9 Şubat 2010 Salı

ALÇAKLIK VE KÜSTAHLIK: “SOY’A DÖNÜŞ” SÜRECİ
Mustafa Nevruz SINACI
Bizde “açılım” furyası, tam bir cehalet, şaibe ve şeamet biçiminde sürüp giderken; Hain komşu ‘hinoğlu hin’ her zamanki gibi pusuda… Biz, kirli çamaşır ve sözde açıklarımızı ortaya dökerken o, fırsattan istifade siyasi-sosyal ve maddi “açıklarını” kapatmakla meşgul…
27 Mayıs kalkışmasından sonra da 1963 -1980 döneminde tam bir insanlık düşmanlığı, terör mihraklarını tahrik, anarşiye yardım-yataklık yapmıştı. İyi hatırlayınız. O kirli, karanlık yıllarda yaşanan kâbus en çok Bulgaristan’a yaramış; komşu, ülkemizi bölmek, kana bulamak ve kardeş kavgası yaratan sağcı-solcu dâhili (domuzlara) bedhahlara miyarlarca dolarlık silâh, patlayıcı ve mühimmat pazarlamıştı.
Sonra yıllardır sistematik biçimde uyguladığı iç ajitasyon, Belene zulmü, ağır işkence, zoraki ad değiştirme, Slavlaştırma, asimilâsyon, zorunlu göç (tehcir) ve yer-yer “soya dönüş” gerekçeli “soykırım” teşebbüslerine, aciz ve zavallı (dönem) Türk hükümetlerine rağmen hız verdi. Yerine göre de İnönü yadigârı “Osmanlı Belgelerini” tehdit ve şantaj malzemesi olarak kullanmaktan bile kaçınmadan!..
Gerçekte “aslını inkâr” ve “dönmeliğin” lânetine uğramış bir çete devleti Bulgaristan.
Bu nedenle, yıllardır medenileşemedi, bir hak, adalet ve hukuk devleti olamadı.
Son “CÜRÜM”lerine Bakalım:
2009 yılı Aralık ayında Türkiye’den 20 milyar dolar tazminat istemeye yeltendiler. (1)
Hükümetten değil; Sivil toplum, kamuoyu ve halktan yükselen büyük tepki karşısında paniğe kapılıp geri adım attılar. İş bu tazminat istemleri tam bir “yavuz hırsız” misali olup; “1912 -1913 yıllarından sonra Türkiye’ den göç eden Bulgarların, burada bırakmak zorunda kaldıkları mal ve mülklerine karşılık” gelmek üzere idi. (2)
Türk Milleti’nden şöyle bir cevap aldılar: “Önce Bulgaristan işgalci olarak bulunduğu toprakların tapusunu versin bakalım…101 yıldır bizim öz topraklarımızı kullanıyor.. Tapuyu geri versin hele, biz de 10 milyarı veriveririz elbet ne olacak. Ne de olsa Bulgarlar bizim eski kardeş ve soydaşımız… Tekrar birlikte oluruz olur biter..”
Buna karşı misilleme; Devlet Radyo-Televizyonunda günde 10 dakika süreyle yapılan “Türkçe haber yayınının” kaldırılması biçiminde “tehdit” olarak döndü. Sofya’da “gözdağı” gösterileri yapıldı. Radikal bir parti meydanlarda, Türkiye ve Türkler aleyhine aleni tahrik ve tehdit şovları sergiledi.. Tabii bizim dışişleri bu manzaraları görmedi bile!..
OYSA; Bulgaristan Türkleri dediğimiz Türkler, Osmanlı zamanında şimdiki “öz ata” topraklarına yerleşmiş Türkler; Bulgar Türkleri dediklerimiz ise, çok ama çok daha önceleri gene aynı topraklara yerleşen Bulgar (Belgur, Balkar) Türkleri.. Daha gerilere gidersek sadece Bulgaristan toprakları değil, olduğu gibi bütün Balkanlar ve çevresi de Türk toprağı ve orada yaşayanlar Türk’tür… Şimdi “Bulgar” dediğimiz bu dejenere toplum sonraları (Bizans, patrik ve papalık baskısı ile) Türklükleri unutturulmuş; cebren, baskı, zulüm ve soykırımlar sonucu başka kültür dairesine (Slav) geçirilerek “soysuzlaştırılmış” (dönme) olanlardır….
