26 Temmuz 2008 Cumartesi

TARİHİ "BİLİNÇ" Lİ OKUMAK

sapkın bir uygarlığın
ibretli ve dehşetli sonu:
BABİL
Mustafa Nevruz SINACI
Tıpkı insanlar ve tüm canlı türlerde ömrün sınırlı, belirli ve kayıtlı (mukayyet) olduğu gibi, devletler, şehirler, kültür, uygarlık ve medeniyetler de muayyen ve mukayyet bir ömre sahiptir. Bir başka anlatımla “herkesin ve her varlığın mukadder bir kıyamı (isyanı) kıyameti (hitamı-sonu) vardır” diyebiliriz. Genelde bunun daima iyi ve hayırlı olması temenni edilir.
Yok oluşa doğru gidişin alametleri milyonlarca yıldır aynıdır. Hiç değişmemiştir.
KÖTÜLÜĞÜN İYİLİĞE GALİBİYETİ
Başta Mu ve Atlantis kıtaları olmak üzere; Sodom-Gomore, Lut-Hud kavimleri, Asur-Babil, Akad, Hitit, Sümer, Pompei nihayet yakın çağın Roma, Endülüs, Bizans uygarlıkları, hattâ Osmanlı medeniyeti sürecin ibretli ve dehşetli örnekleri olarak sayılabilir. Nitekim hak, adalet ve hukuku zirveden indirip zemine paspas yapan ittihat ve terakki aydınları (!) şu yaşlı arz’ın müşahede ettiği son medeniyettir. Bunun bedeli, hezimetin sebep ve sükutun amilleri ABD ve AB tarafından yakın bir zamanda kendi infisah ve tefessühleri biçiminde ödenecektir.
Gidişat oraya doğrudur. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın.
Önemli olan: Yalan-talan psikolojik-biyolojik savaş, anarşi-terör-tedhiş yoluyla zaaf ve tuzağa düşürerek menfur emperyalist emellerine alet etmek istedikleri ülkelere; Kavanozlar dolusu kene, kanserojen mamul, her çeşidinden virüs, kobay amaçlı ilâç, ilâh ve silah ticareti için casus, AIDS taşıyıcıları, mason-misyoner ve ajan provokatör göndermekte olduklarıdır.
Bu ve benzer cürümler, başka milletler üzerindeki tasallut ve insanlık dışı tasarruflar hızla büyük bir felakete doğru yol aldıklarının somut göstergesidir.
İşin kötüsü kendilerinin yanı sıra Türkiye’yi de bu girdap/kötü gidişata sürüklemeye çalışmaları ve bu konuda ısrarlı olmalarıdır.
Vahametin bizdeki boyut ve tezahürü: İyiden iyiye “temiz eller” operasyonuna dönen Ümraniye soruşturmasında günden güne ortaya çıkan karanlık tablodur.
Öyle ki, ikinci aşamada gözaltına alınan birkaç masum ve müsemma aktör dışında; Bütünüyle zıt kutupların iç içe girmiş derin ilişkileri, her aşamada Galadyo-oligark, koza ve kripto işbirliği, olabildiğince yalan-talan, hırsızlık, yolsuzluk, görevi kötüye kullanma, ihmal ve suiistimal, anarşi-terör, tedhiş, faili malum cinayetler ve infial!..
Organizasyonun başlangıcı 1963’lere uzanıyor. Nereden baksan 45 yıllık bir mazi.
Süreye münhasır maliyet; Birbiriyle ilintili ve bağlantılı faktörler dikkate alındığında yarım milyona yaklaşan can kaybı, 500 milyar dolar civarında ekstra harcama. Geride kalan hesabı gayrikabil büyük maddi-manevi hasar, tahribat-tarumar ve sönmüş ocaklar.
SONUÇ:
İmparatorluk bakiyesi bir büyük medeniyet, genç bir devletin zevali için dış düşman, harici-dâhili bedhahlar ve işbirlikçilerinin yol açtığı kalkınma, gelişme ve yükselmeyi önleme girişimi. Tarihin acı bir tekrarı. Eğer akıl, iman ve milli bilinçle önlem alınmaz, tam bir azim, irade ve kararlılıkla son kırıntısına kadar gidilmezse varılacak nokta korkunç bir travma ve ana başlıkta betimlediğimiz: Sapkın bir uygarlığın (medeniyeti değil) ibretli ve dehşetli sonu..
Yani, Prof. Dr. Kâzım Mirşan ile Prof. Dr. Muazzez İlmiye Çığ’ın sakinlerini Türk olarak niteledikleri Sümer, Akad ve Hitit kavimleri ile meskün geniş toprakları kapsayan eski bir imparatorluk olan BABİL!...
Gidişat ve benzeşme oldukça örtüşüyor.
Bu vahim akıbetten kurtulmak, medeniyetimizi korumak, kurtarmak ve ebet-müddet kılmak uğruna belki Türkiye son şansını kullanıyor. Bu şans: Asker-Sivil, atanmış-seçilmiş, resmi, gayri-resmi bütün ülkeyi tertemiz kılmak oligarklar, gladyo-kripto ve kozaları deşifre etmek, bütün suç, suçlu-fail ve zanlıları ortaya çıkartmak; Sonu her nereye varırsa varsın ve kime dayanırsa dayansın “büyük yüzleşme ve hesaplaşmayı” mutlaka gerçekleştirmektir.
Aksi taktirde akıbet Babil.
NEYDİ TARİHİ İBRET VE DERS
Ülkemiz açısından alınması gereken dersler ile ivedilikle yapılması gerekenleri yazdık.
Şimdi merak edenler için meselenin aslına dönelim.
Hani ne demiştik?
“Bu bağlamda öyle insanlar, şehirler, devletler, kültür ve medeniyetler vardır ki, fiilen var oldukları ve tarih sahnesinde yer aldıkları (varlık ve yaşamlarını sürdürdükleri) isimleri ile müsemma bulundukları coğrafya unutulur fakat, mezkür isimler, şehirler ve devletler asla unutulmaz. Tarih sayfalarında ve hafızalarda taptaze kalır.”
ANCAK
Anılmanın, tarihe yazılmanın ve devirler boyu hatırlanmanın en güzeli “iyi” hasletlerle anılmak, örnek gösterilmek, örnek alınmak ve “örnek gösterilenin” öncülüğünde açılan yolda yürümektir. Bunun karşıtı lânetle anılmak, kötü bir örnek olarak tarihe yazılmak ve benzemekten şiddetle kaçınmaktır. Bu “kötü” örneklerin başında kıt’a bazında Atlantis, şehir bağlamında ise şüphesiz “Babil” gelir.
Günümüzle örtüşen bazı örnekler ve yakinen benzeşen çürüme-yozlaşma nedeniyle Babil’i hatırlamakta ve hatırlatmakta yarar vardır. Zira Babil, bir şehir ve barındırdığı toplum açısından hakikaten ibret alınacak bir örnektir. Hatta onların en unutulmazlarından biri, başta geleni, insanlık tarihinin en ibretlisi ve en dehşetlisidir:
BABİL
Bu talihsiz şehir Mezopotamya'da, adını aldığı Babil kenti ve etrafında kurulmuş; Prof. Dr. Kâzım Mirşan ile Prof. Dr. Muazzez İlmiye Çığ’a göre sakinlerinin ekseriyeti aslen Proto Türk soylarından gelen Sümer, Akad ve Hitit kavimleri ile meskün geniş toprakları kapsayan eski bir imparatorluktur.
