da geleceğe dönük olarak yaşam süresini sonsuza kadar sürdürebilmesi için de, böylesine bir mücadele verilmesi gerektiği görülmektedir ,çünkü parantezci yaklaşımlar  ile Türk devletine ömür biçilmekte ve kısa bir zaman dilimi içerisinde bu ulusal siyasal yapının ortadan kalkacağı ya da kalkması gerektiği   açıkça ifade edilebilmektedir . İmparatorluklar devri devam ederken varlığını koruyabilen Osmanlı İmparatorluğu , ulus devletler çağına geçilmesi aşamasından sonra giderek zorlanmış ve bir Osmanlı ulusu yaratamadığı için, hem küçük küçük devletlere bölünerek Balkanizasyon sürecine alet olmuş hem de bu dönemin hemen ertesinde gündeme gelen Birinci Dünya Savaşında yenilerek teslim olmuş ve böylece devlet olma durumu da sona ermiştir . 
            Osmanlı İmparatorluğu varlığını sürdürürken , hiç kimse bu büyük devlet için parantez ifadesini kullanarak Osmanlı hegemonyasının geçiciliği iddiasında bulunmamıştır . Ne var ki , Birinci Dünya Savaşının sonucunda ortaya çıkan yeni  güç dengeleri içinde  Atlantik güçleri olan İngiltere ve Fransa’nın Orta Doğu bölgesine gelerek ortak bir hegemonya düzeni kurmaları üzerine ,Osmanlı İmparatorluğu tarih sahnesinden geri çekilirken , geride bıraktığı merkezi topraklar üzerinde bir ulus devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti doğal bir sonuç olarak ,ulusal kurtuluş savaşı  zaferi sonrasında dünya haritası üzerindeki yerini almıştır .Osmanlı devleti hiçbir zaman  geçici bir parantez konumunda olmamış ama , cihan savaşı sonrasında değişen dünya koşulları çerçevesinde teslim olarak bitme aşamasına  zorla getirilmiştir .
            Osmanlı sonrası dönemde ,bu büyük merkezi devletin üzerinde egemen olduğu on milyon kilometre karelik geniş alan üzerinde, bütün büyük güçlerin yeni projeleri olmuş ve bu doğrultuda çekişmeler ikinci bir dünya savaşına kadar sürüp gelmiştir . İlk proje , üzerinde güneşin batmadığı büyük dünya imparatorluğunun patronu konumunda olan İngiltere’nin olmuştur . İngilizler  , geri çekilen Osmanlı devletinin hinterlandı üzerinde gene İstanbul merkezli bir büyük merkezi bölgesel yapılanma olarak Yakın Doğu Konfederasyonu adı altında  dörtlü bir federasyon modelini ,kendisinin merkezinde yer aldığı yeni bir siyasal yapılanma doğrultusunda düşünmüş ama gücü yetmediği için ve de Fransa ile tam olarak anlaşarak ikili bir merkezi modeli gerçekleştiremediğinden ,böylesine bir emperyal  bağımlılık  projesi hazırlayıcılarının  planları doğrultusunda gerçekleştirilememiştir .
Britanya İmparatorluğu merkezi alana tam olarak egemen olamazken , ortağı konumundaki ikinci emperyalist imparatorluk sahibi Fransa da istediği gibi kendisine bağlı bir büyük bölgesel yapılanmayı gerçekleştirememiştir . Birinci Dünya Savaşı sırasında büyük bir çöküş ile yıkılan Rus Çarlığı yerine bir sosyalist devrim sayesinde dünya sahnesine çıkmış olan  Sovyetler Birliği projesi de, dünyanın kuzey yarıküresinde bölgesel bir devlet yapılanması ile ortaya çıkarken  ,bu yeni güç merkezi yapılanmasının sıcak denizlere doğru yayılabilmesi doğrultusunda,  merkezi alanın tam ortasında yer alan Anadolu yarımadasını  da coğrafi bölgeleri esas alarak ,yedi ayrı devletçik olarak kendi oluşturduğu ideolojik birliğin çatısı altına alabilmeyi hedefliyordu . Bir anlamda Sovyetler Birliğinin de Anadolu topraklarına emperyal amaçlı bakması , Anadolu yarımadası üzerinde geride kalan Osmanlı ahalisi olarak Türkleri  tam anlamıyla ortada bırakmıştı . Kalıcı olması gereken bir büyük imparatorluğun  bir cihan savaşı sonrasında ortadan kaybolması üzerine, en az onun kadar güçlü olabilecek ve asırlar boyunca güçlü bir biçimde merkezi alanda  devlet olarak varlığını sürdürebilecek  bir yeni devlet olarak  Türkiye Cumhuriyeti ,Türklerin batılı emperyal güçlere karşı verdiği bir ulusal kurtuluş savaşı sayesinde  tarih sahnesine çıkıyordu .