Yıllardır zalim, despot ve diktatör yönetimlerce uygulanan baskı, zulüm ve işkencenin esas nedeni de; Geniş halk kitlelerinde “yeniden bir Türkleşme, İslâmlaşma ve medenileşme” korkusudur. Aslında bu korku çok derindir ve bütün Avrupa da vardır…
Her neyse, 2010 yılı Ocak ayı başında, tam bu söylemler hız kesmiş ve kapanmışken; 28 Ocak günü FROGNEWS.BG (http://frognews.bg/) isimli bir Bulgaristan gazetesinde Stoyko Stoyanov imzası ile bir makale yayınlandı.
“Soya Dönüş” süreci ile ilgili soruşturma müruru zamana (zaman aşımına) mı uğradı?.. Neden (ve niçin) rafa kaldırılıyor?..(3)
Doç Dr. Zeynep ZAFER tarafından özenle yapılan “Haber Makale” tercümesini; İçerik ve anlam bütünlüğünün bozulmaması ve belge değerinin korunması bakımından aynen veriyorum:
Bulgaristan Türklerinin Mayıs 1989 Kovulması

İsim değiştirme süreci ve 400 bin Türkün ülkeden kovulmasının mimarları cezalandırılmamakta ve (Bulgar) Hukuk sistemi, 20 yıldan beri konuyla ilgili soruşturmayı boykot etmektedir. (bazı ciddi belge ve kaynaklara göre bu rakam: 500.000’dir)
Devasa “Soya Dönüş” soruşturmasında 20 yıllık yasal sürenin sessizce dolmuş olma ihtimali vardır. Süre uzatımı ile ilgili herhangi bir resmi başvuru da yapılmamıştır. Bazı hukuk kaynakları, olay yaratacak bu haberi Frognews.bg’ye verdi. Ancak, Askeri Savcılık yetkilileri, açıklama yapmayı kesin olarak reddetmektedirler. Dönemin en uzun soruşturmalarından biri olan “Soya Dönüş” rafa kaldırılmaktadır. Böylece, Bulgaristan Türklerine karşı Komünist Rejimin işlediği suçlar, cezalandırılmamış olarak kalacaktır.
Frognews.bg, daha geçen yılın Aralık ayında bu soruşturmayı denetleyen Sofya Askeri Savcılığına, Yüksek Savcılık aracılığıyla aşağıdaki 5 soruyu yöneltmiş ve resmi olarak cevap almaya çalışmıştır:
1. “Soya Dönüş” süreci ile ilgili soruşturma ne durumda?
2. Soruşturmanın 20 yıl sürmesinin nedenleri nelerdir?
3. 20 yıllık süresi tam olarak ne zaman dolmaktadır?
4. Savcılığın, soruşturma süresinin uzatılması yönünde başvuru yapma ve araştırmayı devam ettirme niyeti var mıdır?
5. Bu soruşturma çerçevesinde eski Bulgar Komünist Partisi mensubu merkez ve bölge yöneticilerinin herhangi bir suçu ispatlanmış mıdır?
Mektubumuz askeri yetkililere ulaştırıldı, ancak bir aydan beri Sofya Askeri Savcılığından tarafımıza herhangi bir cevap gönderilmemiştir. Gayri resmi kaynaklardan öğrendiğimize göre, soruşturmadan sorumlu Savcı Evgeni İvanov, bu konuda rahatsız edilmek istemiyormuş. Dolayısıyla konuşması da, konuşmaması da mümkünmüş. Söz konusu soruşturma yakın bir zaman öncesinde kendisine verilmiştir;
Bunun dışında İvanov, Frognews.bg sorularını kışkırtıcı buluyormuş. Soruşturma gizlilik gerektiriyormuş. İvanov’un asker iş arkadaşlarıyla paylaştığına göre soruşturma, farkına varılmadan zaman aşımına uğramış, kendisi bu konuda şeflerini uyarmış, ancak neler yapılması gerektiği konusunda herhangi bir görüş bildirilmemiş.
Hukukçulara göre soruşturmanın özellikle “süresi” konusu yoruma açık ve çok tartışmalıdır. Çünkü belli bir zamanda ve kesin bir yerde işlenmiş tek bir suçla ilgili değildir; 1984’dün sonundan 1990 yılının başına kadar uzanan bir süreçte ülkemizin farklı bölgelerinde yaşayan binlerce insanı kapsayan devasa bir suç eylemi süreci söz konusudur.
