29 Mayıs 2013 Çarşamba

Dünya'nın sakinlerine değil; SAHİP'lerine çağrı!..

tıkla/link :: Dünyanın "SAHİP"lerine çağrı...
DÜNYA’NIN SAKİNLERİNE DEĞİL;
“SAHİPLERİNE” ÇAĞRI
Mustafa Nevruz SINACI
            Önce, “dünyanın sahibi” konusunda anlaşalım.
Evet, nedir dünyanın sahibi? Kimdir veya kimlerdir? 
Cevabı: Çok kısa, özlü ve bütün anlamları şamil (kapsayıcı) kılacak biçimde şöyle:
“Kendisini, yaşadığı ülke, şehir yahut mahallede emanetçi, muvakkat kiracı veya ‘sıradan bir sakin’ biçiminde değil.; Aksine iştigal ettiği yer ve tüm dünyanın tamamlayıcı, bütünleyici unsuru; Bütün maddi varlıkları, manevi değer ve unsurları ile dünyanın sahibi ve sorumlusu olarak görüp; Bu idrak ve bilinçle yaşayan, “onurlu, sorumlu ve erdemli” insandır.
Ki, Yüce Yaratıcının Ahsen-i takvim üzere (en güzel, en anlamlı ve yararlı biçimde) yarattığı ve “HALİFE” sıfatını verdiği bu örnek ve önder form’a “Bilinç Çağı İnsanı” denir.
Bu minval üzere konuyu açar ve “dünyanın sahibi” sıfatını haiz yüksek varlıklardan; Topyekün (ekolojik) yaşam konusunda ilham ve irşâdlara göz atacak olursak, aşağıdaki ibret ve hikmetlerle karşılaşırız. Bu bilgi, ilim ve öğretiler, yaşamın ışığı, iyiliğin ve diriliğin ebedi kaynağıdır. Şu kadar ki: Bilcümle mükevvenatın sırrını havi ilim’in, şubeler itibarıyla tespit ve ispat olunan cüzlerinden ibaret olan bilim; Bu gerçekleri bölümlerle açıklar ve aydınlatır.
Aydın, Münevver veya en hakiki anlam ve tanımı ile “Kanaat Önderleri” özgür bilim, adalet ahlâkı ve evrensel hukuk bağlamında insanlık âlemine “gerçekleri” anlatan, açıklayan ve bizzat yaşayan yüksek varlıklardır. Buna göre ve güncel örmekleri ile aşağıdaki bilgilere bakalım. Okuyalım, inceleyelim, değerlendirelim ve tefekkür edelim…    
Dünyanın akil ve âlim adamlarından Jack Cousateau, Kriton Curi, Mark Dubois, Edward Goldsmith, Erich Fromm ve Galip Baran; “Aynı geminin yolcusu” olduklarının idraki ile dünyalıları şöyle uyarıyorlar. (Çevre: 10.06.1991)
COUSTEAU UYARIYOR!
“Denizle Hâkimi’ne tüm insanlığın kulak vermesi gerek. Kaptan Cousteau’yu tanımayan yok. Denizler Hakimi ünlü bilim adamı, ne yazık ki gelecek kuşakların yaşamları konusunda (eğer en kısa sürede önlem alınmazsa) tüyler ürperten kehanetlerde bulunuyor…
Yaşlı bilim adamı, çağdaş toplumda herkesin inanılmaz bir bencillik içinde olduğunu; yalnızca kendi rahatlarını düşünüp, gelecek kuşakları tehlikeye attıklarını söyleyen Cousteau, “kehanetlerini” şöyle açıklıyor: “ İnsan hakları, adalet ve hukuk konusunda son derece duyarlı görünen günümüz ülke idarecileri ve toplumları, kendilerinden sonra gelecek kuşaklara yaşam hakkı tanımıyorlar. ‘Benden sonra tufan’ düşüncesiyle hareket ediyorlar.
Aslında dünyamız dört milyar yıldır varlığını sürdürüyor. İnsanoğlunun dünyada bir milyon yıldır var olduğunu da biliyoruz. Dünyamız bir dört milyar yıl daha yaşayabilecek durumda. Ama biz, onun ömrünü birkaç yüzyıla kadar indirmekteyiz.