            Yirminci yüzyıla girerken Avrupa emperyalizminin iki büyük devi olarak İngiltere ve Fransa dünyanın merkezi coğrafyasına el koyarak ,dünyanın merkezi imparatorluğunu dağıttıkları için  tam anlamıyla bir küresel hegemonya düzeni kurmayı hedefliyorlardı . Ne var ki , bu aşamada  artık Avrupa emperyalizminin rakibi olarak Amerikan emperyalizmi dünya sahnesine çıkarken , Japon savaşı ile çökertilen Rusya’da  ikinci bir çöküş Birinci dünya savaşı ile gündeme getirilerek , bu durumdan yararlanan yeni bir siyasal yapılanma sosyalist devrim görünümünde  uygulama alanına getiriliyordu . Orta Doğu’ya girmiş olan İngiliz ve Fransız emperyal güçleri tam Kafkaslar üzerinden Hazar  bölgesine doğru yöneldikleri aşamada ,Amerikan sanayicilerinin ve küresel sermayenin denetimi altındaki  New York borsasından sağlanan yüz milyonlarca dolarlık maddi destek ile , Troçki Moskova’da  Kızıl Orduyu kurarak  Sovyetler Birliğinin önünü açıyordu . Kızıl Ordu daha bütün Rusya’nın kontrolunu ele geçirmeden, Almanya destekli Osmanlı ordusunu Azerbaycan’dan çıkartmak üzere Kafkasya seferine çıktığı aşamada, İngiliz ve Fransız ordularının  Anadolu üzerinden kuzeye doğru yönelerek  Hazar bölgesine girmelerinin önü kesilmiş bulunuyordu.
Böylece , Birinci dünya savaşı sırasında cephelerde savaşmayan Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa devletleri birbirini yok ederken ,dünyanın gelecekte merkezi konumuna gelecek Hazar bölgesini  ideolojik bir yeni yapılanma ile yönlendirerek , Avrupalı emperyalistlerin bu bölgeyi ele geçirmelerini önlüyordu . Böylesine bir emperyal amaçlı operasyon ,geleceğe dönük Amerika ve Avrupa emperyalizmlerinin  çekişmeleri yüzünden gündeme geliyordu .  Karl Marks’ın öngörüsü ile çok gelişmiş kapitalist ülkelerde gerçekleşmesi gereken komünist ihtilal , Avrupa ve Amerika çekişmesi yüzünden dünyanın  kuzey yarıküresinde ve kırsal alanda yayılmış bir  bir köylü toplumunda dışarıdan ithal edilen  Bolşevik kadro sayesinde  gerçekleştiriliyordu . I871 Paris komününden ders alan kapitalistler , kendi gelişmiş ülkelerinde böylesine bir komünist ayaklanmayı önlemek üzere , hiç işçi sınıfının olmadığı bir kırsal alan ülkesinde  dışarıdan destekli ve manüplasyonlu bir  hareket ile  Komünist ihtilal yaratarak  , İngiliz-Fransız ortaklığının bütün dünyayı ele geçirmesini önlüyorlardı .
             İki dünya savaşı sonrasında Amerika Birleşik Devletleri dünyanın hegemon süper gücü haline gelirken , Rusya’da kurulu bulunan Sovyetler Birliği sanki bunun dengeleyicisiymiş gibi gösterilerek , yer yüzü kıtalarını beş yüz yıl yönetmiş olan Avrupa’nın önde gelen emperyal güçleri  iki büyük kutbun arasına çekilerek hapsediliyorlardı . İşte böylesine bir süreç içerisinde ,kuzey yarıküresinde yer alan sosyalist blokun temsilcisi olarak Sovyetler Birliği’nin  güney yarıküresine inmesini ve sıcak denizlere çıkmasını önleyecek bir merkezi tampon devlete gereksinme duyulduğu aşamada , Anadolu halkı  ayağa kalkarak  bir ulusal kurtuluş savaşına yöneliyor ve bu doğrultuda bir mücadeleyi zafere ulaştırarak , çağdaş bir cumhuriyet devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti ni kuruyordu .