Mavi Koalisyon Milletvekillerinin Bildiri Tasarısı
20 yıldan beri devam eden soruşturma, geçen yılın sonuna doğru Mavi Koalisyon’un 10 milletvekilinin dikkatini çekti. Bu 10 milletvekilleri, 27. 10. 2009’da resmi olarak Halk Meçlisinin Başkanı olan Tsetska Tsaçeva’ya bir Bildiri Tasarısı sundu. Tasarıda 400 bin Türkün vatanından kovulmasına sebep olan Komünist rejiminin Türk azınlığımıza karşı yürüttüğü eritme politikası ve “Soya Dönüş” süreci kınanmaktadır. Bildiri Tasarısında “İsim değiştirilmesiyle ilgili başlatılan soruşturmanın, Bulgar hukuk sistemi ve Cumhuriyet Başsavcısı tarafından devam ettirilmesi istenmektedir; Zaman aşımına uğradığı gerekçesiyle komünist dönemi suçlarının örtbas edilmesi durumunda ise tüm Bulgar halkına mal edileceği konusunda uyarı yapılmaktadır”.
Ancak nedense bu Tasarı, Meclisin tozlu raflarına kaldırılmış ve şimdiye kadar üzerinde herhangi bir görüşme gerçekleştirilmemiştir. Bildiri Tasarısının neden reddedildiği konusunda herhangi bir açıklama da yapılmamıştır.
Belli bir süre önce Hak ve Özgürlükler Hareketi lideri Ahmet Doğan, rafa kaldırılmış İsim Değiştirme soruşturmasını kastederek insanlığa karşı işlenen suçların zaman aşımına uğramasının mümkün olamayacağını kesin olarak belirtmiş olsa da partisi, seçmenlerine şu konulara açıklık getirmek zorunda kalacaktır:
Miting ve toplantılarda anlattığı masallar ve Lahey Adalet Divanı ile ilgili ileri sürdüğü tehditler dışında Ahmet Doğan neden cinayetlerden, işkencelerden, Türklerin mahkeme kararı olmadan Belene Toplama Kampı’na gönderilmesinden, birçok sülâlenin memleketlerinden sürülmesinden (tehcir) ve asimilasyon uygulamalarından sorumlu kişilerin hukuk önünde hesap vermesi için somut adımlar atmamıştır?
Halk arasında yayılan söylentilere göre Bulgar Sosyalist Partisi ile Hak ve Özgürlükler Hareketi arasındaki Stanişev Kabinesi bünyesinde ortak çalışma anlaşması, eritme politikasına karşı yürütülen soruşturmanın unutulmasından geçmektedir; Ama Ahmet Doğan çevresi, böyle bir anlaşmanın varlığını sürekli olarak reddetmektedir.
Mahkeme çevrelerindeki söylentilere göre ise, bu soruşturma özellikle eski komünist Başbakan Georgi Atanasov yüzünden uzatılmaktadır, çünkü hala hayatta olan tek sanık Georgi Atanasov’dır. Üst düzey bir yetkiliye göre Atanasov’un ölümünden sonra ancak bu soruşturma yeniden ele alınacak ve üzerinde çalışılma yapılacaktır.
Frognews.bg şunları hatırlatmaktadır:
“Soya Dönüş” süreci sırasında işlenen suçlarla ilgili hukuki kovuşturma, herkes tarafından bilinen “Bir No’lu” soruşturmasından bölünerek 1990 yılında başlatılmıştır. Bir yıl sonra Askeri Savcılık, Ceza Kanunun 162. maddenin 1. fıkrası uyarınca Todor Jivkov, General Dimitır Stoyanov, Petır Mladenov, Georgi Atanasov ve Penço Kubadinski’ye karşı “ırk ve din temelinde düşmanlık yayma ve kışkırtıcı faaliyetlerde bulunma” suçlamasıyla hukuki inceleme başlatmıştır. Savcılık, 1993’te bu suçlamadan vazgeçmiş ve 387. maddenin 2. fıkrası uyarınca yeni bir suçlama yöneltmiştir. Sözünü ettiğimiz soruşturma, günümüze kadar 10 defadan fazla kapatılmış ve yeniden açılmış, delil yetersizliği nedeniyle reddedilmiş ve Savcılık sistemi içersinde farklı mercilerde bekletilmiştir. Aynı zamanda “Soya Dönüş” süreci soruşturması bölünerek 5 ayrı soruşturma daha oluşturulmuştur. Fakat en büyük yavaşlatma 1995 yılında gerçekleşmiştir. Yüksek Mahkemenin Askeri Heyeti, yeni delillerin toplanması gerekçesiyle soruşturmayı reddetmiştir.