Dünyayı ve insanoğlunu tehdit eden en büyük tehlike; aşırı kalabalık; nüfus artışıdır. Pek yakın bir gelecekte dünya nüfusu 14 milyarı aşacak. Şimdi nüfusun 5,5 milyar dolayında olduğu biliniyor. Ama her 6 ayda dünya neredeyse Fransa’nın nüfusu kadar kalabalıklaşıyor, yani 50 milyon kadar artıyor. İşte dünya yüzündeki tüm kirlenme, zehirlenme, bitki ve havanların ölümü; bu kalabalığa bağlı nedenlerden ortaya çıkıyor. İnsanoğlu yalnızca kendi yaşamını, hayatta kalabilmeyi düşünüyor. Bu nedenle de hayvanlara, başka canlılara yer kalmıyor yeryüzünde… İki bin küsurlu senelerde dünyada insanoğlu tek canlı olarak kalacak. Yiyecek bulamayacak. Et gerçek bir lüks olacak. Çünkü dünyada koyun, sığır türü hayvanların kökü kazınmış olacak… Oturacak yer bulamayacak, tüm çevresi betonlarla kaplanacak. Sonuçta bitki örtüsünü de yine kendi yok edecek…
Bu nedenle kadınlara bir an önce hakları verilmeli, bilinçlendirilmeli ve az çocuk yapmaları için eğitimden geçirilmeli. Ayrıca ben, insanların; yaşlılık ve gelecek korkusu için çok çocuk yaptıklarına inanıyorum. Bu geleceği güven altına alırsak, çok çocuk yapmaktan vazgeçeceklerdir.
  
DÜNYANIN SAHİPLERİNE ÇAĞRI:
NÜKLEER SANTRALLER
Mustafa Nevruz SINACI
İnsanoğlunu ve dünyayı bekleyen bir başka korkunç tehlike de, nükleer santraller. Bu gün bilim ne kadar ilerlemiş olursa olsun, insanlar; atom çekirdeğinin parçalanmasıyla elde edilen enerjiyi üreten nükleer santralleri henüz denetim altında tutamıyorlar. Böylece de bu santraller Çernobil’de görüldüğü gibi, korkunç bir tehlike yaratıyorlar… O halde, teklifimiz; tümüyle denetim altında tutmayı başarmadan, bu santrallerin tüm dünyadan kaldırılması. İşte bu amaçla BM’e; geleceğin kuşaklarına yaşam hakkı tanınması için başvuruda bulunduk.
Böylece bütün dünyada kampanyalar başlatılmasını ve bir an önce önlem alınması için girişimde bulunulmasını sağlayacağız. Gelecek kuşakların temiz ve yaşanacak bir dünyaya hakları olduğunu düşünüyoruz. Bunun için de her ülke insanının kendi çevre bakanlıklarına başvurarak; bu konuda bize destek sağlamaya çalışmasını bekliyoruz. Ancak bu sayede dünya ve insan nesli kurtulabilecektir. (Kriton Curi)
DÜNYA(LILARA)YA ÇAĞRI!
Ülkelerin çevresel istismarlarının durdurulması için bir çağrı kampanyası başlatıldı. 1992 yılında Brezilya’da toplanacak olan BM Çevre Konferansı’na sunulmak üzere uluslar arası düzeyde yürütülen imza kampanyasının öncüsü: BÜ Öğretim üyelerinden Kriton Curi. Kampanyanın metni ise şöyle: “Biz bu yazıyı imzalayanlar çevre kirliliğinin gezegenimizi tehdit eden en önemli tehlikelerden biri olduğunun bilinciyle, çevre kirliliğinin; ülke sınırı, ırk, din ayrımı tanımaksızın tüm insanlığı etkilediğini hatırlatarak.; Hükümetlere, BM’e ve tüm insanlara seslenir ve ülkeleri; “kirli endüstriler” ve zararlı madenler ihraç ederek, başka ülkelerin çevrelerinin istismarına son vermeye davet ederiz. Bu amacın gerçekleşmesi için:
(a)   Herhangi bir ülkede kurulması düşünülen yabancı bir endüstri, bu ülkedeki çevre ve halk sağlığının korunması ile ilgili mevzuatın yetersizliğinden yararlanmayıp; kurulacak endüstri merkezinin bulunduğu veya kurulacağı ülkede alınması öngörülen önlemlerin en ciddilerini uygulamaya mecbur tutulmalıdır.
(b)   Hiçbir ülkede, üretilen ürünlerin, diğer bir  ülkeye ihraç edilebilmesi için gereken tüm şartlar yerine getirilmeden ihracata izin verilmemelidir. Bir ülkede kullanımı yasaklanmış olan ürünlerin diğer ülkelere ihracatı kesinlikle önlenmelidir. (Figen Atalay / 26.7.1993/ Cumhuriyet) Çevreci Mark Dubois, herkesin kendine sorması gereken soruyu haykırıyor.