Sovyet ihtilali sonrasında  bir de Anadolu ihtilali Atatürk’ün önderliğinde  Türk ulusu tarafından gerçekleştiriliyordu . Yeni kurulan Türk ulus devleti sahip olduğu jeopolitik konumuyla , batı emperyalizmi ile  Doğu kutbu olan Sovyetler Birliği arasında yeni oluşan bir tampon ülke olarak devreye giriyordu . Rus jeopolitiği Antalya’yı kendi kızıl elması olarak ilan ettiği için , Türkiye gibi orta boy  bir devletin merkezi alanda bağımsız bir devlet olarak meydana çıkması ,  savaş yıllarında bozulmuş olan dünya dengelerinin yeniden kurulması doğrultusunda  katkı sağlıyordu .
Bu nedenle , bazı batılı ülkeler  Türklere bu coğrafya  da bağımsız bir devlet vermek istememelerine rağmen , karşı kutup olan Sovyetler Birliği’nin  güneye doğru yayılmasını önlemek üzere, Türkiye Cumhuriyetini bir tampon devlet olarak benimsemek zorunda kalmışlardır . Lenin ve arkadaşları batılı emperyalistleri Anadolu toprakları üzerinde görmek istemezken , Avrupa ve Amerika ülkeleri de Sovyetler Birliği’ni Akdeniz’de görmek istememiş ve bu  durumdan yararlanan Türk ulusu da , Osmanlı imparatorluğunun merkezi bölgesinde  bağımsız bir cumhuriyet devleti kurma şansını elde etmiştir .
            Anadolu toprakları üzerinde  Sevr haritasını çizerek Balkanizasyonu  Orta Doğu’ya taşımak isteyen İngiltere ile birlikte bütün batılı devletler  doğu blokuna karşı ortaya çıkan Türk devletini öncelikle bir tampon devlet olarak kabül ederek ,Türklerin  Anadolu topraklarından Orta Asya’ya doğru  sürülmesi operasyonunu bir süre için ertelemek  zorunda kalmışlardır . İşte böylesine bir tampon devlet oluşumu ile gerçek  emperyal planların ertelenmesi  projesine ,dünya dengeleri açısından bir yüz yıllık süre tanımışlardır . Batılıların son yıllarda Türkiye için bu yüz yıllık süre olgusunu bir parantez olarak ortaya atmaları , yüzüncü yıla gelinmeden Türkiye Cumhuriyetini haritadan silmeye çalışmaları nedeniyledir . Onlara göre , Sevr planının tamamen red edilmesi anlamına gelen Türkiye Cumhuriyeti projesi , kuzey bölgesinde oluşturulan  sosyalist blokun  yayılmasının önlenmesi için, benimsenmiş olan bir geçici uygulamadır ve Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra bu yapılanmanın da ortadan kaldırılması gerekmektedir . Sosyalist blokun yaşadığı sürece , Türkiye Cumhuriyeti bir tampon devlet olarak merkezi alanı Ruslara kaptırmamış ve daha sonraki aşamada da Nato yapılanması Türkiye’ye taşınarak , Türk devletinin batı  ittifakının sınır karakolu konumuna gelmesine yol açılmıştır . Bu yüzden Türkler kendi ülkelerinde büyük baskılar altında yaşamak zorunda kalmışlar , daha sonraki aşamada da  Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte  Avrasya kıtasının bütün bölgelerinde ortaya çıkan sıcak çatışmalar , Türkiye Cumhuriyetini bir ateş çemberinin içine çekmiştir. Batılılar kuruluşuna yardımcı oldukları Sovyetler Birliğinin ömrünü  varolan dünya dengeleri  nedeniyle , yüz yıllık bir zaman periyodu içinde düşündükleri için , doğu ve batı blokları arasında yer alan Kemalist Türkiye’nin ömrünü de buna dayanarak belirlemeye çalışmışlar ve bu yüzden Türkiye için bir çok yerde yüz yıllık parantez   tanımlaması kasıtlı bir biçimde  dile getirilmiştir . Cumhuriyet yüzüncü yılına doğru yol alırken  ve bir asırı geride bırakırken , batılı emperyal çevreler artık yüz yıllık parantezin kapatılması gerektiğini açıkça dile getirerek, Türkiye Cumhuriyetinin tasfiyesine giden yolları açıktan desteklemektedirler.