Heyet, 1984-1989 yılları arasında yapılan baskılara maruz kalan tüm mağdurlardan ifade alınması özellikle şart koşmuştur. Buna benzer imkânsız bir isteğin gerçekleştirilmesi pratik olarak mümkün değildir, çünkü tüm dünyaya dağılmış yüzlerce değil, binlerce şahidin buraya çağrılması söz konusu olmaktadır.
Vefatlarından dolayı Todor Jivkov ve Dimitır Stoyanov’a karşı açılan soruşturmalar, 1998 yılında kapatılmıştır. Daha sonra da Georgi Atanasov’a karşı yürütülen cezai soruşturma kaldırılmış, ancak 2001 yılında adı geçen eski Başbakan tekrar sanık olmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti’nin yardımıyla şimdiye kadar 312 şahit ifade vermiş ancak 126 kişinin tam adresi belirlenemediği için yetkiler onlardan ifade alamamıştır.
Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin isteği üzere 2007 yılının kışında Başsavcı Yardımcısı Valeri Pırvanov, Başsavcılığın bu konudaki görüşünü Meclisin İnsan ve Din Özgürlükleri Komisyonunda açıklamıştır. Ona göre N II-048 sayılı soruşturma, yeterli delil toplandıktan sonra ve kontrolü altında olan Savcının kararına bağlı olarak yenilenebilecektir.
Avrupa Konseyi, bu konuyla ciddi olarak ilgilenmektedir. Mayıs 2006 yılında Hana Severinsen isminde bir temsilcisini Bulgaristan’a göndermiştir. Bayan Hana Severinsen, soruşturmanın bloke edildiği, kimsenin ceza almadığı, kurumların bu konuda herhangi bir faaliyet göstermediği gibi tespitlerde bulunmuştur.
“Soya Dönüş” süreci ile ilgili soruşturmanın bloke edilmesi, Hak ve Özgürlükler Hareketi ile güney komşumuzdaki bazı göçmen derneklerin arasının açılmasını neden olmuştur. Bulgar hukuk sistemi, adaleti yerine getirmeyi reddettikten sonra, bu dernekler, Avrupa kuruluşlarından adalet arama konusunda bazı girişimlerde bulunmuştur. Derneklere göre kampanya sırasında 1300 kişi çok büyük zararlar görmüştür. Belene Toplama Kampı’nda tutulmuş olan 517 kişinin isimleri belirlenmiş ve Resmi Gazetesinde yayımlanmıştır. Bu kişiler üzerlerinde baskılar uygulandığı resmi olarak kabul edilmiştir. Bunun yanı sıra mahkemeler tarafından cezalandırılmış siyasi mahkûmların isimleri belirlenmiştir. Üstelik Resmi Gazetede 1313 Sayılı Karar yayımlanmıştır. Bu Karara göre“Soya Dönüş” kampanyasını uygulayan yaklaşık 200 kişi “üstün başarılarından dolayı” Bulgar Komünist Partisi ve Todor Jivkov tarafından resmi olarak devlet ödülüyle ödüllendirilmiştir. Suç işleyen, yetkilerini aşan, işkence için emirler veren İçişleri Bakanlığı ve Bulgar Komünist Partisi çalışanların isimleri, ülkenin çeşitli bölgenin ve Bulgar Komünist Partisinin arşiv belgelerde yer almaktadır.
GERB Partisi Hükümeti açısından yeni yıl pek çok sürprizle başladı, ancak Boyko Borisov’un Türkiye’ye yapacağı muhtemelen 7 Şubat tarihli ziyareti, kendisine başka bir sürpriz hazırlamış olma ihtimali vardır. Bu sürpriz, Bulgar Milli Televizyonunda yayımlanan Türkçe haber programına karşı diş gıcırdatmasından ve Trakya göçmenlerine tazminat ödenmesiyle ilgili Bojidar Dimitrov’un sevdasından çok daha ciddi olacaktır.
