23 Ekim 2010 Cumartesi

ORTADOĞU CEHENNEMİ VE
MASUM HALKIN BARIŞ ÖZLEMİ
Mustafa Nevruz SINACI
Genelde Orta Şark biçiminde anılmakta ve tanımlanmakta iken; Terminolojik anlamda ilk kez 1902’de Amerikan deniz tarihçisi ve stratejist A. Thayer Mahan, Avrasya ile Hindistan arasında yer alan bölgeyi ifade etmek için ‘Orta Doğu’ terimini kullanmıştır. Kavram, Avrupa merkezli türetilmiş olması nedeniyle kabul görmüş ve Sanayi devriminden bu güne, “Avrupa Kıtası” ile Uzakdoğu arasındaki bölgeyi tanımlamak için kullanılmıştır. Avrupalı tarihçiler ile Coğrafya bilimcilerine göre Anadolu’da bir Orta Doğu toprağıdır!..
Söylemi siyasi bir kavram olarak irdelediğimizde Orta Doğu’nun diğer birçok kavram gibi batı odaklı ve sübjektif bir kavramlaştırmanın eseri olduğunu görürüz. Dünyanın en eski ve en ilkel (insani yönden mutasyona uğramış) sömürgeci, dolandırıcı/sahtekâr ve hırsızlarları olan vahşi Batılılar, Avrupa’yı dünyanın merkezi olarak ele alıp, diğer bölgelerin bu merkeze olan uzaklıklarına bakarak “yakın”, “orta”, “uzak” şeklinde kategorize etmişlerdir.
Orta Doğu ile Yakındoğu coğrafyasının tarih boyunca hangi açıdan bakılırsa bakılsın önemli bir coğrafya olduğu görülür. Orta Doğu dünyanın en eski ve önemli medeniyetlerine analık, yataklık ve kaynaklık eden medeniyetin doğduğu yerdir. Nitekim dünyada ilk yerleşim alanlarının ortaya çıktığı coğrafya Mezopotamya’dır. Ön Türk damgası taşıyan ilk devlet, ilk siyaset, ilk toplumlar, ilk askeri düzen, ilk buluşlar ve nehir eksenli ilk düzenli yerleşimlere örnek teşkil etmektedir. İlk yazılı hukuk belgeleri, tarım, ticaret ve şehircilik burada ortaya çıkmıştır. Medeniyet denildiğinde ilk akla gelen en önemli unsurlardan biri de yazıdır ve yazının bulunduğu coğrafya da Orta Doğu’dur.
İlk alfabe, ilk rakamlar ve ilk yazılı anlaşma Orta Doğu coğrafyasının ürünüdür.
Özetle; Tarih bu coğrafyada başlamış ve bu coğrafyada da yazılmıştır. Orta Doğu aynı zamanda insanlığın en çok sınandığı ve binlerce (dünyada en çok) Peygamberin gönderildiği netameli bir yerdir. Sodom ve Gomore, Lut ve Hut kavmi gibi tarihin en ahlâksız ve sapkın kavimleri bu coğrafyada hüküm sürmüşlerdir. Hâsılı bugün olduğu gibi dünü de cehennemdir.
Bunların günümüze kadar intikal tohum ve torunları b.İsrail, Filistin kavmi, Berberi, Habeş ve Araplardır. Adem A.S.’dan sonra 2. Ata Hazreti Nuh Peygamber sürecinde, Hz. İbrahim ile oğlu İsrail (Yakup)’in oğulları olup; Kendilerinin Yasef dedikleri Yusuf’un soy kütüğüne mensup Türk milleti ile Arap-Filistin ve İsrail halkının hiçbir yakınlığı ve akrabalığı yoktur. Zaten bahusus kavimlere on binlerce Peygamberin gönderilme nedeni de; Son derece geçimsiz, istikrarsız, istikametsiz, arsız, kötülük ve ahlâksızlığa pek yatkın olmalarındandır.
Petrol kaynaklarının % 60’ını barındıran bir alan, çok önemli bir geçiş noktası, kutsal toprakların bulunduğu bölge olması ve önemli suyollarının bu coğrafyada yer alması; Orta Doğu’yu stratejik açıdan önemli kılmakta; Bu da tüm dünyanın gözlerinin bu bölge üzerinde yoğunlaşmasına sebep olmaktadır.
Bu ne nedenlerden dolayı Orta Doğu, hem “sahipsiz ve kimsesiz” hem de “hısımı, akrabası çok” olan antimonik (paradoksal) bir coğrafyadır. Tarih boyunca “Orta Doğu adına Orta Doğu için” söylemi bu hısımların mottosu haline gelmiştir. Bunca hısım akrabanın, bu kimsesizin sahip olduğu mirasa göz koymuş olması da Orta Doğu denilince akla bin türlü sorun gelmesine neden olmakta; “Küresel ve bölgesel seviyede de, Orta Doğu her an yüksek derecede, geniş kapsamlı sorun potansiyeline sahip bir bölge olarak önümüze çıkmaktadır.” Bölgedeki her sorun için de “karışanı da karıştıranı da çok” dememiz uygun düşecektir.
Orta Doğu’da tarihten günümüze sorunlara baktığımızda; Türkiye açısından, 1. Dünya Savaşı ihanetleri, Türk düşmanlarına yardım ve yataklık, Ermeni-Kürt ve Süryani unsurlarını kullanarak bölücülük, Avrupa ve ABD destekli isyanlar, Türk milleti aleyhine iftira, tefrika, mezhep ve nesep kavgaları; Cumhuriyet döneminde, Anadolu’dan zuhur bütün anarşi, terör-tedhiş, din, iman ve İslâm karşıtı suç unsurlarına, ASALA dâhil yardım/yataklık!...
İktisadi anlamda öne çıkan sorunlar ise: Kalkınma, Petrol ve Su Sorunu..
Dolayısıyla 1900’lü yıllardan bu yana, sorunlar sarmalı ile birinci derecede muhatap;, ıstırap-çile, korku-elem-keder, aç-açık-açlık-yokluk, kıtlık, sefalet ve cehalet içinde kıvranan, zavallı, talihsiz bir halk!.. Arapların ekseriyeti, Filistin halkının %99’u ve bir kısım İsrailli…
Yıllardır cevabı aranan soru şu: Ortadoğu’ya barış gelir mi? Gelirse nasıl gelir
Bölgede çekilen çileye, derin ıstırap ve cehennemi hayata, yerel masum halkın, İslâm âlemi ve insanlığın barış özlemine, istemine, ızrar ve ısrarlı talebine rağmen!..
Din tüccarı ‘baronlar’, küresel ‘domuzlar’ ve bölge yöneticisi ‘piyonlar’ ne yapıyor?
İBRET İÇİN BAKIN:
ABD Suudi Arabistan’dan sonra İsrail`e milyarlarca dolarlık silah satıyor!
ABD, S. Arabistan'la 60 milyar dolarlık silah anlaşmasının üzerinden henüz bir ay bile geçmeden, ikinci büyük silah anlaşmasını İsrail'le yaptı. İsrail, Türkiye'nin de ortağı olduğu F-35 savaş uçaklarını satın almak için 2.75 milyar dolarlık anlaşma imzaladı. Tanesi 100 milyon dolara mal olacak 20 uçağın İsrail'e 2015'le 2017 arasında teslim edilmesi bekleniyor.
İsrail, Ortadoğu'da savaş kabiliyetini geliştirmek için ABD'den F-35 savaş uçağı satın almak için uzun zamandır görüşmelerini sürdürüyordu. ABD ile İsrail arasındaki görüşme dün New York'ta anlaşma ile sonuçlandı. İsrail Savunma Bakanlığı yetkilisi Ehud Shani ile ABD Hava Kuvvetleri Uluslararası İlişkilerden Sorumlu İkinci Komutanı Heidi Honecker Grant'ın imza attığı anlaşma, Ortadoğu'da daha hızlı silahlanmanın önünü de açmış oldu.
Anlaşmadan sonra bir açıklama yapan İsrail adına yetkili Ehud Shani, "Bugün İsrail'in bölgedeki askeri gücünü üst seviyeye çıkarmak için çok önemli bir adım atıldı. Bu anlaşma ile ekonomiye önemli para akışı olacak ve ekonomik büyümenin devamı sağlanacak" dedi. İsrail ile ABD arasındaki F-35 anlaşması sonrası bir açıklama da İsrail'in Washington B. Elçisi M. Oren'dan geldi. Oren, "Dünyanın en gelişmiş savaş uçağı F-35'le İsrail savunma kabiliyetini üst seviyeye çıkaracak. Bu adımla Ortadoğu'da tek veya bir grup tarafından gelen tehditlere karşı kendini daha iyi savunacaktır" dedi.
ABD, kısa bir süre önce Suudi Arabistan'a tarihinin en büyük silah satışı anlaşmasını imzalamıştı. 60 milyar dolarlık anlaşma çerçevesinde Suudi Arabistan'a onlarca F-15 savaş uçağının yanı sıra Apache, Blackhawk ve Little Bird helikopterleri satılacak. Ancak Suudi Arabistan'ın aldığı F-15 savaş uçaklarının F-35'lere göre savaş kabiliyetinin çok daha düşük olduğu belirtiliyor. F-35 savaş uçaklarının savaş kabiliyetinin geliştirilmesi için hala Ar-Ge çalışmaları devam ediyor. Bu savaş uçaklarının, İsrail'den radara yakalanmadan İran'a ulaşabilme kapasitesi bulunuyor. Radarda görünmezlik dışında, sesten hızlı uçabilme, kısa kalkış ve dikey iniş özelliklerine sahip bulunuyor.