Babil'in merkezi bugünkü Irak'ın El Hillâ kasabası üzerinde yer alır. Kuzey Babil ise, Şırnak ilinin İdil ilçesi güneyinde Babil köyünde kurulmuştur. Kuzey Babil halkının büyük bir kısmı Sami ırkından idiler.
Yaklaşık 3500-4000 yıl gibi çok uzun bir süre yaşamını sürdüren kadim bir devlet ve tarihî bir şehir olarak; Tevrat, İncil ve Kuran da adı geçen Babil’in, ismi kadar hakkında anlatılanlar da yüzyıllardır insanları meşgul etmektedir. Zenginlik, refah ve bolluğun safahat derecesinde, azgınlık-günahkârlığın en üst düzeyde tırmandığı ve ahlâksızlığın her türlüsünün hayâsızca yaşandığı bir şehir olarak adlandırılan Babil'in asma bahçeleri veya Babil kulesi, (ziggurat tapınağı) tarihe gecen en belirgin kavramlar olarak bilinir.
Bu, eski Orta Doğu Mezopotamya imparatorluğu, ciddi tarihi kaynaklar ve ispatlanmış verilere göre MÖ:.4000 ilâ 500 yıllarına kadar sürmüş, merkezi bugünkü Irak’ın Bağdat şehrinin güneyine düşen alanda kurulmuş (şehir plancıları ve mimarlara göre) çok muhteşem ve efsanevî bir Krallıktır. Kurulduğu devirlerde bu krallık iki kısımdan ibaretti:
Kuzey memleketlerine AKKAT ve Güney memleketlerine SÜMER adı veriliyordu.
Bir zamanlar en ihtişamlı dönemini yaşayan Babil şehri, bir gün şu ikazlarla gelişme çizgisini kaybetmeye başladı ve maruz kaldığı üst üste felaketlerle yok olma sürecine girdi.
***
"Babil de bundan böyle çöl hayvanları ve yabanî kopekler iskân edecek, sokaklarında ve şehirde artık hiç kimse oturamayacak." (1) Bu ikaz, zalim, çürümüş-kokuşmuş, ahlaken tefessüh etmiş ve sapkın insanlara bir felaket haberiydi. Tıpkı Sodom ve Gomore, Lut ve Hud halkı gibi. İkazın nedeni açıktı. Halkın kahir ekseriyeti Hazreti Adem Ata’tan intikal ve Hz. Nuh’dan mütevaris vahiy dininin (İslâm’ın) usul ve akaidini-ilkelerini terk etmiş; Çağdaş hukuk ve yasa biliminin doğum yeri olarak kabul edilen bir şehirde (devlette) hak, adalet ve hukuk anlamını; Bekâret kutsiyetini, kadın önem ve değerini, namus-iffet kavramları anlamını yitirmiş; Erkeklerde homoseksüellik almış yürümüş, rüşvet-iltimas, yalan-talan, yolsuzluk ve suiistimal toplumun iliklerine kadar nüfuz etmiş; Cinslerden biri orospu-fahişe, diğeri hayvan altı mahluk ve sapık (homoseksüel). İşte İlahi ikazın Babil’e ulaşma nedeni bu idi. İkaz’ın hükmü çok kısa sürede gerçekleşti. Şehir, bütün pislikleri çamura bulanmış illet ve insanlıktan çıkmış varlıkları ile toprağın derinlik ve tarihin karanlıklarına gömüldü.
İLAHİ İKAZ: 2 (ŞİMDİKİ NESLE)
Çok yakın bir zamanda Medine-i Münevvere den bir vasiyet metni geldi. Metnin başlangıcında şu ilginç ifadeler yer alıyor:
“PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.) VASİYETİDİR!
Medine-i Münevvere den gelen bu vasiyetnameyi okuyunuz ve okutunuz!..
BİSMİLLAHİRRAHMANIRRAHİM
Medine-i Münevvere de Türbe-i Şerif Hatibi Şeyh Ahmet Diyor ki: 'Vallah-ül azim bu vasiyetnamede zerre kadar yalan yoktur'. Bir cuma gecesi namazımı eda edip uyumaya varmıştım. Harem-i Şerif tarafından; 'Ya Şeyh Ahmet' diye bana bir nida geldi. 'Lebbeyk Ya Rasullallah' deyip Peygamber Efendimiz (sav)'in mübarek şahsını gördüm. Rasullallah (sav) efendimiz şöyle devam etti: Ya Şeyh Ahmet!... Allah-ü Teâla huzurunda yüzüm kalmadı. Sana haber veriyorum ki: Geçen cumadan bu cumaya kadar 16000 kişi öldü. İçlerinden bir tek Müslüman çıkmadı. Gelenlerin amel defterlerini kap-kara ve sol ellerinde gördüm.
Ya Şeyh Ahmet!...
Ümmetim evvela ana ve babalarına asi oldular ve zekâtlarını men ettiler.
Hacı olup haram yemeyi adet ettiler.
Herkes nefsinden başka bir şey düşünmedi. Yüzlerinde edep ve hayâ kalmadı.
Dünya malı ile nasip olan tartılarına hıyanet etmeyi adet ettiler.
Ya Şeyh Ahmet!...
Benim ümmetlerime haber eyle: 'Yaptıkları günahlardan tövbe ve istiğfar etsinler, namaz kılsınlar, zekat vermesini adet etsinler.'
Ya Şeyh Ahmet!...
Ümmetlerime haber eyle: 'Kıyamet alametleri zuhur ediyor.
Hak Te-âlâ' ya (Allah’a, CC) asi olmasınlar.
Çok yakın bir zamanda, 3 gece güneş tutulacak. 3 günden sonra mağribten (batıdan) doğup, maşrıka (doğuya) batacak. Kuran-ı Kerim artık insanların gözüne gözükmeyecektir.
Ümmetime söyle günahlarına tövbe etsinler.
Yakın bir zamanda İsa (a.s.)’ın inmesi zuhur edecek.'
Ya Şeyh Ahmet!...
Ümmetlerime haber eyle, 'Kudret kalemiyle her kim bu vasiyetnameyi bir köyden bir köye, bir kazadan bir kazaya, bir ilden bir il’e, bir devletten bir devlete gönderirse Huzur-u Mahşerde günahları affedilir.
Hazret-i Muhammed Mustafa (s.a.v.)'yı Şahsı ile görmüş olur. Kim vasiyetnameyi işitip de yazmazsa, bir köye veya bir başka yere göndermezse, yüzü kara ola.
'Türbe-i Şerif'in Hatibi Şeyh Ahmet 3 defa yemin edip, Vallah-ül azim (büyük yemin olsun ki) bu vasiyetnamede yanlış bir bilgi verirsem, bu dünyadan öbür dünyaya imansız gideyim' dedi.