Osmanlı devletinin tarihe mal olmasından sonra merkezi alanda gerçekleştirmeyi düşündükleri asıl projelerini bir türlü uygulayamadıkları için, bunların önünde koskoca bir engel olarak duran Türk devletini ortadan kaldırabilmenin arayışı içine girerek,  istemeden tanımak zorunda kaldıkları yüz yıllık paranteze bir son vermeyi hedeflemektedirler . İki öge arasında yer alan bir durumun ifade edilmesi olarak tanımlanan parantez kavramı, Türkiye ile ilgili olarak kullanıldığı zaman , yirminci yüzyılın başlarında  dünya haritasının ortalarında  yerini alan ,bir  siyasal yapılanmanın yirmi birinci yüzyılın başlarında ortadan kaldırılmak istenmesinin bağlantısını açıklamak üzere yeniden siyasal gündeme getirilmektedir . Yüz yıl öncesinin dünya dengelerinin  gündeme getirdiği Türkiye Cumhuriyeti gibi bir devlet modeline , soğuk savaş sonrasında hiç ihtiyaç bulunmadığını ve hele küresel ya da emperyalistlerin güdümündeki bölgesel projelerde kesinlikle böyle bir devlet modeline yer verilmemesini isteyen işbirlikçi ve mandacı çevreler , yüz yıllık parantezin kapatılmasını yüzleri kızarmadan talep edebilmektedirler .
            Bu yıl içinde yayınlanan bir kitapta ,Ermeni meselesinin kamuoyundaki tartışmacılarından birisiyle yapılan  söyleşiler gene “yüz yıllık parantez” başlığı altında  sunulmaktadır .Türkiye’nin doğu Anadolu bölgesinde bir Hrıstıyan devlet kurmak ve  Gregoryen Klisesinin hegemonyasını  binlerce yıllık Türk toprakları üzerine taşımak isteyen  gayrimüslim lobiler ,açıktan yüz yıllık parantez tartışmalarına kalkışarak , Atatürk’ün çağdaş ulus devletini tarihin tozlu sayfalarına geri göndermeye çalışmaktadırlar .Türk ulusunun ve devletinin kendisini yok edecek böylesine bir girişimin farkında olduğu ama uluslar arası hukuk ve demokratik rejimin gerekleri doğrultusunda hoşgörülü davranarak  barış içinde bir çözüm arayışı içine girdiği son dönemlerdeki gelişmeler ile iyice açıklık kazanmıştır .
            Yüz yıllık parantez olgusunu başlığına taşıyan kitap incelendiği zaman ,açılan parantez yüzünden  özgürlüklerin eksik kaldığı ve özgürlükçü dönüşümün yarım bırakıldığı ileri sürülmektedir . Türk milliyetçiliğinin diğer etnik kesimlerin özgürlüklerinin önünü kestiği  ve bu yüzden  özgürlükçü bir yapılanmaya gidilemediği ortaya konulmaya çalışılmaktadır . Türk ulusu ,yirminci yüzyılda yeni bir dünya düzeni kurulurken  ,yeryüzü haritasında yerini almaya çalışmış ama  toplumun diğer kesimlerinin  bu doğrultuda kendi yapılanmalarına gitmelerine izin verilmemiştir . Bir anlamda dolaylı bir Sevr haritası savunması olan kitapta , batı emperyalizminin Anadoluya Balkanizasyonu taşıması gerektiği  ve bu  doğrultuda tıpkı Balkanlarda olduğu gibi küçük küçük devletçiklerin Anadolu coğrafyasında Sevr haritası doğrultusunda oluşturulması gerektiği ,dolaylı yollardan ifade edilmeye çalışılmaktadır . Balkanlardaki küçük devletçikler benzeri yapılanmalar ile , Anadolu’da yaşayan çeşitli topluluklara kendi devletlerini kurma şansının tanınmasını savunan  gayrimüslim entelektüel  , Türk devletinin ulusal ve üniter yapılanmasına dolaylı yollardan karşı çıkmaktadır .