TÜRKİYE DE F-35 PROJESİNE ORTAK:
Türkiye JSF (Joint Strike Fighter) projesine 12 Temmuz 2002'de yedinci uluslararası ortak olarak katıldı. Türkiye yapacağı F-35 üretimi ile ilgili olarak karşılıklı anlayış muhtırası imzalamıştı. Türkiye 116+18 adet F-35A "CTOL/Hava Kuvvetleri (Geleneksel kalkma ve inme) versiyonu" siparişinde bulundu ve bu uçaklar için 11 milyar dolar ödeyeceğini açıkladı.
Türkiye'ye satılacak uçakların motor bölümü ve bazı kısım parçaları Türkiye'de üretilecek. İlk F-35 teslimatının 2014 yılında yapılması planlanmakta.
Türkiye'nin de ortağı olduğu, radarda görünmeme özelliği ile hayalet uçak olarak anılan son nesil savaş uçağı F-35 geçtiğimiz Mart ayında ilk dikey iniş testlerini yapmıştı. ABD savunma sanayi şirketi Lockheed Martin, F-35'in, Maryland Donanma Üssünde, havada bir dakika kadar sabit kaldıktan sonra, dar bir alana dikey iniş yaptığını açıkladı. L. Martin tarafından üretilen ve ''hayalet uçak'' F-35B Şimşek II, kısa kalkış ve dikey iniş (STOVL) testleri ABD’de Deniz Kuvvetlerine ait Patuxent River Üssü'nde yapılmıştı. F-35B Şimşek II, radarda görünmezlik dışında, sesten hızlı uçabilme, kısa kalkış ve dikey iniş (STOVL) özelliklerine sahip bulunuyor.
Şimdi, soruyorum: Ortadoğu’ya barış bu kafayla mı gelecek?.. Ankara, 14.10. 2010 ***
PROVOKATİF BİR ‘Türkiye Analizi’ VE GERÇEK (1)
Mustafa Nevruz SINACI
Yabancı gözüyle “Türkiye Analizi” konulu bir çalışma içeren mail, bana Eylül ayının başında en az 100 kanaldan geldi. Bunlar arasında fevkalâde itimadı şayan, güvenilir isimler ve muteber gruplar vardı.
“…LE MONDE Türkiye Muhabiri Guillaume Perrier’den; Türkiye analizi!..”
Mezkür analizi çok dikkatle okudum, inceledim ve değerlendirdim.
Şüpheli, maksatlı, kindar ve provokatif bir içerik, ağır tahrik ve ustaca bölücülük!..
Analizin kurulumu kurnazca ve şeytani, bir Anadolu deyimi ile “puştluk” kokuyor..
Gerçek anlamda bir yabancının, Türk olmayan ve fakat Türkiye ve Türk halkı hakkında epey malumat sahibi bir kişinin hazırlayacağı cinsten!..
Aşağıda (belki bir kere daha) okumak zahmet ve külfetine) katlanacağınız üzere; Ülkemizde var olan ve yıllardır karşılıklı anlayış, (sıradan bir ‘vahşi’ batılıyı kıskançlıktan çatlatacak kadar) tolerans, hürmet, muhabbet, sevgi ve barış içinde yaşayan kişi, kimlik ve unsurları “potansiyel azınlık” ihsası ile adeta tahrik ve düşmanlığa teşvik ediliyor.
Stratejik kurulumlu ve hedef kitle bombardımanı (psikolojik saldırı ve asimetrik savaş) niteliği taşıyan bahse konu analizde; ana dil, din, etnisite, ekonomik, sosyal-siyasal ve kültürel formlar arasında derin bir uçurum yaratma, sanaldan esasa doğru kitleleri ayrıştırma ve çözme çabası gözleniyor. Fakat bütün bu öğeler, fitne/fesat ve tefrika tohumları adeta parlak bir barış önerisi, basiretli bir tedbir tavsiyesi gibi ustaca dizelenmiş!..
Sırf iyiliği geliştirsin ve kardeşliği pekiştirsin diye bu “ibretlik” analizi üyesi olduğum 500 grup ve 2000’e yakın WEB sitesi, blog ve elektronik gazetede yayınladım. İnanılır gibi değil ama fevkalade “sağduyulu” tepkiler, makul-mantıklı ve tavsiyeler içeren sonuçlar aldım.
Örnek: Bunlardan sadece bir gazetede “www.bilgiagi.net” de yayınlanan yorumlar:
İbrahimî Feyzullah YALÇIN;
“1. Gurup ülkenin %80′ine yakın, 2. Gurup ülkenin %20′si;
1. Gurup dünyaya açıldı, bilişimde önemli bir seviyeye geldi, çocuklarını okutuyor ve kitap okuma faaliyetine de başladı (son yıllardaki yayınevleri performansını değerlendirin bunu göreceksiniz)…
2. gurup, hiçbir zaman köklü bir kitap okuma, bilgilenme yoluna girmedi (daha çok benliklerini şişiren kitaplar okudular ve okuyorlar)… 1. Gurup bilinçlendi ki, darbe anayasasının yetersiz olduğunu ve dolayısıyla özgürlüğün kısıtlı olduğunu düşünüyor.
2. gurup bu ülkeye üçüncü dünya ülkesi olmasını salık vern bir anayasanın değiştirmesini istemiyor., 1. Gurup ta artık, sosyal aktivitelere katılıyor, konserlere, maçlara gidiyor
2. gurup bu tür aktivitelerin kendine münhasır olduğunu düşünüp hırçınlaşıyor.
Bunları akşama kadar yazabilirim, ama gerek yok; herkes, çoğu şeyi biliyor bu ülkeyle ilgili güzel bir yazıydı Mustafa bey, Teşekkür ederim! Ekim 7th, 2010 at 09:18”
Uğur ÖZALTIN;
“Ben böyle bir iki grubun son kez kapışacaklarına asla inanmıyorum. Kapışmayacaklar barışacaklar ve birbirlerini anlayacaklar. Temel kriterlerde buluşacaklar. İçki içenler de ramazan ayıda oruç tutuyor, namaz kılanlar da tiyatroya gidiyor. Ülkemizde Türk-kürt kavgası büyümez ve bir anlaşma yolu sağlanabilirse ülkemin önü çok aydınlıktır. Fakat bu konsesus sağlanamazsa işte o zaman işler çok karışık ve ufukta bir iç savaş tehlikesi her şeyi mahvedebilir. Allah yardımcımız olsun. Önümüzdeki 2-3 yıl içinde Yunanistan ile ege kıta sahanlığı sorunlarının hortlatılacağını tahmin ediyorum. Kürt sorunu atlatılırsa 2. sorun o olacak gibi bence. Ekim 7th, 2010 at 16:13”
İbrahimî Feyzullah YALÇIn;
“Harikasın uğur Ağabey! Ağzına sağlık! Hassas ve haysiyetli, rikkatli ve dikkatli bir yaklaşım! Ekim 7th, 2010 at 16:53”
Uğur ÖZALTIN;
Sayın Mustafa Nevruz SINACI;
Sevgi saygı ve hürmetler bizden size fazlasıyla ve çok teşekkür ederim samimiyet ve dostluğunuza., Zor günler hep bu halkı birleştirmiştir ve tüm kalbimle inanıyorum ki, ülkemde atan her kalp kendince her ne kadar kişisel hatalara sürüklenmiş olsa da işler memleket sevdasına ve varlık yokluk kavgasına gelince her zaman dış mihraklara haddini bildirmiş ve gerekli cesareti gönlünde hep bulmuştur. Tüm kalbimle inanıyorum ki bu memleket batmayacak bölünmeyecek tam aksine genişleyecek büyüyecektir. Anadolu halkı asla ana toprağına nankörlük etmeyecektir. Birleşeceğiz, her siyasi fikir memleket davasında birleşecektir. İbrahim Feyzullah kardeşime de sevgi ve selamlarımla.,
Ekim 7th, 2010 at 21:21”
Ben yazıyı ve yazarı çok aradım, araştırdım.
Fakat çok ısrarlı olmama rağmen cevap alamadım.
Fakat, Habip Hamza Erdem bey, (isnat edilen) muhabire ulaşmayı başarmış ve cevap almış. Le Monde Muhabirinden aldığı cevap şu:
Sayın Erdem,
Eğer yüzlerce internet sitelerinde dolanan “Le Monde Türkiye muhabiri Guillaume Perrier’nin Türkiye analizi” bașlıklı makalenin orijinalini arıyorsanız;
BU BÜYÜK BİR SAHTEKARLIKTIR!..