Bu vasiyetname Medine-i Münevvere de yazılmış olup 'TÜM MÜSLÜMANLAR’a gönderilmiştir. NOT: “Bunu her Müslüman’ın okuması için elinizden geleni yapınız.”
Bize gelen vasiyet bu, yorum ve değerlendirme görevi tebellüğ edene (okuyana) aittir.
Babil’e gelen ikaz da her halde bundan çok farklı değildir.
İKİ BİN YIL SONRA…
Babil asırlar sonra ilk defa arkeolog Robert Koldevey tarafından bulundu ve kazılmaya başlandı. Şehir kazıldığı döneme kadar toprak altında kaybolmuş bir haldeydi. Geçirdiği felaket çok iyi biliniyor, nesilden nesil’e anlatılıyor fakat batık şehrin yeryüzünde esamesi bile okunmuyordu. Atlantis’in Okyanusa gömülmesi gibi adeta yerin dibine batırılmış, feci-acı ve elim bir şekilde yok olmuştu.
Bâbıl' in yakınında, bu şehrin kalıntılarıyla inşa edilmiş birkaç yerleşim yeri bulunurken, Bâbıl şehri çıplak gözle görülemediği gibi, yerin tam yirmi metre altındaydı.
Arkeologlarca da merak edilen, bir zamanlar bir milyon kişinin yaşadığı rivayet edilen böyle bir merkezin nasıl yok olduğu idi. Şehrin gelişiminde esas rol oynayan âmil, o donemde "Puratta" denilen be bu günkü Fırat ve Fırat'a paralel akan Dicle nehirleri bu bölgede insanlığın ilk uygarlıkları kurmasına sebep olmuştu. (2)
Çok bereketli ve verimli olan bu topraklar "Mezopotamya" yani “iki nehir arası” manasına geliyordu. Ancak Fırat nehri o dönemde, bugünkü gibi, Ren ve Tuna nehirleriyle kıyaslanacak durumda değildi. Fırat, bazı bölgelerde, bugünkü nehirlerden farklı olarak, çeşitli kollara ayrılıyor, daha sonra tekrar aynı kollar, nehrin akış yönü boyunca birleşiyordu.
İşte Fırat'ın bu kollarının bulunduğu noktalarda ilk kavimler yerleşmeye başladı.
Bunların arasında Sümerler ve daha sonraki Sami toplulukları en tanınmışlarıdır. Bâbil şehrinin adı ilk defa, Bâbila olarak bir Sümer yazılı belgesinde ortaya çıkarken, şehrin pek de büyük olmadığı anlaşılıyor. Mesela M.O 6000'1ı yıllara dayanan Ninova şehri veya bugün dünyanın en eski şehri olarak bilinen Yeriho, M.O on binli yıllara tarihleniyor. Bâbıl bu şehirlerle kıyaslanırsa orta büyüklükteki bir yerleşim merkezi olarak tarif edilebilir.
Ancak Bâbil'in neden bu kadar meşhur olduğu sorusu sahip olduğu bazı özelliklerle açıklanabilir. Bâbil ilk defa Amurri kralı Şumuşbum tarafından alınarak, tarihi uykusundan uyandırılıyor ve başkent haline getiriliyordu. Amurriler, tarihte daha sonra Germenlerin Roma İmparatorluğu’nda yaptıkları gibi yağmacı göçebe bir kavimdi. Sonraki yıllarda Bâbil Amurriler’in idaresinde daha büyük önem kazanmaya başladı. Tâ ki M.Ö 1894-1830 sırasında Hammurabi adında biri, tahta çıkıp birbirine rakip kabileleri birleştirinceye kadar. 38 yıllık saltanatı süresince Bâbil, Hammurabi'nin güney Mezopotamya' ya hâkim olmasıyla tapınaklar, resmi binalar, tahkim edilmiş sokaklar, süslü taç kapılar ve kalın şehir surlarıyla çevrilmiştir.
***
Şehir askeri gücü yanında coğrafî olarak, Fırat ve Dicle'nin birleştiği su yollarıyla önemli bir ticaret noktasında bulunuyordu. Ortadoğu'nun en önemli ticaret yolları da Bâbıl'in yakınında kesişiyordu. Ancak tarihin bir cilvesi olarak, Hammurabı kendi adıyla anılan ‘kanunnameleriyle’ tanınırken, Mezopotamya' da birçok yerde kazı yapan arkeologlar, mahkeme kayıtlarını da ihtiva eden çivi yazısı tabletleri buldukları halde, Hammurabi kanunlarından hiç bahşetmemekteler.Babil şehrinden ve Hammurabi döneminden, Fırat nehrinin yataklarını devamlı değiştirmesi sebebiyle, pek bir kalıntı kalmadı. O tarihteki çağdaş krallıklarda olduğu gibi, Hammurabi'nin hanedanlığı ortalama üç yüzyıl sürdü. Daha sonra sırasıyla Hititler, Kaşitler, Elamiler ve Bâbıl'de yaşayanlarla akraba olan Asurlular bölgeye hakem oldular. Bütün bu istilalar süresince, Bâbıl kuşatılıp, tahrip ediliyor, tekrar imar edildikten sonra bir başka istilacı kavım tarafından yerle bir ediliyordu.
Bâbıl şehrinde, Iştar, Ereşkıgal, Marduk, (Baal) Nabu, Hadad ve Tammuz gibi putlara da tapılıyordu. Şehir M.O 16. yüz yıldan itibaren bin yıllık bir süre içinde çöküş dönemine girmişti. M.O 6. yüz yıla doğru tarihin ünlü asma bahçelerinin ve Bâbil kulesinin ortaya çıktığı sanılıyor. Antik dönemde 612 tarihinde, adı Nabukadnezar olan bir Kaldelı kral, Nınova adlı şehri bir daha yeniden kurulmayacak şekilde tahrip etti. Ninova ile birlikte bütün Asur devleti de tarihten siliniyordu. Kendisinden sonra tahta geçen ve 43 yıl devletin başında kalan 2. Nabukadnezar, M.O 587 yılında, Kudüs’ü yıktırdı ve Yahudileri sürgüne gönderdi.
Ancak Nabukadnezar bu icraatı yanında, Bâbil'i yeniden îmar ettirmesiyle de meşhur. Ünlü tarihçi Herodot, bu tarihten yüz yıl kadar sonra Bâbıl için "yeryüzündeki en güzel şehir" ifadesini kullanıyordu. Dünyanın o dönemde en önemli merkezlerini gezen birisi olan Yunanlı Herodot'un bu ifadesi şehrin önemini daha da arttırıyor. Nabukadnezar' ın Bâbil şehri, arkeologların bilgilerine göre, 8,5 km karelik bir alanı kaplarken, kesin olmasa da yine tarihçilere göre, şehirde yarım milyon insanın yaşadığı aktarılıyor.