Komşularımız ve göçmenler, bu zavallı “Soya Dönüş” soruşturmasını olduğu gibi NATO ve AB üyesi olan bir ülkenin adaleti yerine getirmemesinin sebebini mutlaka soracaktır.” (4)
ALÇAKLIK VE KÜSTAHLIK: “SOY’A DÖNÜŞ” SÜRECİ
Mezkür soruşturmaya verilen ad ve/veya anılış biçimi ne kadar anlamlı, kurnazca, sinsice ve kinayeli, dikkat ediyor musunuz? Tıpkı “Ümraniye soruşturmasına” Ergenekon adının takıştırılması ve yakıştırılması gibi!.. “Soy’a dönüş süreci”!.. Güya, işkence, zulüm, tehcir ve soykırım faili “dönmeler” asil; Türklüğünün şeref ve şanını asaletle koruyan ve yükselten asıl/gerçek/soy asli-ana unsur asimile!..
AB ve dünyayı kandırmak için ustaca uydukları yalan, iftira ve aldatmacaya bakın!..
Sanki adını (ve dinini) değiştiren aslına rücu edecekmiş!.. Öyle mi?...
İşte; Başta Bulgarlar olmak üzere, Rum (Romalı Hıristiyan Türkler) ile diğer Balkan yerleşiklerinin tarihi fobi ve yaman çelişkisi bu. Asaleten Türk olduğunu bilmek, bunun farkında olmak ve fakat “kaybettikleri değerler; insanca ve İslâm’ca yaşam biçimini terk” yüzünden amansız bir hayıflanmanın görüntüsü bu!...
UYAN TÜRKİYE!..
Burada açıklananlar; Gerçekten yaşananlar ve halen, her şeye rağmen alçakça, kalleşçe ve küstahça yapılan uygulamalar yanında hiç kalır. Örneğin: Çifte vatandaşlık, mütekabiliyet hakları, ikili antlaşmalar ve AB üyeliğine rağmen halen süren “parçalanmış aileler”, “sosyal haklar”, “sabit kıymet ve gayrimenkul transferi”, “müktesep hak iadeleri” ve nihayet değişen isimler nedeniyle yaşanan büyük ıstırap, çile, eziyet, adım başı zulüm ve hukuki riyakârlıklar.
İşte bu vesileyle “duymak ve bilmek isteriz” TC Dışişleri Bakanlığı’nın asli görevi bu ve benzer sorunları, Türk vatandaşları lehine çözümlemek ve sorunları önlemek değil mi?!..
Kaynaklar:
(1) Baki Dökme, 4.1.2010 bakidokme@hotmail.com www.iyidersler.8m.com
(2) Bilindiği gibi Dış Bulgarlar’dan sorumlu Devlet Bakanı Bojidar Dimitrov, Balkan Savaşları sırasında (1912-1913) Trakya’dan Bulgaristan’a göç eden Bulgarlar için Türkiye’den 20 milyar dolarlık tazminat ödenmesi istemesiyle (Aralık-2009) ciddi bir diplomatik sorun yaratmıştı.
(3) Bulgaristan’da en yoğun olarak 1984-1985’te gerçekleştirilen zorunlu asimilasyon çerçevesinde Türklerin isimlerinin Bulgar adlarıyla değiştirilmesi kampanyası dönemin Bulgar yetkilileri tarafından “Soya Dönüş Süreci” olarak adlandırmıştır. Öne sürülen asılsız iddialara göre Bulgaristan’da yaşayan Türk ve Müslümanlar, Türk asıllı değil, zorla Türkleştirilmiş Bulgarlardır (yani Slavlardır). Kendilerinin uyguladığı zorunlu asimilasyonu haklı çıkartmak için bu yola başvurulmuştur.
(4) Bulgarca’dan çeviren Doç. Dr. Zeynep ZAFER

3 Şubat 2010 Çarşamba

HANGİ DÜNYA DÜZENİ ?!...
Mustafa Nevruz SINACI
1944’den bu yana bir “yenidünya düzeni” furyasıdır almış gidiyor.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu söylem, insanlara çok hoş; Demokrasi, hak-adalet, barış ve hukuk vaat eden sevimlilikte pek sıcak ve ümit-var geliyordu.