Söz konusu olan Ahmet Altan’ın 2007’de Gazete’mde yayımlanan bir makalesinin kopyasıdır. 2007’de Dünya Kamuoyu sayfalarında yer aldı. Bilgi kirliliği yayan siteler Ocak 2010’da o yazıyı benim adımla yeniden yayımlamaya bașladılar ve o gün bugündür de devam etmektedir. Bu büyük bir yalandır. O nedenle makalenin orijinalini bulamıyorsunuz. Yakında görüşmek dileği ile.., Guillaume Perrier 11 Ekim 2010
“Bonsoir, Si vous cherchiez l'original d'un article qui a circulé sur des mails et des centaines de sites internet avec la mention: Le monde Türkiye muhabiri Guillaume Perrier'den Türkiye analizi... C'EST UN HOAX! Il s'agit d'une copie d'un article écrit par Ahmet Altan dans Gazetem en 2007, publié dans les pages Opinion du Monde en 2007. Des sites de pseudo information ont republié ça avec mon nom en janvier 2010 et régulièrement depuis. C'est un grossier mensonge. C'est pour cela que vous n'avez pas trouvé l'original. A bientôt
Guillaume Perrier 11 October 2010”
(1)
Şimdi “mezkür” analizi bu gerçekler ışığında bir kez daha okuyun lütfen!..
Elbette, okumak isterseniz ve/veya eğer okumamışsanız!..
“Analiz, kimilerine göre ‘Türkiye’nin yakın gelecekteki suluboya resmidir.’ Bu nedenle analizi bilgilerinize sunmak ve sizlerle paylamak istedim.
İşte: LE MONDE Türkiye Muhabiri Guillaume Perrier’den;
Türkiye analizi!..
“Türkiye, son ve büyük bir hesaplaşmaya doğru gidiyor.
Bu ülke korkulduğu gibi, ırka ya da dine dayalı bir bölünme yaşamadı. Daha korkunç ve daha temel bir bölünmeye gidiyor.
Cumhuriyet boyunca süren “kültürel bölünme”.
Bu artık iyice keskinleşti.
Bir yanda; ayakkabılarını sokak kapısı önünde çıkaran, kadınları başı örtülü, erkekleri sokağa pijamayla da çıkabilen, erkek çocukları kahveye giden, kız çocukları tam bir baskı altında yasayan, türkü ile arabesk arası bir müzikten hoşlanan, futbol izleyen, belki de hiç kitap okumamış, hiç dans etmemiş, hiç kari koca birlikte yemeğe gitmemiş, hiç tiyatro seyretmemiş, iyi eğitim alamamış, dini inançları kuvvetli, kalabalık, bir kitle var!...
Diğer yanda ise; ***
PROVOKATİF BİR ‘Türkiye Analizi’ VE GERÇEK (2)
Mustafa Nevruz SINACI
Kız lisesi-Kolej yelpazesinde eğitim görmüş, en azından bir düğün salonunda ya da kolej partisinde dans etmiş, sinemaya giden;, Çok fazla olmasa da kitap okuyan, müzik zevki pop şarkılarla, klasik müzik arasında dolaşan;, Evi nispeten daha zevkli döşenmiş, kızlarının flörtüne göz yuman;
Kadınları modern görünümlü, şarabın kalitesinden pek anlamasa da, kadın erkek bir arada içki içebilen, gazetelere bakan, magazin haberlerini izleyen, kendisini birinci gruba kıyasla çok gelişmiş hisseden, entelektüel düzeyi çok yüksek olmasa da, batı standartlarına yakın bir grup var…
Bu iki grubun yaşam tarzı birbirinden kopuk...
Onları, Batı’daki sınıflar arasında ortak zevk alanları yaratan, müzik, resim, heykel tiyatro ve sanat gibi, birleştirici kültürel zeminler yok. Hayatları, zevkleri, inanışları birbirinden çok farklı… Hattâ birbirine düşmanca.
Birinci grup Cumhuriyet boyunca horlanmış, aşağılanmış, itilip kakılmış.
Şimdi bu grup siyasal olarak örgütlendi.
Kalabalıklar ve her seçimi kazanacak siyasi bir güçleri var artık.
İkinci grup ise azınlıkta…
Ve artık bir daha secim kazanma ihtimalleri yok.
Bu noktada da tarihi bir paradoks ortaya çıkıyor.
Daha Batılı olan “ikinci grup”, Batı’nın siyasi değerlerini kabul ederse, bir daha asla iktidarı ele geçiremeyeceğini bildiği için, git gide Batı’ya ve Batı’nın demokratik değerlerine düşman oluyor. Yaşam tarzı olarak Batı’ya düşman olan birinci kesim ise, iktidarı ancak Batı’nın kriterlerini kabul ederek ele geçirebileceğini bildiği için, Batı’yla ilişkileri geliştirmek ve demokrasiyi kabullenmek istiyor.
Bu kültürel parçalanmada “ordu” önemli bir role sahip…
Eğer, birinci grubu desteklerse ve batı’nın demokrasisi burada kabul görürse, ordu da iktidarını kaybedecek.
Aslında birinci grubun çocuklarından oluşan ordu, kendi iktidarını sürdürebilmek için, kendisine benzemeyen ikinci grupla işbirliği yapıyor.
Bir anlamda kendi köklerine ihanet ediyor.
Bu iki grup, siyasi iktidar için son kez çarpışmak üzere hareketlenmiş gözüküyorlar.
Birinci grup ekonomik olarak da güçlü artık, Anadolu’da üretim yapıyor, malini diş dünyaya satıyor. Para kazanıyor. Siyasi örgütünü destekliyor.
İkinci grup ise parasal olarak da kuvvetli değil artık.
Mevcut iktidarın da baskısıyla giderek ekonomik kazançlarını kaybediyor.
Dış dünyayla iş yapan, dışarıdan borçlanan büyük burjuvazi, Türkiye’nin ancak demokrasiyle normalleşebileceğine inanan entelektüel kesim..
Devletin yapısının değişmesi ve dünyayla bütünleşmesi gerektiğini düşünen bir grup bürokrat, birinci grubun destekçileri!.
Yargı, ordu ve bürokrasinin önemli bir kısmı, ikinci grubun arkasında…
Bu İkinci grup, siyasetle demokrasiyle, iktidarı elinde tutmasının mümkün olmadığını kavradığından, şimdi siyaset ve demokrasi dışında bir çözüm peşinde!..
Mevcut Cumhurbaşkanı’nın seçimi; kavganın keskinliğini ve iki tarafın niyetlerini açıkça ortaya koydu. Ordu destekli ikinci grup artık seçim de istemiyor.
Ve darbe söylentileri gittikçe artıyor.
Cuntalardan söz ediliyor.
Peki, darbe olursa ne olur?
Yaşam tarzı Batı’ya daha yakın olan ikinci grup, orduyla birlikte iktidara gelir. Fakat, Batı’nın desteğini kaybeder. Avrupa buna kesinlikle karşı çıkar. Amerika her zamanki pragmatizmiyle, Kuzey Irak ve Ortadoğu politikalarını, desteklemesi karşılığında darbeyi kabullenebilir aslında. Ama Amerika’nın önünde de ciddi engel var.
“Demokrasi getireceğim” diye Irak’ı işgal eden bir ülke, dünyaya ve kendi kamuoyuna Türkiye’deki “darbeyi” niye desteklediğini açıklayamaz.
Ve Irak faciasından sonra ikinci bir “zorlamayı” gerçekleştirecek gücü yok.
İstese de istemese de darbeye karşı çıkacak.
Silahını ve parasını Batı’dan alan bir ordu ve ülke, Batı’dan koptuğunda ne yapacak?
Sanırım uzun zamandır bunu düşünüyorlar ve korkarım bunun cevabını buldular.
Türkiye’de darbe olursa!
Dünya, tarihte bugüne kadar hiç gerçekleşmemiş, yeni bir oluşumla karşılaşacak.
Türkiye, olası bir darbeden sonra, Rusya ve Iranla ortaklık kurmak isteyecek. Silahı, enerjiyi ve parayı bu iki ülkeden alacak.
Rusya’yla Iran ‘ın elindeki doğal gaz, petrol ve nükleer güç, Türkiye’yi ayakta tutmaya yeter.
Ama Rusya-Türkiye- Iran bloku. Dünyanın bütün dengelerini değiştirir.
Ortadoğu’nun kontrolünü tümüyle ele geçirir.
Avrupa’yı küçük kıtasına hapseder.
Kafkasları, Afganistan’ı, Pakistan’ı kendi gücüne katar.
Müslüman dünyayla yakın bir ilişki kurar.
Petrol kaynaklarına egemen olur. Çin’le işbirliği yapabilir.
Bu gelişme, Avrupa, Amerika ve biraz da Japonya’dan oluşan “Batı” nın, dünyadaki etkinliğini inanılmaz bir bicimde azaltır.
Yeni blok asker, enerji ve para acısından çok güçlenir.
Böylece, Türkiye’deki çatlama dünyada büyük bir çatlamaya yol açar.
Eğer Üçüncü Dünya Savaşı çıkacaksa, sanırım, bu çatlamadan çıkar.
“Asla böyle bir şey olmaz” diyebilirsiniz. ..
Niye olmayacağına dair elinizde çok kuvvetli veriler varsa, söyleyin.
Ama, ya olursa... ki.... bana çok mümkün geliyor.
O zaman ne yapacaksınız?
Bugün Türkiye’de kamplaşan ve bölünen insanların da...
Türkiye’yi Avrupa dışına itmeye çalışan, Eski bir imparatorluk olmanın bir yanıyla; çok görkemli, bir yanıyla; çok zayıf mirasına sahip olan bir ülkeye küstahça davranan, işbirliği yerine “başöğretmenlik” yapmaya kalkan Avrupa’nın da...
Türkiye politikasında “ikili” oynayıp, kurnazlık ettiğini sanan Amerika’nın da... Bu senaryoyu bir düşünmesini isterim doğrusu.