Her yükselişin bir zevali (düşüşü) olur kaidesine bağlı olarak, diğer ünlü şehir merkezleri gibi, "dünya fahişelerinin ve iğrençliklerinin anası" olarak isimlendirilen Bâbil'in ve Allah'ın insanlara bildirdiği yolun dışına çıkanların fecî sonu gelecek nesillere ders olacak bir tarzda bu şehirde de ibret ve dehşet sahnesi halinde yaşandı.
Roma Pompei, Lut gölü civarı, Sodom, Gomore ve Bâbil en ileri derecede iskân edilirken, putperestliğin her çeşidi de tevhidin yerini almaya çalışıyordu.
Bu duruma en iyi örnek bir zamanların Mekke şehrindeki 360 put gibi, Bâbil'de de çeşitli hayali ilahlar adına 53 ayrı tapınak bulunuyordu. Bu tapınakların dışında Marduk adına kurulmuş 55 kurban yeri mevcutken, diğer çeşitli putlar adına 1300 sunak vardı.
Kur’ân-ı Kerim'de açıklanan "Biz hiçbir kavme bir uyarıcı (Resul-Peygamber) göndermedikçe onlara azap etmeyiz" ayeti burada da tahakkuk ediyordu. Bâbil'in en geliştiği dönemde dört ayrı kalın duvarla düşmanlara karşı korunduğu şehir surları içinde de 24 ayrı sokağın varlığı biliniyor. Fırat'ın iki kıyışında kurulan Bâbil, antik dönemin ilk taş köprüsüne sahip şehir olma vasfını da kazanıyordu.
Kendilerine gönderilen Peygamberleri alaya alan, önceki vahşi ve insanlık dışı hayatlarını sürdürmekte ısrarlı olan diğer kavimler gibi Bâbil halkı da Tevrat, İncil ve en son ilahî kaynak Kur'ân-ı Kerim'de anlatılan putperest kavimler gibi, yerle bir olup tarihin karanlıklarında yok oluyorlardı. Kazıyı yapan ve buluntuları Arkeologlar açısından enteresan olan nokta, antik dönemin bu şehrinin bütün ayrıntılarının fazlasıyla ortaya çıkartılması ve bilinmesiydi. Kazılardan çıkarılan cıvı yazılı kil tabletler, şehir hakkında o kadar açık, net ve detaylı bilgiler veriyordu ki arkeologlar, bu şehrin planını dahi çıkarabildiler.
Şehre kuzey istikametinden gelen ziyaretçilere Bâbil, bütün mimarisi ve ihtişamını teşhir ediyordu. Ziyaretçilerin bir kısmını oluşturan tüccar ve tapınak müdavimlerinin gözüne ilk çarpan bina, devasa surların içinden yükselen Iştar kapışıydı.
Saddam'ın aynı büyüklükte bir benzerini yaptırdığı Iştar kapışı şehrin sekiz ana giriş kapışından birini teşkil ediyordu. Şehrin sözde koruyucu ilahları adına 575 adet boğa ve ejderha tasvirleri, kapıyı boydan boya süslüyordu. Alman arkeolog Robert Koldevey harabe halindeki Babil’in kalıntıları içinde bozulmamış haldeki Iştar kapısını ilk bulan kışıydı. Irak hükümeti kapının kendilerine ait olduğunu açıklasa da, dünyanın diğer tarihi merkezlerinden kaçırılan antik eserler gibi, Iştar kapısı da taş-taş sökülerek, Berlin müzesine kaçırıldı.
Bu kapı bu gün geçmişin putperestlik fanatizmi, karanlık ve bağnazlığını hatırlatan sessiz şahitlerden biri olarak, Berlin müzesinde ziyaretçileri hayrete düşürüyor.
Şehrin ikinci dikkat çeken binası ise tarihte çok bilinen meşhur Bâbıl kulesiydi.
Kule 91 m. Yüksekliğinde olduğu gibi, Herodot'un anlattığına göre sekiz katlıydı. Aşlında bu günkü arkeolojik bilgilere göre, kulenin yedi katlı olduğu tespit edilmiştir. 1875'de bulunan bir çivi yazısı tabletine göre "Ziggurat" adı verilen bu (tapınak) kulenin bütün ölçüleri biliniyor. Tapınak olarak kullanılan kulenin temel kısmı 90x90 m boyutlarındaydı. Şehrin imarında kullanılan ağaç malzemenin Lübnan’dan getirilen sedir olması ayrı bir özellik, binalarda kullanılan güneşte güneş de pişirilmiş tuğlaların, daha sonra çevredeki yerleşim merkezlerinde kullanıldığı tespit edilmiş;. Bâbil terk edildikten sonra milyonlarca kerpiç civarda oturanlar tarafından yeni kurulan evler ve binalar için taşınmış.
Bugün Bağdat şehrinde bile bu kerpiçlerden bazıları tespit edilmiştir.
Bir ara Perslerin hâkimiyetine gecen Bâbil, daha sonra Büyük İskender’in Persleri nihai yenilgiye uğratmasıyla ikinci defa el değiştiriyordu. Bâbil halkı İskender’i II. Nabukadnezar ilan ederken, şehrin yeni hâkimi, o güne kadar dünyanın neredeyse yarışını ele geçirmiş olduğu halde, Bâbil de yakalandığı sıtma hastalığından ölüyordu.
Bu olaydan sonra şehrin günleri sayılıydı. Halkın çoğu diğer şehirlere nakledilirken, Marduk kültü (Put) önem ve değerini doğal olarak kaybediyordu. Yunan coğrafyacı Ştrabon'a göre, Bâbil birinci asrın sonunda artık hiç kimsenin yaşamadığı terk edilmiş bir şehirdi.
İçinde yaşayanların bin bir türlü turlu günahı irtikap ettikleri Bâbil böylece tarihin karanlık dehlizlerine gömülürken, Kur'ân-ı Kerım'de ki şu âyetler tarihin bu karanlık ve kâbus dolu cephesine yeni bir ışık getiriyor.
"Yeryüzünü gezin ve Allah'ı inkâr eden kâfirlerin akıbetinin ne olduğunu görün, o şehirlerden geriye kalanları, sizin geçtiğiniz yollar üzerindedir." Aşlında keşke, her harabeye, yıkılan her şehre bu gözle bakabilsek, geçmişte yaşananlardan ibret alabilsek, bu gün aynı hatalar belki de hiç yaşanmazdı. Oysa aşrımızda öylesine bir hayat sürdürenler var ki Bâbil veya Roma halkı onları görse utanırlardı.
(1) Kaynaklara göre Babil şehri (devletine) bu vahyi ileten peygamber Hazret-i Âdem (AS)’ın 19. kuşaktan torunu Hz. Salih (AS) olup; Kendisi Semûd kavmine gönderilmiş bir Peygamberdir. Bir başka rivâyete göre de Nûh, Hûd, Sâlih ve Şuayb Aleyhimüsselâm’lar Hazreti İbrahim (AS) dönemi Peygamberleri olup kabirleri, Mekke’de Zemzem ile Makâm-ı İbrâhîm arasındadır.