Evrensel bir yalan, kirli bir oyun ve düzen olduğu çok çabuk ortaya çıktı.
Aradan geçen yıllar, bu teranenin hiçte samimi ve iyi olmadığını gösterdi. Bitti denilen savaş gerçekte hiç bitmedi. Açlık, yokluk, yoksulluk da öyle… Hiç bitmeden sürdü, sürüyor.. Çünkü daha o yıllarda türeyen “yenidünya” düzencileri, bir takım sahtekâr-düzenbaz, yalancı-talancı, dolandırıcı, mukallit ve mutlak surette “kene ve domuz cinsi” kan emici-sömürücü, terör-tedhiş odağı, bölücü ve faşist-anarşist idiler.
Bu nedenle, ileriki yıllarda 1. ve 2. Dünya Savaşları çok tartışıldı.
Üstüne üstlük, yeni Çağ’ın adını da “BİLGİ ÇAĞI” koydular.
Ancak “bilgi” namına yapılan tertip ve teşebbüsler asla “bilge’ce” olmadı.
Adına “aydın” dedikleri bir garip tür ve manipüle yaratıklar ortaya çıktı.
Gerçek ilim-bilim adamları, kanaat önderleri ve halk filozofları ustalıkla dışlandı.
İşte bu süreçte, kolektif düşünce ortamları, kurumsal beyin fırtınaları ve akil adamlar tarafından “dünya savaşları” ile bunların aptalca sebepleri ve korkunç sonuçları sorgulandı. Hattâ, her iki savaşın da “bilumum öncü ve artçıları ile” bir provokasyon olduğu iddia edildi. Milyonlarca insanın alçakça katledilmesi, muazzam maddi-manevi eser ve servetlerin mahvı, doğal dengenin onarılmaz bir darbe yemesi gibi felâketler doğurduğu değerlendirildi.
Nitekim şu anda, dünyanın tapusunu elinde tutan ve yeryüzü halkını amansızca sömüren kirli ve karanlık güçleri analiz ederseniz; Hakikatin aynen böyle olduğunu “sizde” görürsünüz… Sağcılar ve solcular, maddeci-materyalistler, dindarlar ve din tüccarları!..
1944’den bu yana dünyanın bütün ülkelerinde uygulanan senaryo aynı.
Zamanla bu arenada etnik kök, din-mezhep ve tarikat argümanları bile pazarlandı.
Bir tarafta bütün unsur, uzantı ve bağlantılarıyla “yenidünya düzencileri” yer alıyor.
Diğer tarafta, barışçı, pasif, insancıl, merhametli, üretimin ana unsuru ve dünyanın yükünü omuzlarında taşıyan “merkezi oluşturan” geniş halk kitleleri; Sadece anılan, anlatılan ve içtenlikle özlenen “medeni siyaset ve adalet ahlâkı”
Ve, tarihin derinliklerinde kalan bir Nuşirevan!...
Ve adına “kemirgenler, sömürgenler, hortumcular, kan emici kapitalist, emperyalist vampir, din tüccarı kene, siyaset hak ve adalet istismarsısı, sağcı-solcu, şucu-bucu” denilen İnsani boyut ve bilinç toplumu düşmanı alt varlıklar… Bunlar, adeta devasa bir ahtapot (canavar) gibi dünyayı sarmış, güçlü kollarıyla çoğu devleti pençeleri içine almış, kuşatmış, dini-donu, aidiyeti-milliyeti olmayan insanlık dışı yaratıklar olup; Gerçekte aynı olan ve fakat birbirinden ayrı gibi görünen iki koldan hareket eder ve faaliyet gösterirler.
Bunlardan birincisi ateist-pagan, din ve ahlâk, hak-adalet düşmanı, evrimci-devrimci sefih solcular; diğerleriyse dinci-kinci, yaradılışçı geçinen paracı-pulcu, fesat ve tefrikacı sözde sağcılar; Yerine göre farklı ad ve fraksiyonlar olarak tanımlanan tali gruplar…
Tek merkezden kontrol, koordine, tedvir, organize ve idare edilen “insanlık düşmanı” bu unsurlar, dünyanın bütün ülkelerinde var olup; Her yerde ve her şekilde tezahür ederler.
Örneğin meclisler, yönetim unsurları, köşe başları ve ekrandaki kuklalar!