Türkiye’de yaklaştığı görülen kanlı bir çatışmanın, bütün dünyayı yakması sandığınız kadar uzak bir ihtimal değil.”
Şimdi nihai yorum ve değerlendirme size ait!..
14 Ekim 2010 Perşembe
(1) (LE MONDE’daki “Türkiye Analizi’ni” kim yaptı? 12.10.2010, Habip Hamza Erdem, mail: habiperdem@live.fr İlân: CTO, Cihan Türk Olsun, cihan – turk – olsun @ googlegroups . com topluluğu) ***
ŞİMDİ HATIRLAMA VE HATIRLATMA ZAMANIDIR

Mustafa Nevruz SINACI
Dönem itibarıyla, ülkemiz üzerinde oynanan oyunlar yoğunlaşmış, uygulanan menfur senaryolar belirginleşmiş, dâhili hain, dönme ve devşirmeler, harici bedhahların (dış düşman ve işbirlikçilerin) desteği ile “içinde Türk ve Müslüman bulunmayan, bölünmüş / parçalanmış bir Türkiye” heves ve ihtirası adeta hezeyan halini almıştır.
Bu heves, heyecan ve hezeyanı pompalayan, ayrımcılığı teşvik ve tahrik eden işbirlikçi faşist, anarşist, terör ve tedhiş yanlısı (Marksist-Leninist, goşist ve komünist) totaliter unsurlar Batı ile tam bir uyum, anlayış ve işbirliği içinde. Batılılar (AB) ise, bu tür icraatları heyecanla tasvip, tercih ve teşvik ediyor!.. Ancak, yine “ucu açık oynuyor” ve Türkiye’yi asla aralarına almak istemiyorlar. Bütün heves ve ihtirasları, minimum üç, maksimum 47 parçaya bölünmüş bir Ortak. Bunun altyapısı zaten oluşmuş ve anlaşmalar tasvip görmüş durumda!..
ŞİMDİ HATIRLAMAK GEREK!..
Mustafa Kemâl Atatürk niçin, yaşam biçimi, Kültür ve içsel medeniyet yönünde değil; Endüstriyel ve teknik, sanayi ve ticaret istikametinde ilerleme-gelişme yanlısı bir “batı’cı” idi. Yani, açıkça, “mütekabili kabil ilişkiler dışında” batı karşıtı idi. Fanatik, zeka düzeyi düşük ve özgüvenini yitirmiş haymatlos ruhlu bedhahların Batı taklitçiliğinden tiksinir ve nefret ederdi.
Ancak, ne yazık ki 1938 sonrası Halk Partisi bunun tam tersini uygulamaya çalıştı.
Özellikle ikinci dünya savaşı sırasında yaşanan gerilimden de yararlanarak, ülkemize din, iman, Türk Milliyetçiliği ve milli devlet karşıtı fesat, nifak ve insanlar arasına düşmanlık tohumları ekti. Varlık Vergisi yoluyla soyulan, malları gasp ve talan edilen vatandaşın cebren elinden aldıklarını depolamak bahanesiyle Camileri kapattı. İmam Hatip Okulları ve İlâhiyat Fakültesi ilga edildi. Kuran okumak, taşımak, dağıtmak, satmak ve bulundurmak yasaklandı. Otantik Grek ve Lâtin kültürü ile muharref İncil ve türevlerinin yayılması alenen teşvik edildi.
Atatürk zamanında hayatın her yönünde inkişaf eden milli-manevi ve dini değerlerin, birey olarak insanlara bahşettiği yaşama sevinci;, Hayata ve devlete yeniden sımsıkı tutunma, tarihte olduğu gibi tekrar bir cihan devleti yaratma;, Kokuşmuş, iğrenç ve korkunç, kan emici emperyalizmi dünyadan silip atma heyecanı, Vahşi Batı ve içimizdeki melun ve meş’um batı yanlılarını paniğe sürükledi...
GAFLET, DALALET VE HIYANET!..
Gaflet, dalalet ve hıyanetin hüküm sürdüğü, yaklaşık 12 yıllık istibdat döneminde, işte bu günün mürai, sahte Müslüman, din tüccarı, yalancı-talancı, üçkâğıtçı, milli-ilmi ve manevi değerler fukarası kadük neslin ana ve babaları yetişti. “Körün istediği bir göz Allah verdi iki göz” misali, bu hali gözleyen kripto, dönme, devşirme ve sabolar adeta bayram ettiler. Sonuç, bu gün yaşanan bunalım, kronik krizler, insanların aleyhine dönen rejim, kaos ve buhran!.. İlk olarak din, inanç, mezhep ve tarikatlar; Sonra etnik kök, kült, ana dil ve sair menfur maksatlar ve illetlerle milleti birbirine düşürme, kardeşi kardeşe vurdurma, düşmanı sevinçten çıldırtma çabası!. Bu, tam bir gaflet, ilim-irfan ve medeniyete ihanet ve ancak şeytan kulu Ebu Cehil’in tasvip edilebileceği büyük bir “vatana ihanet” furyasıdır...
OYSA!.. Burada şu gerçeğin altını önemle çizmek gerek:
Kâinatta var olan ilk ve tek din İslâmiyet’tir. İslâm’ın şanlı Bayraktarı olan ve O’nu cihana yayan ve insanlık âlemine duyuran Türk milletidir.. Bu ve benzer pek çok nedenle, “her Türk Müslüman’dır. Müslüman olmak ve Müslüman kalmak zorundadır.” Aksi takdirde Macarlar, Bulgarlar ve daha nice örnekleri gibi Türklükten uzaklaşır, yozlaşır. Çünkü insan fıtratına uygun olan tek ilâhi kaynak ve din İslâmiyet’tir.
Ancak Türk milleti, dininden ve diyanetinden uzaklaşmakla bunun bedelini çok ağır bir biçimde ödemiştir. Milli şairimiz merhum M. Akif Ersoy’un dediği gibi ‘toparlanmaz ve kendine gelmezse eğer’ daha da bedel ödemeye devam edecek ve muhtemeldir ki; sonunda ödeyecek bir şeyi de kalmayacaktır. İşte felâket budur.
***
MEHMET AKİF ERSOY’U ANLAMAK GEREK
Mustafa Nevruz SINACI
Merhum, Milli Şair Mehmet Akif Ersoy, Mustafa Kemal Atatürk zamanında ibretlik bir Avrupa seyahati yapar. Dönüşünde ‘orada ne gördün, ne buldun’ diye sorulur. Cevap çok açık, etkileyici ve manidardır: “-Biz İslâm’a inanıyoruz, ama yaşamıyoruz. Onlar İslâm’a inanmıyorlar, ama İslâm’ı yaşıyorlar” der. Diğer bir deyimle onlar; Sünneti İlâhiyi çözmüş ve yaşam boyutuna geçirmişler. Biz ise, sünneti Resulü dahi anlamaktan ve yaşamaktan aciz ve zavallı bir haldeyiz.
Ne kötü, ne acizlik, ne zeval.. Daha da doğrusu-açıkçası:
Bu günkü AB’ye baktığımızda, Türkiye zaviyesinden çok gerici, maddeci, mürteci ve yobaz görünmektedir. Avrupa, tıpkı Atatürk’ün Türk milletine tavsiye ettiği gibi dindardır. Hem de tahrif edilmiş, bölünmüş, parçalanmış, şeraiti Muhammedi’nin gelmesi ile birlikte ilahi hükmü ve hayatiyetini yitirmiş, bâtıl ve inzal olmasına rağmen!.. Her ne olursa olsun batı artık din olmaktan çıkmış, bu muharref öğretiye zorla veya içtenlikle yahut taklidi bir tarzda sahiptir. Hem de, ekseriyetle samimi olarak sahiptir. Amerika, yüce yaratıcının adını doların üstüne yazmıştır. Bunların karşısında komplekse düşen, panik yapan ve panik yaratan din, iman ve ahlâk fukarası kesime, Atatürk’ün din, ahlâk, lâiklik, kadın ve aile hakkında vazettiği bazı vecize ve Türk milletine ‘vasiyet’ niteliği arz eden sözlerini hatırlatmak isterim:
GAZİ MAREŞAL, MUSTAFA KEMAL ATATÜRK DİYOR Kİ:
1- Mânevi kuvvet, özellikle ilim ve iman ile yüksek bir şekilde gelişir.