(2) Uygarlık ve medeniyet konusunda bir tanım ve ilmi açılım: Uygarlık manadan ari, salt maddeden ibaret, din, inanç ve vahiy mefhumundan uzak, ateist-maddeci; Medeniyet ise, mütemmim (bütün usul ve unsurlarıyla) bir madde ve mana bütünleşmesi, insani, ftri ve ilmi yaşam biçimidir.

21 Temmuz 2008 Pazartesi

BİLİNÇ ÜNİVERSİTESİ REKTÖRÜ: GALİP BARAN'IN YOLU

FENA MI ?... YOKSA !... İYİ Mİ OLDU ?...
Mustafa Nevruz SINACI
Şu sıralar kamuoyunda tartışılan pek çok konu var.Bir bölümü topluma zoraki dayatılan ve illâ gündemde tutulmak istenen Ümraniye soruşturması veya Ergenekon adı ile müsemma kâbus gibi korkunç, muğlâk ve muamma kavramlar ve karanlık iddialarla dolu, sebep ve sonuç ilişkisi kördüğüme dönmüş, gizem yüklü, garip ve enteresan bir süreç... Allah sonunu hayırlara vesile kılar, adalet ve hukuk tecelli eder inşallah.Ancak, siz kopartılan vaveylaya bakmayın aslında bu halkı fazla ilgilendirmiyor. Gerçek gündemde daha ciddi, ağırlıklı ve önemli konular var.Açlık, yokluk, yoksulluk, fahiş düzeyde pahalılık, zenginlikle fakirlik, sanal enflâsyonla gerçek enflâsyon arasında derinleşen uçurum, yalan-talan, kayıt-kapsam dışılık, yolsuzluk ve suiistimaller gibi meselâ.Her ne hikmetse malum ve mel’un akredite medyanın iştigal alanı dışında bunlar.İnsan hakları derneklerinin ve (maalesef) bunları insanlık suçu olarak kabul ve telakki etmeyen, failleri hakkında işlem yapmayan Cumhuriyet Savcılarının da hiç umurunda değil.Amma! Halk arasında “Milli Kahraman” olarak anılan, dünyanın ilk ve tek “Bilinç Üniversitesi” ni kuran Galip Baran bütün bu konuların sanki tek ve yegâne sahibi. S. Demirel’den A. Gül’e kadar son üç Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar ve vekillere aşağıda özetlenen mealde sürekli mektuplar yazmış. Halkın ıstırap ve şikâyetlerini iletmiş. Alternatif projeler ve çözüm yollarını bildirmiş. Yıllar süren “sarsılmaz irade, inanç, güven ve kararlılıkla verdiği” mücadele sonuç vermeyince bir açıklama gereği duyuyor.
Açıklama şöyle:
“Başbakan, Bakanlar ve millet-vekilleri hariç sadece son üç Cumhurbaşkanına “devlete sahip çıkmaları” ve bizim ‘okul dışı eğitim’ çalışmalarımızda öğrenerek halka öğrettiğimiz gibi; Görevlerini tedvir ettikleri (etmekte oldukları) yıllarda karşılaştıkları sorunları yenmeleri, üstesinden gelmeleri ve zorlukları aşabilmeleri için ilim-fikir, öneri ve bilimsel proje içeren; Süleyman Demirel’e 3, Ahmet Necdet Sezer’e 10 ve Abdullah Gül’e 1 olmak üzere toplam: 14 dosya göndermek suretiyle başvurdum.Ama maalesef “derde deva” bir sonuç alamadım.Yerimde olsaydınız, siz ne yapardınız? Ben onların yerinde olsaydım, en azından Galip Baran’ı köşke çağırır, yüz yüze konuşurdum. Sanırım, çok da iyi olurdu... Bunu gören, onlarca, belki yüzlerce insan; “Seni, Cumhur-başkanı bile ciddiye almıyor” demez, beni yalnız bırakmaz ve ‘devlete sahip çıkma bilinci çığ gibi büyürdü’. Belki onları görenler de benzer çalışmalar başlatır bana “senin gibilerin sayısı çoğalmalı” diyenler, ne kadar artış kaydedip çoğaldığımızı görürlerdi. Fena mı, yoksa iyi mi oldu?Yerimde olmadınız, yardımcı da olamadınız. Vekil de seçmediniz!..Sonuçta benim gibilerin sayısı çoğalmadı. Ama ben, “ölünceye kadar” diyerek sevgili halkıma bağımsız Milletvekili adayı iken taahhüt ettiğim: Her kavşağa bir Galip, (Sabah, 16.12.1997) “okul dışı eğitim” çalışmalarımızı tek başıma da olsa sürdürüyorum. Fena mı, yoksa iyi mi oldu?Şu da var ki, beni ciddiye almamanızın, destek vermemenizin ve yalnız kalışımın yol açtığı motivasyondan olacak, insan davranışlarını araştırdım. Bu sayede “bilinç” konusunda uzmanlaştım. Bilinç bağımlısı oldum. Sonuçta bir “Bilinç Üniversitesi” kurdum. Fena mı, yoksa iyi mi oldu?“Yönetimi denetleme ve devlete sahip çıkma” yı böylesine önemsememden olacak “yasa bağımlısı” da oldum. Devlete herkesten daha çok sahip çıkmağa başladım. Fena mı oldu, iyi mi oldu?” diyor ve soruyor: Galip BARAN: “Peki, siz, şimdi ne yapıyorsunuz?” Halinizden, hayatınızdan, hal-vaziyet, durum ve gidişattan memnun musunuz?
***
GERÇEK GÜNDEM
Mustafa Nevruz SINACI
Sorumlu vatandaş, yasa bağımlısı Galip Baran’ın yakınmalarını dün bu sütunlarda okudunuz. Orada, gerçek gündemi, insan-birey ve vatandaş bağlamında yaşanan gerçek karşısında yapılması gerekeni her halde anladık, apaçık gördük ve algıladık. Zira devlet bizim. Türkiye de Türkçe yayınlanan yabancı kaynaklı kartel medyasının aksine; Milli devlet ve milli mücadele banisi, “özgür, adil, hür, hâkim ve hükümran Türkiye” yanlısı yerel basın, bölge basını ve internet gazetelerinin halkın gönül hanesine seslenen, aklına hitap eden sorunsal şu: Milletin kahir ekseriyeti mahvolmuş bir haldedir.İltimas tek geçer akçe. Rüşvetsiz iş ve ihale alınamıyor. Avantasız iş yapılmıyor.Yolsuzluk gasp, suiistimal had safhada, ülke baştanbaşa, tam bir sorumsuzluk, basiretsizlik ve aymazlıkla AB sevdası uğruna dipten düze yağmalanıyor.Osmanlı’nın son yıllarında da durum aynı değil mi idi?Eğitim amacını yitirdi, yönetim kalitesi tabana vurdu..Koca koca üniversiteler tahsilli hırsız, yolsuz, çete-mafya, anarşist-terörist ve tedhiş elemanları üretiyor. Sanki ülkede alim ve akil adam kalmamış gibi, AB ve ABD’den, Büyük Atatürk’ün şiddetle men ve reddettiği batıdan, kötü batılıdan medet umuluyor. Büyük bir onur kaybı bu…Oysa ilim evrenseldir. Müminin yitik malıdır. Nerede bulursa almalı, halkı için kendi ülkesinde, öz insanı yararına hayata geçirmelidir. Binlerce yıllık Türk medeniyeti ve “Medeni Siyaset” geleneği bunu gerektirir. ‘Gelin yapın, gelin alın” demeyi değil!..Bu basitliktir. Acizliktir. Basiret ve beka noksanlığından ileri gelir..Adalet ahlâkı, hukuk ilkeleri, siyaset ve yönetim bilimine aykırıdır.Şimdi akıllı, imanlı-şuurlu, milliyetçi-memleketçi ve bilinçli olmak zamanıdır.Bakınız karşımızda yer alan dost, müttefik ve müşterek maskeli haydutlara, ne kadar bencil, çıkarcı, menfaatperest ve emperyalistler. Cumhuriyet bunlara karşı kurulmadı mı? Devlet halk ile kaim ve millet iradesi ile daim denilmedi mi? Yoksa şu zamanın mesulü vekil ve vükelânın okuma yazması da mı yoktur. Yahut bu, anlama, algılama kabiliyetsizliği mi?Başta Atatürk olmak üzere, kimse medeni devletlerle ilişki kurmayın ticaret yapmayın, dünya devleti olmayın demedi. Aksine eşitlik-mütekabiliyet kaydı şartıyla bunu teşvik ettiler.