Daha çok gazeteci, yazar ve akademisyenler arasından seçilen popülist demagoglar…
Her biri ellerine verilmiş senaryoları başarıyla oynuyorlar.. .
Bir yazarın (*) dediği gibi “bazısı bilerek bazısı habersiz, gaflet, dalalet ve hıyanet içinde yüzyılın oyununu sahneliyorlar..”
Bu yazar da onları ülkemiz özelinde (yerel bazda) iki kategoriye ayırıyor:
“Birkaç kuşak kentli olanlar, Batı’yı Kâbe bilerek yoğrulmuşlar, kolejlerden çıkıp Avrupa ya da Amerika’nın yolunu tutmuşlar. Attila Ağabey’in (İlhan) deyişiyle, saatlerini hep Batı’ya ayarlamışlar. Her gün ekranlarda “Türk Ulusu hiç olmadı ki!...”, “Türkler etnik bir topluluk!”, “Türk sözü yasalardan çıkarılmalı!” demekteler...
(İşin en garip ve enteresan yanı şu ki: Bunların kahir ekseriyeti kendilerini Atatürkçü, ilerici, aydın ve çağdaş olarak tanımlar!.. Ancak aralarında NUTUK’U okuyan nadir, Kuran’ı Kerim okuyanı ve namaz kılanı (!) hiç yoktur. Yine bu gruptakilerin çoğunluğunun Ermeni, Rum, Yahudi kökenli dönme-devşirme veya sabetaist, mason, misyoner ve koza-kripto olduğu gözlenir.)
Biri “Batı’nın bu denli olumsuz bir imaja sahip olduğu bir ülkede, nasıl Batı yanlısı politikalar izlenecek?” diye iç çeker, bir başkası “Avrupa ve ABD Kürt Sorunu’nu çözmemizi istiyor, çözeceğiz!” diye çığlık atar, ani çark edişiyle dikkat çeken ötekisi “Türkiye bölgenin Amerika’sı!” diye yazarçizer, üstüne bir de kükrer!
İkinci grup kırsal kesimden gelen, tarikat ve cemaatlerin taa içinde yer alan, hilafetçi, şeriatçı söylemlerle ortada dolaşan, her türlü parasal ilişkileri beceriyle başaran, Amerika’yı Kâbe kabul edenlerdir. Büyük Ortadoğu Projesi’ni canhıraş savunurlar. Saltanata ve hilafete büyük bir iştahla sahip çıkarlar. Aynı sırtlan iştahıyla Gazi Mustafa Kemal’e saldırırlar!
(Bu grup Müslümanlık iddiasındadır. İslâmi argümanları ince bir ustalık ve derin bir kurnazlıkla kullanırlar. Görüntü mükemmeldir. Oruç, namaz, hac hiç ihmal edilmez. Fakat, aralarında bir tane bile “samimi, muttaki, imanlı-şuurlu” gerçek Müslüman yoktur. Zira bu kategoriyi oluşturan tür; Yalancı, küfürbaz, kinci, üçkâğıtçı, düzenbaz-madrabaz, emanete hıyanet eden, kul ve yetim hakkı yemekte mahir, sözünde durmayan, çalan-çırpan, fırsat buldukça her namussuzluğu, sapkınlık, yolsuzluk ve soysuzluğu çok kolaylıkla, fütursuzca yapabilen çok tehlikeli yaratıklardır. İşin garibi, nesepleri araştırıldığında bunların da büyük çoğunluğunun Ermeni, Rum, Yahudi kökenli dönme-devşirme veya sabetaist olduğu gözlenir)
Batı’ya biat eden işte bu iki grup, Türk milleti ve Mustafa Kemal nefretinde birleşirler.
Şu anda Türkiye’deki tüm kanalların başında Amerikalı Avrupalı “uzmanlar” var.
Diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de medya bombardımanını yönetiyorlar. 10 yıl içinde millet, yarışmacı ve izleyici haline getirildi.
Zehirli bir toplum projesi halkın direnme gücünü sınıyor.
Her gün “demokrasi, hak hukuk, özgürlükler” adı altında!
"AÇILIN; SAÇILIN; DEĞİŞİN!” diyenleri dinliyoruz.
Batı, Türk milletinden boşuna nefret etmiyor...
Tarihin çeşitli dönemlerinde tüm planlarını defalarca alt üst eden başka bir millet yok.