2- Allah birdir. Şanı yücedir. Peygamber Efendimiz Hazretleri, Allah (CC) tarafından insanlara, dini gerçekleri duyurmaya memur ve elçi seçilmiştir. Bunun temel esası hepimizce bilinmektedir ki, yüce Kuran’da ki; anlamı açık olan ayetlerdir. İnsanlara feyiz ruhu vermiş olan dinimiz, son dindir. En mükemmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor ve uygun düşüyor. Eğer akla mantığa ve gerçeğe uymamış olsaydı, bununla diğer ilâhi tabiat kanunları arasında çelişki olması gerekirdi. Çünkü tüm evren kanunlarını yapan Allah’tır. (1923-Atatürk’ ün S. ve D., Cilt: 2 – Türk İnkılâp Tarihi Ens. Yayını, 1952)
“Hazreti Peygamber Efendimiz, bütün Müslümanların ve kutsal kitap sahiplerinin bildirdiği üzere, Allah tarafından dini gerçekleri insanlık dünyasına duyurmaya ve anlatmaya memur edilmişlerdir ve ismi peygamberdir. Yani, haber ulaştırmakla görevlidir. Ulu Allah, Kur’an-ı Kerim’inde kendisine emirlik, saltanat ve taç vermiş değildir. Hükümdarlık vermiş değildir. Peygamberlik vazifesi ile gönderilmiştir. Tabiatıyla, gerçek vazifesini tamamen kavramış olan Cenab-ı Peygamber bütün dünya insanlarına O’nu duyurdu. Mutlaka ve hepinizce bilinmesi lâzımdır ki, o devirde, meselâ doğuda bir İran devleti, kuzeyde bir Roma İmparatorluğu vardı. Diğer teşkilâtı ve kurulu devletler vardı ve Cenab-ı Peygamber (bu) devletlere gönderdiği peygamberlik mektuplarında buyurmuşlardır ki; Allah bir ve ben O’nun tarafından, size gerçeği anlatmakla vazifeliyim. Hak Dini, İslâm dinidir. Ve bunu kabul ediniz... Ve hattâ ilâve etmiştir, Ben size, Hak Dini’ni kabul ettirmekle zannetmeyiniz ki, sizin milletinize, sizin hükümetinize el koymuş olacağım. Siz, hangi hükümet şeklinde, hangi durumda bulunuyorsanız o yine aynı kalacaktır. Yalnız hak dinini kabul ediniz ve koruyunuz. (1923-G. M. Kemal Atatürk’ün Eskişehir-İzmit Konuşmaları, Arı İnan-Türk Tarih Kurumu, 1982)
DİKKAT EDİLMESİ GEREKEN İKİ MESELE:
1. Seyahat dönüşü ‘muzaffer Avrupa’ hakkında ne diyor Mehmet Akif: “Biz İslâm’a inanıyoruz, ama İslâm’ı yaşamıyoruz. Onlar İslâm’a inanmıyorlar, ama yaşıyorlar.” Peki: İslâm’ı yaşamak ne demek? Milletçe mamur, müreffeh zengin ve mutlu olmak demek!.
2. İslâm Peygamberi, çağın devlet reislerine gönderdiği mektupta ne diyor? “Ben size, Hak Dini’ni kabul ettirmekle zannetmeyiniz ki, sizin milletinize, sizin hükümetinize el koymuş olacağım. Siz, hangi hükümet şeklinde, hangi durumda bulunuyorsanız o yine aynı kalacaktır. Yalnız hak dinini kabul ediniz ve koruyunuz.”
Şimdi tefekkür edin ve düşünün bakalım!...

13 Ekim 2010 Çarşamba

İnanç Sömürüsü Üzerine Düşünceler...
Prof. Dr. Ramazan Demir
AKDENİZ.EDU.TR
İnsanı insan yapan değerlerin başında, akılla düşünebilme ve irdeleyebilme özelliği gelir. Eğer bir insan aklını kullanmıyorsa, sadece söyleneni yapıyorsa, o insanın “akla ihtiyacı yok” demektir. Birileri onun yerine düşünüyor ve üretiyor, sonra emrediyor, o da kul-köle misali itaat ediyor, verilen emre uyuyor demektir...
Peki, o takdirde, insan kılığındaki bu varlıklar “gerçekten” Tarının emriyle “secde edilen” varlık insan mı?
İşte tartışma konusu olan obje de budur...
**
Akılla İnanmak...
Peki, bir insan aklını kullanmıyorsa nasıl, neyle inanacak?
Tanrının emridir; “akılla inanmak ve akılla ibadet etmek...”
Hal böyle olduğuna göre, insanların din ticareti yapan din tüccarlarına aldanıp inanmaması gerekir.
Gel gelelim ki iş öyle olmuyor.
Din tüccarlarının söylemlerine kanıp onların direktiflerine göre hareket ediyor insanlar...
Adam önüne koymuş bir tezgâh, mütedeyyin Müslümanlara “sırat köprüsünden geçiş biletlerini” satıyor...
Bu din tüccarları her gün farklı boyutlarda yalan söylüyor, bugün kara dediğine yarın beyaz diyor, bugün “yapmadım” dediğini yarın “yaptım” diyebiliyor; sonuçta yalan temelli, siyasal ya da kuramsal menfaat amaçlı bir din bezirgânlığı... Tanrım sen aklıma mukayyet ol...
Her durumda ve zamanda zeytin yağ misali üste çıkma manevraları yapmayı da ihmal etmiyorlar; çünkü kendilerine kayıtsız ve şartsız “biat” edenleri nasıl olsa “din ticareti” ile kandıracağını biliyorlar.
Hele işin içine kişisel ya da siyasi menfaat girdiyse, iş daha karmaşık hal alıyor.
Günlük hayatımızda din ticareti birçok şekillerde gerçekleşiyor.
Adeta bir “tabu” olan konuyu satırlarla dile getirmek dahi birilerini rahatsız edeceğini tahmin etmek zor değildir. Bu nedenle de samimi Müslümanlardan kimse işin ürerine gitmiyor... Allah selamet versin bir zamanlar M. Şevket Eygi konuyu dillendirmişti de söylenmedik laf kalmamıştı..!
**
İstismarcı tabelalar...
Siyaset arenasında her türlü yalan ve dolanı marifet sayan bir zihniyetin yaygın haline günlük hayatımızda da çok karşılaşırız. Şimdilerde çevremize baktığımızda, insanımızın nasıl bir kandırmaca içine sürüklendiğini görüyoruz...
İnanç hortumculuğu, duydu istismarı, din ticareti derya deniz...
Sokakta gözlerimle gördüğüm bazı tabelaları örnek vereceğim; bakar mısınız şu tabelalara; “iffet giyim”, “Medine alçı”, “kasem inşaat”, “hıra matbaacılık”, “ihlâs ticaret”, “ehlisünnet ticaret” “devrisaadet manav”, “hicret ticaret”, “helal gıda”, “kutlu ticaret” ve benzeri pek çok diğerleri...
Biraz daha etrafımıza bakarsak, bunların sayısını çoğaltabilirsiniz...
Amaç, saf vatandaşı, “duygu-din-inanç çağrışımlı” tabela ismiyle aldatmak, inançlı vatandaşın cebini hortumlamak...
En azından bunların bir kısmının bu amaçla yapıldığı, yaşanan olaylarla bir gerçektir…
Bunlar “din” adına yapılmaktadır...
Benim inancım, kutsallığım bana karşı “sömürü silahı” olarak kullanılmaktadır...
İnançların hortumlanmasıdır bunlar...
Her hareketi sahtedir bunların...
Varmak istedikleri, doğru sandıkları yanlışa ulaşmak için sürekli hayal kurarlar; unutmamak gerekir ki hayallerin son kullanma tarihi yoktur...
Hele bu hayaller insanı Yaratanla, kutsallıklarıyla, manevi duygularıyla aldatmak amacını taşıyorsa, kullanma tarihi sonsuz ve sınırsızdır.
Peki, buna nasıl engel olunur?
Önce akılını kullanacak ve sorgulayacak insan olmak...
Sonra vicdanın sesini dinleyecek...
Bu duruma, ancak ve ancak insanın ölçümleme merkezi olan vicdanı duyarlı hale gelirse engel olabilir...
**
Din insan içindir...
İlahiyatçılar da, mürşit ata dedelerim de, benim kalbim de “İslam demek, Kur’an demektir” diye ses vermekte...
‘Ona aykırı her şey yalan ve riyadır’ demekte…
Doğrudur, akılla düşündüğümüz zaman bunu görüyoruz...
Ancak, akan berrak nehre başka şeyler de karışır...
Her şeyin sahtesi olduğu gibi İnsanın da...
İnsanın değerini anlamak, Kur’anı anlamaktır...
Biraz sorgulama yapalım; din ne için var olmuştur?
Kötüleri doğru yola getirmek için...
Değil mi?
Çünkü din, günahkârlar için, sapıklar için gelmiştir!...
Herkes “melek” olsaydı dine gerek olmazdı!...
Tıpkı hastalık olmasaydı doktor, ilaç olmayacağı gibi...
**
Peygamber adını sömürenler...
Din tüccarlarının kullandığı diğer ana istismar konusu, Tanrının vahiyle gelen emirleri insanlara tebliğ etmekle görevlendirdiği peygamberlerdir. Peygamber hakkında olmadık rivayetler, uydurma hadisler icat edip, O’nun ismini kullanarak, din sömürüsü yapıyorlar. Öylesine saçma-sapan hurafeler anlatılıyor ki, sanki İslam’ın esası, çoğu zaman kaynağı belli olmayan aktarma “rivayetler” den ibaret imiş gibi bir hava yaratılmaktadır! Saf Müslümanları aldatmakla sanki görevlendirilmiş cüppeli-takkeli-sakallı din ticaret simsarlara rağbet edilmekte... Eğer mümkün olsaydı, peygamber bugün dünyaya geri gelseydi, kendi ismini istismar eden bu cahil mecnunları mutlaka kapı dışarı eder, onların sarıklarını yakardı; kendisi de papyon ya da kravat takardı...
**
Peygamber sevgisi...
Peygamber sevgisi lafta değil özdedir…
Samimi olarak peygamber sevgisini içten duyanlar, bunu da ifade etmişlerdir. İşte şu yaklaşım samimiyetin ifadesidir; peygambere ulaşmanın zorluğunu anlatmak için bu ifade önemlidir: “Seni sevmek belki haddim değildir ama yine de seni seviyorum...”