NE AB’Sİ KARDEŞİM !...
Milletin sırtına yük, ağırlık, borç ve sıkıntı getirecek, getirdiğinden çok daha fazlasını götürecek bir sömürü düzeninde bu ülke ve halkın işi ne? Daha şimdiden millet batmış. Esnaf ve zanaatkâr çökmüş. Tarım-toprak, ziraat bitmiş. İşsizlik, açlık, yokluk-yoksulluk almış yürümüş. Yalan-talan, yolsuzluk-suiistimal, nitelikli dolandırıcılık, görev ihmali, anarşi-terör-tedhiş olabildiğince büyümüş. İşte tefessüh etmiş batıdan ithal kültürün eseri bu..Ümraniye iddianamesi açıklandı. Şapka düştü kel göründü. Darbe faili zanlılarla demokrasi havarileri birbirine karıştı. Dillerde dolaşan isimlerin % 90’ı dışarıda medya sahibi, eski bakan, vekil, büyük iş (!) adamı, hatırlı-nüfuzlu, muteber yurttaş rolünde! Karşımıza bir ördüğüm çıkmış durumda. Allahtan korkmadan, milletten utanmadan Ergenekon adıyla tanımlanan organizasyonda anarşi-terör-tedhiş zanlılarından, kıdemli mason, misyoner, dönme-devşirme, koza ve kriptolara kadar her melânet var. Bu ne iş? Mesele vatan kurtaran Şaban komedisine dönüştü. Olay: Tam teşekküllü “temiz eller” operasyonunu zorunlu kılıyor.Ey Hükümet, Yargı yahut Yasama! Yapın artık şu “TEMİZ ELLER” Operasyonu’nu daha ne bekliyorsunuz? Sanki başka çare mi var?
Elbette yok.Abdullah Gül, Recep Tayip, bakanları ve partisine sorarlar:“Yoksa bir korkunuz, çekinceniz, karanlık maziniz ve meş-um bağlantılarınız mı var? Hüküm, hikmet ve adaletle ifa edemediğiniz ‘yürütme’ bu kadar tatlı, kârlı, kazançlı, cazip ve dayanılmaz mı geliyor. Şart mı? Bunca şaibe altında parlamenter kalmanız?Açın adalet ve hukukun önünü, çözün Cumhuriyet Savcılarının elini.Beklenen ve istenen: Adaletin tecelli-i ve “Hukuk Devletinin” avdetidir o kadar.
***
VATANDAŞA DÜŞEN GÖREV
Mustafa Nevruz SINACI
Yarım asır önce yolu kesilen ve alçakça bir ihanetle çökertilen milli rejim şimdilerde ayağa kalkma, kendine gelme, aslına dönme ve tekrar Atatürk ilkeleri ve Türk İnkılâbı yoluna girme mücadelesi veriyor, verebiliyor. Denk gelen tarih ve dönem çok önemli;Şöyle ki, tüm dünya hızlı bir kaos-karmaşa, bunalım-buhran ve krize sürükleniyor.Kendi kendine değil, yedi kız kardeşlerin başını çektiği evrensel bir çete tarafından.Bu çete: Papalık (babalık)’tan feyiz, destek ve ilham alan “ilâh+silâh+ilâç” tacirleridir.Sözde yenidünya düzeni, globalleşme ve küreselleşmenin ‘Küresel Emperyalizm” nam ve hesabına ‘organize suç örgütü’ bunlar. Bazı geri zekâlı, safdilli veya paralize tiplerin ileri sürdüğü gibi NATO tipi gladyo falan değil. Özellikle Türkiye için hiç değil. Düpedüz sivil ve siyasi organizasyon, Türkiye için birileri böyle konuşursa bilin ki o da bu menfur yapının ta göbeğindedir. (Bak: Genelkurmay Özel Harp Dairesinin kuruluş tarihi ve kuruluş amacına)
Şu an için Oxford dâhil dünyanın en şöhretli üniversiteleri bu düzeni tahkim edecek prototipler yetiştiriyor. Atatürk’ün dediği “Yurtta ve dünyada sulh” adalet, eşitlik ve hukuk sağlayacak, insan haklarını sağlamlaştıracak “özne” şahsiyetler değil! Bizde de durum aynı.Yani sonuçta insanlık yaradılış amacı olan barış, hürriyet, adalet, refah, zenginlik ve mutluluk yerine koşar adım felâkete gidiyor. Sürükleniyor. Türkiye de bu azgın dalgaya zorla sürüklenmek isteniyor. Meselenin özü bu, oysa Türkiye insanlık dışı ‘İnsani Boyut ve Bilgi Toplumu’ karşıtı emperyalist ülke olamaz. Bu menfur olgu, ilim dışı tertip ve teşebbüs Türk insanının doğasına, inancına ve bütün âlemin esasta fıtratına (yaradılış amacına) aykırıdır.Ama ne var ki, yarım asra yakın süredir virüs bedene sokulmuş ve tahribatını hayli ilerletmiş bulunmaktadır. Afganistan, Irak, Sudan ve Pakistan pisi-pisine hastalığın pençesine düşmüş, İran ve Türkiye henüz operasyon aşamasındadır.