            Yüz yıllık parantezi konu alan kitabın son bölümünde başlık olarak parantezin kapanması ele alınmış ve  2015 yılına doğru gidilirken  , Anadolu’nun doğu bölgesinde yeniden bir Hrıstıyan yapılanmanın gündeme getirilmesi gerektiği açıkça vurgulanmaktadır . Birinci dünya savaşı sırasında Doğu Anadolu’da meydana gelen kendi devletini kurma mücadelesini Türkler ve Müslümanlar kazandığı için  , Misakı Milli sınırları içerisinde ulusal ve üniter bir devleti Türkler kurabilmiştir . Devlet kurma mücadelesini kazanan Türkler , bugün soykırım yapmakla suçlanmakta ve bu doğrultuda yabancı mahkemelerde yargılanarak mahkum edilmeye çalışılmaktadır . Toprak talebi ile birlikte ayrı bir devletin Türkiye’nin doğusunda tanınması ve bu doğrultuda  Türklerin  ülkenin doğu bölgelerinden geri çekilmesi açıkça talep edilebilmektedir .
Rusların sıcak denizlere inme hattı ile Fransızların Suriye’den Hazar bölgesine   çıkma hattı olan bölgede Büyük Ermenistan kurmak hayalleri peşinde koşanlar , Türkiye Cumhuriyetini yüz yıllık parantezin içine kapatarak , böylesine bir devletten kurtulabilmenin hesaplarını yapmaktadırlar . Batı ülkelerinin bir çoğunda alınan parlamento kararları ile Türkiye geçmişteki olaylar nedeniyle suçlanmakta  ,karşılıklı çekişme ve sürgünler sırasında  Osmanlı devletinin var olduğu unutularak , Osmanlı yönetiminin kusurları ve suçları Türk devletinin sırtına yüklenmeye çalışılarak, ciddi bir haksızlık yapılmaktadır . Osmanlı devletinden sorulması gereken hesabın Türkiye’den sorulması , tıpkı İsrail’in Romalılar döneminde sürgün edilmelerinin suçunu  zavallı Filistinliler’den sorması gibi  ortaya hukuka son derece aykırı bir durum yaratmaktadır . Osmanlı döneminden Türk devleti sorumlu tutulamayacağı gibi ,Roma imparatorluğu döneminde gerçekleşen sürgünün suçu da Filistin halkının üzerine yüklenemez . Uluslar arası hukuk böylesine çelişkili durumları ortadan kaldırabilmek üzere  günümüzde  yeni açılımlar yapmak zorundadır .
Türkiye Cumhuriyeti , ne tez , ne anti tez,ne de parantez değildir . İmparatorlukların tarih sahnesinden çekildiği bir aşamada ortaya çıkan çağdaş bir ulus devlet projesi olarak Türkiye Cumhuriyeti, günümüzde uluslar arası bütün kuruluşların hem kurucusu hem de üyesi  konumuyla  çağdaş uluslar ve devletler ailesinin onurlu bir üyesi olmaya çalışmaktadır . Bir çok engel ya da manüplasyon ile karşı karşıya kalan Türkiye Cumhuriyeti, kurucusu  büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün  söylediği gibi,  ilelebet payidar kalabilmenin çabası içerisinde olduğu için, böylesine güçlü bir devleti yüzyıllık parantezlere sıkıştırmak mümkün değildir. Üç kıtaya yayılmış bulunan Türk dünyası ile çeşitli ülkelerde yaşamını sürdürmekte olan üç yüz milyonun üzerindeki Türk asıllı toplulukların Türkiye Cumhuriyetini parantez olmanın ötesine taşıyarak, her türlü parantez kıskacının aşılmasında, Türk devletinin en büyük yardımcısı olarak dünya sahnesinde yerlerini almaktadırlar. Türkiye Cumhuriyeti tez, antitez ya da parantez olmanın ötesine giderek, çağdaş bir sentez olarak, yeni dönemde bütün dünyaya örnek gösterilen bir devlet konumuyla öne çıkmaktadır.