Dinimizde peygamber sevgisi çok farklı olduğu kadar ona yakın olmanın zorluğunu da bu söylem iyi yansıtıyor.
Onun için peygamberi sevmek kolay bir iş değil!...
İlginç bir noktayı daha burada ifade edelim; peygamber ile kölesi “Zeyd” arasında çok özel bir yakınlık, sevgi bağı vardır. Bu nedenledir ki “Zeyd” ismi, sahabenin dışında, Kur’an’dan geçen tek isimdir. Çünkü peygambere köle olmayı en üst makam olarak telakki eder. “O’na köle olmak sultan olmak demektir” yaklaşımını temsil eder... Marifet, “köle” olmaktan öte peygambere yakın olmak mutluğu saklıdır bu ifadede…
Ayrıca köle bile olsa “insan” olarak taşıdığı değeri üstün tutmanın bir göstergesi… Bu, Tanrının takdir ettiği bir derecedir...
**
Peygambere yakın olmak ve onun sevgisini kazanmak için yıllarca ibadet edenler de olmuştur.
Dindarlığın samimiyete dayandığı düzey, Allah’a akılla dua etmektir.
Çünkü ibadetin aslı duadır.
Tüm dinlerde ve kitaplarda dua vardır.
O dinin mensupları dua aracıyla Yaratana ulaşmaya çalışırlar.
İşte somut bir örnek; Paskal ömrünün son 7-8 senesini manastırda geçirerek Allah’a dua eder.
Bu, O’nun ne kadar meşhur bilim insanı ya da mucit olduğu ile de ilgili değil... Bu yakarış, insanın kendi ekseninden düzen merkezine girmesiyle başlayan bir yakarış, bu denli dirayetli bir yaklaşım...
Paskal romatizmadan dertli bir insan olmasına ve son derece acılar içinde kıvranmasına rağmen, bu acılarını, Tanrıya yaklaşımın aracı olduğunu düşünerek dua etmiştir...
Paskal, dualarında şöyle ifade ediyor; “Beni sana yaklaştıran her şey, beni senden uzaklaştıran acılardan daha kıymetlidir. Romatizmalarım sana yaklaştırdığı için şükrediyorum.”
Bu ifade müthiştir...
İnsana karşılıksız hizmetin, Allaha hizmet demek olduğunu kavrama anlayışıdır...
Acıların kaynağında Allaha ulaşma olduğu anlayışı...
Acısına rağmen, varlığını muhtaç olduğu Tanrı fikrine ulaşmak için engin iman sahibinin anlayışı...
İlk secde edilen varlığın insan olduğunu bilmesine rağmen, bunu sağlayan Tanrının engin gücüne sığınma isteği...
Tüm bu değerler ve yargılar, ancak farklı bir frekansta olabilir...
Paskal bu frekansı yakalamıştır...
**
İlk secde insana...
“Tanrıya karşı gelerek insana secde etmeyen şeytandır.”
Bu ifadeyi çok kez duyarız.
Bunun esas başlangıcını bilmeyiz.
Durup dururken tüm meleklerin insana secde edilmesi neden emredildi?
Bu konuda bilgisi olanın, ilahiyatçıların bir kısmı bilebilir, çok fazla olduğunu sanmıyorum. Yaratan önce bir sınava tabi tutuyor Âdem ve tüm melekleri... Bilginin değerini insanlara anlatmak için; bilenle bilmeyenin bir tutulmaması gerektiğinin mesajını vermek için...
İşte bu sınav esnasında sorulan soruya Adam doğru cevap verdiği için, Yaratan da tüm meleklere, Âdem’e secde etmelerini emretti. İşte bu aşamada bir melek olan Şeytan secde etmedi. Yani bilginin üstünlüğünü kabul etmedi...
Çünkü bilgi insanın onurudur, şerefidir, değeridir, üstünlüğüdür...
Yaratan, Âdem’i bilgi ile donatma ayrıcalığını yaparak insanlığa bilginin ve bilmenin vazgeçilmezliğini mesaj olarak vermiştir; bilginin üstün gücünü, değerini anlamaları için...
Şeytan buna karşı gelmiştir...
Bunun için diyoruz ki ilk secde Allaha değil, insana yapılmıştır...
Bu nokta son derece önemlidir...
Bu üstünlük de tesadüf olsun diye insana tanınmamıştır. Çünkü evrendeki varlıklar içinde, bilgiyi üreten ve yayan, bilgi sentezi yapan, kendi kendini kınayan, eleştiren, düşünen tek varlık insandır!...
İnsanda olup ta hiçbir varlıkta olmayan diğer bir değer de vicdandır.
Özel bir boyutu ve anlamı vardır vicdanın...
Vicdan yanılmaz; çünkü insanın içindeki Tanrı’nın sesidir vicdan...
Onda hile-hurda olmaz, eksik-gedik de...
Bilgi eksik, yanlış olabilir; akıl hata yapabilir; vicdan bunları yapmaz...
İlham-irfan vicdandan gelir...
Vicdan, iç muhasebe merkezidir, ayar merkezidir insanın...
Bu merkezin yansıması, kendini bilmektir...
Kendini bilen az hata yapar.
Kendini bilen, hata yapınca da geri dönüş yapmasını bilir, özrün farkına varır; özür dilemek, gururu -kibirli olmayı- yenmek demektir...
Kibir ve gurur kişinin ruhunu kirletir, insan sevgisini yok eder.
Sevgisiz insan içi boş bir kovaya benzer; insan sevgiyle vardır, sevgi olduğu için yaptığı iyilikler vardır...
Onun için atalarımız; “iyilik dile komşuna, iyilik gelsin başına” demişler...
Ne kadar anlam yüklü bir ifade...
Bu idrakte olabilmek hayatın gerçeklerini kavramak demektir...
Bu kavrayış, hayatın boyutunu anlatır.
Hayat yerinde durmuyor ki...
Belli yaşa gelmenin de bir bedeli var, emeği de...
Sıhhatte olduğun müddetçe varlığını hissedersin, hayatı anlamak için hareket şarttır. Hayatta hareketlilik esastır.
Çünkü hayat bir bisiklete benzer, pedal çevirdikçe sürer...
**
Kader...
Hayat olduğu yerde saymıyor, dedik...
Duraklama yok hareketlilik var; çünkü hareket hayatın kendisidir.
Hayatta baştan sone, kime ne şekilde yaşayacağı, neleri göreceği bilinmez. Yaşanacaklar inancımız bağlamında “kader” olarak ifade edilse de bunun bir sorgulaması yapılmalıdır.
Doğrudur; kaderi takdir eden Allah’tır...
Fakat tedbirini almak da kulun görevidir…
Önlem almadan kişileri yerin dibindeki maden ocağında ölüme göndermek “kader” olamaz...
Maden altında ölenler için, “güzel öldüler” denilemez!!!???
İnsanları terörün kucağına atmak kader olamaz...
Hayatın baharında terörün kurşunlarına, bombalarına hedef olmak kaderde mi yazılı?
Yaratan Allah, terörü de mi plânladı???!!!
Bunu böyle anlamak ve söylemek “sapıklık” tır...
Başta, Yaratan seni sorumlu tutar...
Can sahibini sorgular...
Hata yapan kuldur, hatanın sorumluluğunu “kader” diye Yaratan’a yüklemeye kimsenin hakkı yoktur. Kusur da sevap da kulun işidir; doğrudur, ilk günah ve ilk af Âdeme aittir. Hem ilk günahı işlemiştir hem de Tanrıdan ilk affı almıştır...
Affın kaynağını bilemezsin, çünkü manevi rahmet farklı boyutlardan, belki de farklı galaksilerden, çok yücelerden gelmiştir...
Onu bilmek ve anlamak mümkün değil…
Tanrının varlığı ve birliğini somut olarak göstermek inançsızlık için çok mümkün değil, inanmak boyutunda, bunun işaretlerini her varlıkta görürüz…
Nasıl ki parmaklarımız Allahın birliğini işaret ediyorsa, parmaklarımızdaki izlerden ‘en az farklı 6 milyon izin-motifin’ olduğunu da...
Evrendeki olup biten doğaüstü olaylar ya da şahit olunan mucizelerin ardındaki “sır”ın, kişilerin gücünün ötesinde bir güç olduğuna inanmayanı inandırmak ve ikna etmek, pekâlâ ki mümkün olmaz. Örneğin İsa Peygamberin kör olan insanı iyileştirirken bunun Allah’ın yardımıyla ve izniyle yaptığını inanmayana anlatmak ve onu ikna etmenin zorluğu gibi...
Günümüz yobazları ve bazı haddini bilmez cahil “aydın” geçinenler, olur olmaz örneklerle Allah’ın varlığını ispata kalkarlar!...
Bazı sahte bilim insanlarının ya da sahte dincilerin tanıttığı Allah’a değil, Kur’an’ın, Peygamberin tarif ettiği Allah’a inanmak gerekir...
**
Dinde reform...
Aralıklı da olsa gündeme gelen bir konu var; dinde reform yapmak... Öncelikle şunu iyi anlamak gerek; dinin temelini oluşturan kurallar vahiy yoluyla geldiği için “değişmez” kurallardır.