ŞİMDİ ZAMANI:
Zira kutsal vücudumuza neşter çalınmadan, asil ruhûmuz domuz kanıyla kirletilmeden ve hak’a tapan kalbimiz, derin bilinç ve engin şuurumuz bulanmadan kendimize gelmek, tezgâhtan diri bir zindelikle yeni doğmuş gibi kalkmak zorundayız.Bu onurlu-soylu kalkış ve yeniden diriliş; Yüksek bir azim ve irade işidir.Atatürk’ün dediği ‘gerektiğinde milleti kurtaracak azim, irade, kararlılık ve bilinç’ şuur budur. Bu şuurla iç temizlik, çürümüşlük ve yozlaşmadan arınma, adalet ahlâkı ve hukuku hâkim kılarak ‘dört başı mamur bir hukuk devleti olma’ çabası tam bir fedakârlık ve kararlılıkla uygulanmalıdır. Süreç budur. Galip Baran bu sürecin öncüsü ve sözcüsüdür.Kendini TC yurttaşı olarak algılayan ve tanımlayanlar için mesele çok basit. İşe;“Bu devlet, ülke ve millet benim” bilinciyle başlamak; Sevgili halkımız arasında ASLA “sağcı-solcu, alevi-sünni, dinli-dinsiz, milliyetçi-enternasyonalci, Müslim-gayri Müslim, asli unsur-tali unsur” gibi ayrım gözetmemek, ayrımın hain Gladyo-Oligark, kripto-koza ve Baronlar tarafından; Halkı bölme, parçalama, yağmalama-sömürme amacıyla kullanılan yalanlar olduğunu bilmek; Bu bilinçle sadece “iyiler-kötüler, doğrular-yanlışlar”ı dikkate alarak “iyi insan ve dürüst vatandaşların” tıpkı Galip Baran gibi “hak-adalet hukuk ve ahlak yolunda” mücadeleye başlamak gerekir.
GÖREV: Cumhurbaşkanı dâhil tüm kurum ve kuruluşlara Meclise, yargıya, savcıya başvurmak, suç duyurularında bulunmak, davalar açmak, dilekçeler vermek kötüleri deşifre ve adalete havale etmektir. Ayrıca, yönetime hesap sormalı “hak, adalet ve hukuk nerede” demeli, hukuk yoluyla adalet istemeli; Haksızlıklar karşısında hükümet uyarılarak sorumlu vatandaşlık görevi hakkıyla yerine getirilmelidir.4982 ve 3071 Sayılı Kanunlar gereği bu yasal bir yol-görev ve hukuki haktır. Eğer, Temiz Toplum, Temiz Devlet, onurlu-sorumlu, adaletli-dürüst, saydam hükümet; Kısaca “Hukuk Devleti” istiyorsak “yönetimi izleme ve denetleme hakkını kullanmak zorundayız. Zira hesap seçimlerde sorulur’ lâfı yalan ve ütopyadır. Doğrusu Galip Baran’ın bilinç, demokrasi, hak-adalet ve hukuk yolunda, sabır-inanç, azim, irade ve kararlılıkla yürümektir.

**Açılım ve takdim

İnsanda bilinç olayı çok önemli olduğu için bu konuya biraz fazla eğilmek gerekiyor. Bilinç’ in bizim BEN liğimiz olduğunu söylemiştik. Organik bir yapısı olmayan beynimizin ürettiği, beyne giriş yapan veriler çerçevesinde şekillenen bir yapı. İşte asıl BEN dediğimiz olgu. Yeteneklerimizi yani bedeni ve ruhi yapımızdaki unsurları kullanabilen BEN.En fazla zihin, hafıza, zeka, hayal, vehim. düşünce ve aklı kullanabilen bilincimiz; şayet ne olduğu ve nasıl kullanabileceğimizi öğrenmemişsek genellikle biyolojik bedenimizin programına tabi olur. Bu program ise bedenimizin hormonlarımızın aktifleşme ve pasifleşme durumuna göre otomatik tepki zincirinden oluşur. Eskiler buna “ nefs ” ismini vermişler.Biyolojik bedenin programına hayvani nefs, Ruh bedenimizin programına ruhani nefs olarak ikiye ayırmışlar. Bilincimiz ise bu her iki programı da kullanmayı başarabilen BEN dediğimiz kimliğimizdir. Bahsedildiği gibi kişi yaşarken bir şekilde bilinçle ilgili özelliklerini öğrenememiş, kullanabilme iradesini gösterememişse, otomatik olarak bedeninin ihtiyaçlarının tatmini yönünde hormonsal sisteme tabi olur. Sevinme, üzülme, kızma, acı duyma olgusu, beklentiler her şey, bedensel etkilenmeler doğrultusunda sabitlenir. Düşünme yeteneği, zeka, hayal hep bu ihtiyaçların en iyi şekilde temin ve tatmin doğrultusunda çalışmaya başlar. Ne pahasına olursa olsun bedensel ihtiyaçların en iyi en tatmin edici şekilde oluşması amaçlanır. Tıpkı insan dışındaki hayvansal yaşam da olduğu gibi. Yalnız insanın yaratılış yetenekleri diğerlerine göre çok fazla olduğu için, ihtiyaçlar da, güçler de o derece fazladır.İnsani değerler dediğimiz değerlerin oluşumu için, bilincimizin farklı çalışabildiğini kabullenmek, öğrenmek gerekmektedir. Yani Bedenimize kimin patron olduğunu göstermemiz. Onu bilinç kontrolüne alabilmemiz gerekir. Aksi halde bilincimiz bedenin kontrolünde gelişimini sürdürdüğü takdirde yaşayan diğer canlılardan hiçbir farkımız kalmaz.Hepimizin bildiği gibi evrende ki yaşam; Bir formattan başka bir formata, bir boyut veya katmandan başka bir boyut veya katmana geçiş şeklinde sonsuz olarak devam eden bir sistemdir. Yaşadığımız bu madde boyutu adını verdiğimiz boyutta, sadece insan beyninin ürettiği Ruh beden ve bilinci, bir üst boyut veya katmana geçiş yapabilecek özelliktedir. Bu geçiş kişinin isteğine bağlı değildir. Doğup ölmemiz nasıl bizim isteğimizle olmuyorsa, geçişte aynı şekilde otomatik olarak gerçekleşecektir.Bunu neden yazdım. Bilincimizin özelliklerini bu yaşamda fark edersek, Akıl dediğimiz derinlikli düşünebilme ve ileriye dönük tahminlerde bulunabilme, plan ve hazırlık yapabilme gücünü, geleceğe yönelik uzun vadeli beklentilerimiz yönünde, menfaatlerimize uygun davranışta bulunabilme imkanına kavuşuruz. Bildiğiniz gibi beden kendi hormonsal ihtiyaçları konusunda, kendi isteği ile vazgeçme, zorluklara katlanma gibi şeylerden hoşlanmaz. Ancak ona patronun kim olduğunu, bedenin; bilincin hizmetine tahsis edilmiş bir araç, el ayak, göz kulak gibi bir organdan başka bir şey olmadığını gösterebilirsek, gelecekteki tehlikeleri fark edebilme sayesinde önlemleri de önceden alarak istediğimiz, arzu ettiğimiz bir yaşam sürme şansını bedenimizi kullanarak elde edebiliriz..Bilinçlenmenin bu aşamasında Din devreye