Halkını bin bir etnik gruba bölmeye çalışsalar da; Allah’la aldatmaya uğraşsalar, sahte dinleri dayatsalar da; beyaz camdan uyku hapları, zehirli iğneler fırlatsalar da; “aydın” kisveli deccalları besleyip besleyip büyütseler de, Türk milleti “mucize” bir millettir!
Çok yakında yeni mucizesini, tüm ağırlığıyla hainlerin suratına geçirecektir!”
NETİCE: 07.11.1982 Tarih ve 2709 Sayılı “mevcut” Anayasa’yı ilga ve sözde “sivil anayasa” yapmaya kalkışan (asker-sivil; sahibinin sesi) bilumum sulta ve cuntacılara “lütfen” DİKKAT ediniz!.. Bunların mütemmimi ve sadece bir kuşak öncesi de; TC’nin “Tek Sivil Anayasası” olan, Mustafa Kemal Atatürk’ün (1924/1928) Anayasası’nı 27 Mayıs 1960’da ilga, mahküm ve mülga etmişlerdi. (*) Banu Avar’ın Kasım 2009’de basımı yapılan “Hangi Dünya Düzeni?” adlı kitabı.
EK: DÜŞÜNMEYE DAVET! Japonya'dan Amerika'nın Batı kıyılarına; İzlanda'dan Güney Afrika Cumhuriyetine kadar etken ve etkili, Dünyanın en uzun süreli imparatorluğu İNGİLTERE Krallığı'nın Anayasa ve Anayasa Mahkemesinin (ve Danıştay'ının) olmaması size neler düşündürüyor? (http://www.kriter.org/)
« Dünya Terazi’nin Üzerinde! >> İMO Ankara Şubesi 19. Genel Kurulu »
1 Kere Cevaplanmış to “Hangi Dünya Düzeni?” 1::: Halil DAĞ Says:
"İçerik olarak altını rahatlıkla imzalayabileceğim bir yazı.
Ancak Üstad, giriş kısmında bir teknik hata olduğunu düşünüyorum. O da YDD’nin 1944′te başladığına ilişkin savınız.
Dünyanın modern siyasi tarihinin 1648 Westpalia Anlaşmasıyla başladığı kabul edilir. Sistemin özü “ulus – devlet”e dayalı imparatorluklar ve krallıklardır. Daha sonraki 1815 Viyana Sözleşmesi ile sistem son şeklini alırken net bir ulus-devlet yapısına bürünür. 1915 ve 1945 de aynı ssitemin devamıdır. 1945′in tek farkı, Osmanlı merkezli şark sisteminin çökerken onun yerini Viyana’daki kutsal ittifakın bir parçası olan Rusya’nın SSCB adıyla alması ve Avrupa merkezliliğin (Merkez İngiltere) yerini Atlantik merkezliliğin almasıdır.
Değişen önemli şeyler vardır ancak “öz” aynıdır. Sadece kontrol merkezinin koordinatları Okyanus’un ötesine kaymıştır. Ancak sistemin kalbinde sermaye odaklı ulusüstü yapılanma vardır ve bu yapılanma topyekün “BATI” olarak tanımlanmaktadır.
Hatta bu konuda meşhur taktisyen T. MacKinder’in bir sözü gerçeği açık etmesi bakımından çok önemlidir. Der ki; “Bugün sermaye bizdedir. Elimizdeki bu sermaye ile istediğim ülkenin kalbini ele geçirebileceğiz. Sermayemizle dünyayı yönetme imkanı elimizdedir.”
Laf uzun oldu, ama YDD çok farklı bir şeydir. Çünkü 1648-1990 arası tamamen ulus devlet odaklı ve milli devletlerin sahnede olduğu bir sistem iken 1990 sonrası düzen devlet kavramının yok edilmek istendiği, yüzyıllardır kuluçkada olgunlaştırılması sağlanmaya çalışılan Küresel Tek Dünya Hükümeti düşüncesinin sahneye sürüldüğü birtarihtir. Bu bakımdan YDD kavramı 1944′ten ziyade 1990 için daha uygun düşmektedir.
Çünkü 1990′a kadar devlet hep olmuştur. 1990 sonrası ise ABD öncülüğünde devletsiz dünya arayışının devridir. Saygı ve Selamlarla." Halil DAĞ