Bu bağlamda dinde reform olamaz; vahiy yoluyla gelen bir dini nasıl reforma tabi tutacaksınız?
Kur’an’da mı reform yapacaksınız!!!???
Reform istenen Kur’an hükümleri ise, aklen bu mümkün değildir...
Çünkü bu dinin temel kuralları insanlar tarafından yazılmadı ki eline kalemi alsın da önünü arkasını değiştirsin..!
İnsanın kelamı ile yazılmadığına göre insanın müdahalesi de olamaz...
Fakat şu olabilir; din kuralı olmayıp “Arap kültürü” etkisinde kalınarak, dine sokulan Arap kültür kalıntıları sadeleştirilebilir.
Araplaştırma furyasına uğrayan kültürel asimilasyonlar “din” perdesiyle İslam’ın kuralı imiş gibi önerimler ayıklanabilir...
**
Vahiy-bilim farkı...
Tartışma konusu edilen bir diğer konu ise Kur’an ile bilimin farkıdır.
Kuran vahiydir; bilgi verir, telkin eder, ispat etmez...
Fakat bilim dünyevidir; şüpheye ve sorgulamaya dayanır, ispat etmek mecburiyetindedir..
Onun içindir ki bilimsel düşüncede hipotez esas alınmaktadır.
Tabiata soru vardır, sorunun cevabını aramak ve ispat etmek esastır. Bu bağlamda bilim insanının her söylediği mutlak doğru değildir. Bugün doğru olarak bilinen bir şey, yarın tersi ispat edilince yanlış olarak kaynaklara geçer.
Unutulmamalıdır ki insan bilgi uğruna yaratılmıştır…
Bilgi ve bilim insanla özdeştir...
Bilgiye secde vardır...
**
Yaratılışın sırrı; yaratanını bilmesi, kendini bilmesi ve tanıması uğruna insan yaratılmıştır...
Bilgi ancak ve ancak insanla oluşur ve yayılır…
İlk insan olan Âdem’e meleklerin secde etmeleri/ettirilmenin ardındaki sır ne olduğunu yukarıda belirttik. Tekrarlayalım; Yaratanın, meleklere ve Âdem’e sorduğu sorunun cevabının Âdem tarafından verilmesi neden gösterilerek, meleklerin aslında bilginin önünde, bilginin gücüne ve üstünlüğüne secde ettirilmesidir olay... Bilginin değerinin anlaşılması için bundan daha güzel bir örnek mesaj olabilir mi?
Bilgi ve bilimi insan yapar...
Onun için söylenen ya da yazılan her söz insanı bağlar...
Şu ifade insanların her söylediği sözün sorumluluğunu hatırlatır; “insanlar sözü ile hayvanlar yularıyla bağlıdır.”
**
Güvenilir insan…
Söz verince onu yerine getirmeye mecburdur insan...
Konuştuğun kadar aktif, aktif olduğun kadar konuşmak insana olgunluk verir; ona yakışan da odur...
İnsanlar dehaya, akla, bilgiye inanırlar. Fakat güvenilirlerin arkasından giderler...
Sağlam karakter altın gibidir, altının sahtesini bulmak mümkündür; çünkü değerli olan şeyin sahtesi yapılır..!
Bu bağlamda şu ifade zihinlerde yer bulur; altının sahtesi olur fakat tenekenin sahtesi olmaz...
Her değerin bir karşılığı ve karşıtı vardır; bu, doğanın kanunudur; tıpkı her gecenin bir sabahı olduğunu bilmek gibi; öyle ya, hangi geceyi gördünüz de sabah olmadı?
Sabretmek gerek…
Karanlık gecelerin mutlaka nurlu sabahları olacaktır…
Korku atmosferinde mücadele verenler birer yıldızdır…
Korkaklar, nemelazımcılar, menfaate tapanlar, beynini ve ruhunu satanlar ya da kiraya verenler, saflıklarıyla bilinip de uyumaya devam edenler ise sadece “varlık” olabilirler…
Kategorileri kendi içinde saklıdır…
**
Bilim kendini bilmektir…
İlim, irfan sahibi olmak tabii ki büyük bir meziyettir.
Bunun değerini sözle ifade etmek kolay değildir.
Bir gerçek vardır; somut olan her şey azaldıkça değerlenir, fakat bilim arttıkça değer kazanır...
Bilgi ve bilim, gönül denizinin dibinde bulunan bir incidir...
Bilgiye ulaşabilmek için gönlün pişmesi gerekir…
O halde “ham” olan ve “pişmiş” olan iki farklı gönül var demektir...
Bilim ve bilgi erbabı insanlar tevazu sahibidir; egolarını aşmış insanlardır.
İnsanı yücelten özelliklerin -değerlerin- başında tevazu gelir; tevazu insanı yüceltir, ukalalık ve kibirlik ise alçaltır...
Tevazu sahibi olan aynı zamanda edeplidir de...
İtibarı olan mesleklerin, metaların sahtesinin çok olduğu gibi, tevazu sahibi erdemli ve edepli insanların da sahtesi çoktur...
Edepli olmak, insani gerekliliktir; bu kelimenin yüklendiği derin anlamını, Kur’an’da baştan sona kadar hissedersiniz, çünkü Kur’an’ın ruhunda edep vardır…
Bunu bilmek ve anlamak büyük bir nimettir…
Her nimet şükür gerektirir...
Şükrü yapan da insandır...
Çünkü algılayan, kavrayan, sentezleyen, sorgulayan ve doğru olanı seçip ona inanan ve uygulayan sadece insan...
İşte insanın farkı ve üstünlüğü buradadır…
Eğer sadece beş duyu ile yaşıyorsa bazı insanlar; onlar hayvanlarda da var...
Hayvanlar da yer, içer, görür, işitir, sevişir, ürer ve ölür...
Hâlbuki insan olarak beş duyu ile yüksek değerler yapmak gerekiyor.
İyilik yaparak ruhun yüceliğini göstermek, beş duyunun dışına taşmak demektir..
Derin anlam yüklü kelimelerle ifade edilen erdemliğin, tevazünün, edebin hamuruna karışmak, ruhun derinliğinde bunları hissetmek...
Zira manalar, kelimelere binerek yol alırlar...
Bu yüce değer yüklü özellikleri ruhun derinliklerine işlemek gerek...
Çünkü ruh bedene binmiş durumda...
Ruh bağlamında önem vurgulamak için meşhur bir ifade vardır; biraz kural dışı görünse de bir gerçeği anlatması bağlamında söylenmesi önemlidir. Beden ruhu yönlendirebilirse insanı “ahır”a, ruh bedeni yönetirse insanı “Ahir”e götürür...
**
İyi örnek olmak...
İnsan yaşamında kalıcı izler bırakmak temel gayedir. Bunu başaran insanlar topluma en yararlı olanlardır. Bunu ya bıraktıkları eserlerle ya da hizmetlerle belgelerler. Bazı insanlar da herhangi bir eser bırakmadan “iyi şeyler” yapabilir. İyi şeyler geniş kapsamdadır. Birey olarak hiçbir eser bırakamıyorsa, “yanlış” örnek olmamak, asgari arzusu olmalıdır. Önemli olan güzel örnek olmaktır.
Bunun başarmanın ilk adımı nefsini, yani egolarını yenmektir…
Nefsin kafasını ezmeden, nefsi kelepçelemeden düşman yenilemez...
Nefsin esiri olan yanlış yapar; iyilik yerine kötü örnek olur…
Gerçek “dindar” insan, nefis için değil, Allah’a kulluk görevi için mücadele verir… Nefisle mücadele etmek gerek...
Yanlış örnekler zaten çoktur...
En önemlisi yanlışı emsal almamaktır; aksi halde yanlışlar çoğalır...
Yanlış örnek nedeniyle bağcının yetiştiremediği sultani üzüm yerine koruklar çıkar… O zaman da koruklar meydanı işgal eder; koruktan da pekmez yapılmaz ki!...
Geçmiştekilerden iyi örnekler almak gerek...
Geçmiştekiler devirlerinin yıldızıydılar...
Kültürün de, dinin de önderleriydi...
‘Kafama rahmet yağsın’ diye Kur’anı yukarıya asmadılar...
Bu cehaleti hiç yaşamadılar...
Onları örnek alarak iyi örnek olma gayreti göstermek gerekir...
İyilik için, iyileri çoğaltmak için, güzelliğin ve iyi örnekliğin cazibe merkezi olunmalıdır... Örneklemek gerekirse, sudaki karpuzu kendine çekmek için suyu kendine çekmek gerekiyor... İnsan ilişkileri de benzerdir; insana baskı değil sevgi ve muhabbetle yaklaşmak gerekir ki kazanabilesiniz...
**
Çağı anlamak ve yaşamak...
Hayatta doğru-yanlış, düzgün-eğri, yalan-gerçek bir aradadır…
Tıpkı karanlık ile aydınlık gibi...
Bunlar yan yana giderler...
Ruhen kirlenmemiş bir insan, akıl dünyasında varlığını sürdürmelidir ki bu ikilemleri fark edebilsin...
Akıl dünyasında süren hayata, eğitim ve siyaset hizmet eder...
İnsan sorunlarını çözmek için var olan siyaset, eğer amacından farklı ve yanlış uygulanırsa, toplum zarar görür...
Türk toplumu bu zararları yaşıyor...
Örneğin Avrupa’nın kapısında kırk yılı aşkın süredir beklemekte olan Türkiye yeni bir yol arayışında...