girer. Yalnız Din olgusuna bugünkü anlayışla yaklaşırsak sadece kendimizi kandırırız. Bugün bilimden uzaklaştırılmış mitolojik bir kavram gibi algılayıp takım tutar gibi Din tutarsak, bırakın geçeceğimiz boyutta bir faydasını görmeyi; Yaşadığımız Dünyada bile zarar görebiliriz.Din; Kainat düzenidir. Sonsuz sayıda boyut ve katmanlardan meydana gelmiş, tespit edebildiklerimiz veya bilmediğimiz sonsuz sayıda alemlerin tamamının ismidir Din. Yaşamın sonsuz olduğunu, farklı aşamalarda, farklı boyutlarda boşluk bırakmadan devam edeceğini, bu nedenle de bir sonraki aşamada daha iyi şartlarda yaşayabilmek için bu yaşamda neler yapılabileceğini bize anlatmaya çalışır. Resul, Nebi dediğimiz insanlar, Bu sistemi yaratanın, yüksek beyin gücü ve algılama kapasitesi ile yarattığı, sistemi düzeni tüm aşamalarıyla algılayarak bize de fark ettirmeye, anlatmaya çalışan, öğreten, görevlendirilmiş kişilerdir. Onları, bir yaşam uzmanı, bir sistem uzmanı olarak düşünmemiz gerekir.Sistemin Anayasası niteliğindeki Kitabı ve onların söylemlerini, bugünün bilgileriyle çözmeye çalışıp yaşamımızı bir sonraki devreye hazırlık yapacak şekilde düzenlemeliyiz. Çünkü o devre neredeyse sonsuz bir dönemi kapsayacaktır. Yaşam şartları değişecek, Birlikte yaşayacağımız varlıklar değişecektir. Şu an o boyutu algılamıyor olabiliriz. Fakat bu onun olmadığı anlamına gelmiyor.Hz. Ali’ nin söylediği gibi; kendisine “Ne o kadar sıkıntıya giriyorsun, ya öyle bir olgu yoksa boşuna uğraşmış olmayacak mısın” sorusuna “Peki ama ya varsa ve gerçekse ne olacak” hitabını bizde benimseyip yaşamımızı kendi kontrolümüze almayı öğrenmemiz gerekiyor.Bütün bunlar, okuduğum eserlerden çıkardığım sonuçlardır. Yoksa çok bilmişlik, Alimlik gibi bir iddiam yoktur. Tabiî ki doğrusunu Allah bilir.Her şeyin gönlünüze göre olması temennisiyle sevgi ve saygılar.(alıntı. Ref: img.blogcu.com/uploads/Ekabir_231.JPG)

*SELAM !..

İnsan olduğumuz halde, insanın ne olduğu konusunda fazla bir bilgimizin olmayışı ve bu konuyu neden hemen hemen hiç düşünmeyişimiz sizi de şaşırtmıyor mu? Gerçi herkes bir şeyler söylüyor. Ama öyle hale geldi ki Ruh ve bilinç kavramlarına inanmayanlar çoğalmaya başladı. İnsan denince görünüm olarak değerlendiriyoruz.. Biyolojik bedenimizi “insan” olarak kabul edip, başka bir vasfımızı yok farz ediyoruz. Ne kadar acı değil mi!.. Düşünmenin beyinde meydana geldiğini varsayıp, onu beyin’in hormonsal düzeyde bir fonksiyonu gibi görüyoruz. Tabii böyle olunca da davranışlarımıza yön verebilme gelecekle ilgili fikir üretebilme, plan yapabilme gibi yani BİLİNÇ dediğimiz en üst derecedeki KİMLİĞİMİZİ, gücümüzü kullanamıyoruz.Eğitim sistemimize bakıldığında sadece biyolojik olarak bedenimizin işleyiş sistemini görüyoruz.. Bilinç ve Ruh la ilgili hiçbir öğreti yok. Psikolojik olarak etkilenmeleri ve onlarla ilgili konuları öğrenmeyi yeterli görüyoruz. Sanki bilinçli olarak bu konulara yaklaşılması yasaklanmış gibi gelmiyor mu size de? Hani hayvanat bahçesinde hayvanlara ait mekanlarda sınırlar vardır. Yine hayvan terbiyecilerinin ilgilendikleri hayvana koyduğu sınırlar vardır. O sınır aşılmaya kalkışıldığında sert önlemler, cezalar devreye girer. Bizi de sanki birileri terbiye ediyormuş gibi gelmiyor mu? Yok Ruh muş, yok bilinçmiş bunları öğrenmeyeceksin. Zaten öğrenecek bir şey de yok deniyor.Halbuki dünya da ileri düzeyde olan birçok Devlet bu konu ile ilgili Üniversiteler ve araştırma merkezleri açıyor. Bu merkezlerden biri olan İngiltere Surrey Üniversitesi. Beyin ile ilgili çalışmaların birinde senkronize ateşlenme ve beyin elektro manyetik alanı (Bilinç alanı) teorisini geliştirdiler. Teori de kısaca uyarılan sinir hücresi bu elekromanyetik merkeze bir sinyal gönderiyor. Sinyal bu merkezden dalgasal bir şekilde diğer sinyallere otomatik olarak bağlanarak bütünleştiği tespit edilmiş durumda. Hatta bana kalırsa bu etkileşim diğer beyinlerden biri ile de ilgili ise yayınladığı enerji dalgaları ile diğer beyni bile etkilediği görüşündeyim. Düşünün, nazar dediğimiz olay bundan farklı bir olay değil. Hele son olarak suyunda etkilenen bir yapıya sahip olduğu Prof Tomato tarafından da ispatlandığı için, diğer beyinleri bırakın etkilemeyi, yapısını bile bozacak kadar da kuvvetli olabileceği görüşündeyim. Bildiğiniz gibi bedenimizin üçte ikisi sudan meydana gelmiştir. Konuyu dağıtmayayım, bilim adamları arasında, bilincimizin beyindeki bu elektro manyetik alanda olabileceği fikri ağırlık kazanmış durumda. Biz insanı biyolojik bedeninden başka bir özelliği olmayan, düşünme ve davranış eylemleri beyinde hormonsal düzeyde gerçekleştiğini zannederken, batılı bilim adamları bilincin varlığını da geçmiş onun yeri ve işleyiş sistemini araştırıyor. İngiliz Prof. Mc. Fadden, Beyindeki bu elektro manyetik alanın tıpkı bir komuta merkezi gibi çalıştığı, davranış şekillerimizi oluşturan ilgili bölümlerdeki nöronları aktive eden, yahut pasifize eden bir merkez olduğunu, bu merkezin de aslında bizim kişisel irademizin ortaya ilk çıktığı yer olduğunu belirtiyor. Yani bilincimizin bu bölümün kendisi veya o alanda var olduğunu ileri sürüyor. Bir çok üniversitede Subliminal Vision Prof gibi programlarla bilinç düzeyinde eğitim, telkin, yerleşik bilgi depolama, zayıflama konularında oldukça da başarılılar. Bu konu oldukça önemli olması nedeniyle sürekili işlenecek, örneklenecek; Akademik, sosyolojik-psikolojik ve yaşam biçimi düzeyinde irdelenecektir. (alıntı. Ref: img.blogcu.com/uploads/Ekabir_231.JPG)