Güya “medeniyet projesi” olarak takdim edilen AB ortaklığına üye olma hayali ve ümidi giderek sönmektedir.
Birilerine göre ‘uygun olmayan’ aile yapımızı ‘AB standartlarına uygun olarak hazırlamayı’ önerseler de, bunun çok taraftar bulmadığı bir gerçektir.
Onlara göre “liberal bir aile yapısını” geliştirmek, çağdaşlaşmak için kendimizi ‘düzeltip geliştirmek’ gerekirmiş...
AB’ye ‘korunmuş, eğitilmiş bir aile yapısıyla girmek’ gerektiğini öneriyorlar. Aslında bu öneriler yanlış değil…
Tabii ki aldanma-aldatma noktaları dikkate alınmaz; eğitilmiş, korunmuş, çağdaş algılara sahip bir aile yapısı sadece AB standartları için gerekli değil ki...
Türk toplumu için de gerekli…
Gel gelelim ki ailenin direği olan “anne” eğitimsiz kalsın diye ayrı bir gayret var... Çünkü politik çıkarlar için cahili kandırmak daha kolay... Okutulmayan kız çocukları bunun en somut örneğidir...
Türk toplumu eğer medeni ve uygar nimetlerden yararlanmak istiyorsa, zaten çağdaş ve eğitimli yapıya kavuşması gerekir.
Bu özelliklere sahip olan toplum, mutlaka AB üyesi olması da gerekmez...
AB sadece bazı standartları koymuştur…
Kendini geliştirmek insanın ilk görevidir.
İnsanı yaratan Allah aslında bir risk almış demektir...
Çünkü o insanın; önce kendine, sonra ailesine ve sonunda topluma iyi ya da kötü örnek olma potansiyeli vardır...
İyi olursa ne âlâ, fakat kötü olursa o zaman bu bir risk demektir...
Tanrının onunla uğraşması gerekir!...
**
İlahi cevher...
Yaratılan insan özgür iradesini kullanarak kendini geliştirirse risk olmaktan çıkar. Hayatın ve ölümün anlamı zaten bunun için vardır; amaç insanın kendisini geliştirmesidir.
Bunu başarmanın sırrı yine insanın benliğinde saklıdır.
Kişinin benliğine yerleşmiş bir cevher vardır; bu, “ilahi cevher”dir; bu “ruh” tur... Bu ruh cevheri insanı olumlu ya da olumsuz yönden etkiler ve yönlendirir… Bunun için de ruhun rahmete uğraması gerekir; rahmet, güzel olan ne varsa içinde barındırır...
Hayatın bir parçası da, yaşanmış olanın muhasebesini sağlayacak olan ölümün haklılığıdır!... Yaratanın buyruğudur; “her nefis mutlaka ölümü tadacaktır” diye. Ne demek nefis?
Bunu önceki satırlarımızda ifade ettik.
Tekrarlayalım; benliğindeki “kötü” etiketli istem ve arzuları, yani egoyu, yani “beni” yenmektir; aklı duyguya, mideye, hisse üstün kılmaktır...
Sonuçta, ölümün ardında ulaşılan mekânın, her ne kadar ne olduğu veya ne olmadığı bilinmiyor ise de ve gidip gelen olmamış olsa da, tüm kalbiyle insanın inandığı yer olan “ahiret..”
Aslında ahiret, insan eylemlerinin bir topluluğudur; orası, insanların yaptıkları eylemlerin sinema perdesine aktarılma sahnesidir; her şeyin şeffaf olacağına inanılan bir bütündür...
**
Söylem vukuundan beter...
Bir insanı kırmak ya da üzmek eylemine sebep olan hal ve hareketler vardır. Örneğin bazı şeylerin söylenmesi vukuundan (yapılmasından) beterdir. Örneğin adama ağır bir söz söylemek, ona bir tokat atmaktan daha ağır gelebildiği gibi...
Diğer bir örnek, “kötü” denilen birine bunu söylemekle en büyük şiddeti uygulamış olma durumu...
Adama “hırsız” demeden önce ona yardımcı olunmalı...
Kırıcı duyguyu körükleyen “ben” merkezli tahrike kapılmamak gerek..
Akılla, “ben” merkezli egoya müdahale etmek de bir marifet...
Koca eşine, eş çocuklarına karşı, Müslüman başkasını eleştirmeden; dilinden söz çıkmadan, gözünden “kem” bakış akmadan, rahatsız olanın insan olduğunu bilmeli ve aklıyla müdahil olmalıdır...
Dolayısıyla söylemin vukuundan beter olmasını istemiyorsak aklımızla hareket etmeli, duygularla değil...
Bir gerçeği burada dile getirmekte yarar vardır: Müslümanlığın önündeki en büyük engel Müslümanlardır!...
**
Farklılıkların zenginliği...
Farklılıkların temelinde bilişme, bütünleşme vardır.
Farklılıklar, insanlar arasında marifet ilişkisini de sağlar.
“Yabancı isen gel bilişelim” diyen Yunus Emre bunun önemini iyi vurgulamıştır.
Bilişmek, farklılıkları anlamaya çalışmaktır...
Çünkü farklılıklar zenginliktir; doğru olarak değerlendirilirse...
Değilse, yabancı emellere-ideolojilere alet olursa, ayrışma sebebi olabilir...
Örneğin ABD’liler ilk kez farklı bir şey görürlerse ona rağbet ederler. Çünkü kaynak yaratıyor kendileri için...
Bu da emperyalizmin ruh hali...
Farklı bakış açısı...
Çünkü farklılıkta “marifet” olduğunu bilirler...
Marifet nedir?
Var olandan-görünen, bilinen- farklı bir özelliğe sahip olmaktır.
Örneğin müzik aleti çalan bir kişinin ayrıca ressam olması ya da şiir yazması onu farklı gösterir; bunların her biri birer marifettir...
Ancak, bir şeyi öğrenmeye kalkarsa insan, yaptığı iş kazandığı üstün özellik marifet olur.
Bilmediğin dili konuşmak, öğrenmek orada farklı tonların olduğunu gösterir; bunu başarmak da bir marifettir…
**
Sonuç...
İnsan olarak sorumlu olduğumuz temel görevlerin başında, önce kendimizi bilmek ve geliştirmek, yanlışlardan uzak durmak, doğruları ve iyiyi seçmek ve uygulamak...
Birey olarak çevremize her hal ve hareketimizle iyi bir örnek olmak...
Mensubu olduğumuz dinin gereklerini yerine getirirken Tanrı-kul ilişkisi bağlamında düşünmek ve sorgulamayı kendimize yöneltmek...
Manevi bağın temeli olan inancı sektörü aracı haline getirmemek, kimseyi diniyle, inançlarıyla baskı altına almamak...
Kimseyi Tanrı ve O’nun Kelamını öne sürerek, menfaat sağlamak üzere kandırmamak, aldatmamak... İnsanı “Allah ile aldatmamak…”
**
Dindar olmak kişinin özgür iradesidir; istediği şekilde inanması, ibadet etmesi, dua etmesi, Tanrıya olan ilişkilerinde bağımsız olması kadar üstün ve tabii bir hak olamaz... Hiç kimse buna engel olamaz, olmamalıdır...
Dindarlık değil de “dincilik” yapıldığında, ya da dindar değil de “dinci” olunduğunda, rahatsız olacak olan kişi sadece birey değil toplumdur da... İnanç sömürüsü yapmak, en hafiften ahlaksızlıktır, günahtır, riyakarlıktır..
Din hayatın bir parçasıdır; evet, din ve inanç sistemleri önce ferdin kendisini bağlar. Çünkü din kötüler içindir, fert içindir...
Din kuralları toplum hayatına uygulandığı takdirde dine de, Yaratan’a da ters gelecek, onaylanmayacak durumlar ortaya çıkar...
Din adına kulun yapmış olduğu hatalar ve yanlışlar, din hanesine negatif puan olarak yazıldığında bunun vebali kim çekebilir?
Ferdin yanlışlarının “din yanlışı” olarak algılanmamsı gerektiğine göre, “dindar” olmaya evet, fakat “dinci” olmaya hayır demek görevimiz...
**
Müslümanlıkla şereflenmiş Türk milletinin başı dik olmalıdır, olmaya layıktır, hakkı vardır...
Tarihte öyleydi, istikbalde de öyle olmalıdır, öyle olacaktır...
Bilimde, teknikte, demokraside, insan haklarında farklı olmak için çok çalışmak gerekir…
Ana rotamız budur...
Büyük hedef bellidir; Gazi Paşa’nın gösterdiği “muasır medeniyetin üzerine çıkmak…”
Bunu başarmak için çağın tüm imkânlarından yararlanmak ve çok, ama pek çok çalışmak...
Gerçekten uzaklaşmadan gerçeği bulmak için çalışmak…
Hiç unutulmamalıdır ki gerçeğin yüzü, gösterilenden çok daha farklıdır ve daha güzeldir...
Tanrıdan dileğim; doğruyu, gerçeği bulmak için, iyi işler yapmak için güç vermesidir...
Ve diğer bir dileğim Tanrıdan; inançlarımızı bize karşı “silah” olarak kullanan, bizleri Allah ile aldatan iki yüzlü politikacıların şerrinden korusun!!!
Muhabbetle, esenlikle, sevgiyle...
www.r-demir.com
www.ramazan-demir.com