‘Dünya için ne yapabilirim’
“Kim demiş dünyayı değiştiremezsiniz diye, bir tek insan bile dünyayı değiştirebilir.” Bu cümle , Dünya Günü 1990’ın sloganıydı. Bu özel günün düzenleyicilerinden nehir uzmanı ve çevreci Mark Dubois, dünya üzerinde yaşayan herkese benzer bir çağrıda bulunuyor: Dünyaya zarar vermeden onun üzerinde nasıl yaşayacağımızı öğrenmeliyiz. Herkes, aynaya bakarak , ‘ben ne yapabilirim’ sorusunu kendisine sormalıdır.”
Dünya Günü’nün uluslararası etkinliklerini koordine eden Mark Dubois, daha sonra çokuluslu kalkınma bankalarının 30 milyar dolarlık yıllık kredi kullanımını daha çevreci ve toplumsal alanlara kaydırabilmeleri amacıyla uluslar arası baskı oluşturan, dünya üzerindeki çevreci, toplumsal ve ekonomik gelişmeden yana resmi olmayan kuruluşlarla iletişim kurmaya çalışan kişilerden biri.
Mark Dubois kararlı, “Dünya üzerinde bir ya da iki çılgın insanın tek başlarına gerçekleştirdikleri pek çok önemli değişiklikler vardır. Bu da insanların tek başlarına neler yapabileceklerinin göstergesidir.” diyor. Çoruh Nehri üzerinde düzenlenen raftinge katılan Mark Dubois ile ABD’ye dönmeden önce İstanbul’da kaldığı Mozaik Otel’de görüştük.
Yaşamı nehirlerle ve çevre etkinlikleriyle geçen, bireylerin çevreyi değiştirmek üzere harekete geçmelerini sağlamaya çalışan Dubois, dünyanın geleceğine ilişkin umutlarını henüz yitirmemiş. “Dünya Günü’ne katılımlar, büyülü ve harikulade güzel olan Çoruh Nehri üzerinde rafting yapmak ve bu umudun nedenlerinden bazıları” diyor. 

DÜNYANIN SAHİPLERİ’NE ve
TÜM DÜNYAYA SESLENİŞ
Mustafa Nevruz SINACI
Dubois’e göre, insanlar artık çevre sorunlarını bilincinde ama harekete geçmekte oldukça yavaşlar. Çünkü “Ben tek başıma ne yapabilirim ki? Hiç kimse bir şey yapmıyor, benim yapmamın da anlamı yok” diyerek, elini kolunu bağlayıp öylece oturmak kolay. Bu nedenledir ki, umutsuzluğun, kötümserliğin her zaman kazançlı çıktığını söylüyor…
Dubois şöyle devam ediyor: “İyimserlik ve umutlu olmak ise her zaman kazançlı çıkmaz belki, çünkü zor olan budur. Sorunlarla mücadele etmek, savaşmak, tek başına da yapılabilecek şeyler olduğunu düşünerek harekete geçmek kolay değildir ama yapılması gereken budur. Dünyada bir ya da iki çılgın insanın tek başlarına gerçekleştirdikleri pek çok değişiklik vardır. Bu da insanların tek başlarına neler yapabileceklerinin göstergesidir.”
Tüm dünyaya sesleniyor
Mark Dubois, çevre konusunda en önemli sorunun insanların harekete geçmemesi olduğunu ve bunun dünya üzerindeki tüm ülkelerde yaşandığını söylüyor. Dünyanın her yerinde benzer sorunların yaşandığını, örneğin ozon tabakasının delinmesinin tüm dünyayı tehdit ettiğini vurguluyor. Peki, o zaman ne yapmalı? Dubois, yalnızca Türklere değil, tüm dünyalılara sesleniyor:
“Herkesin ‘dünya ile yaşamayı nasıl öğrenebilirim’ sorusunu sorması gerekli. Yaşarken dünyayı parça, parça öldürüyoruz. Dünya giderek kirleniyor. Ona daha nazik davranmayı öğrenmeliyiz. Örneğin Kaliforniya’da yaşayan bir çiftçi artık yeraltı sularını zehirli oldukları için kullanamıyor. Çocuklarımıza zehirli gıdalar yedirerek yaşamlarını çalıyoruz. Buna hakkımız yok. Birbirimizle savaşarak çok zaman kaybettik. Örneğin bir sanayicinin üretimini ve tarzını beğenmeyebiliriz. Ama sorunlar karşısında onunla birlikte çalışmayı denemeli, bunu öğrenmeliyiz. Dünya üzerindeki ortak geleceğimiz için birlikte mücadele etmeliyiz. Kuşlar birlikte uçarak hem daha çok enerji sağlıyor hem de daha uzaklara ulaşabiliyorlar. Biz de birlikte savaşmalıyız. Meyve yalnızca ağacın dalının ucunda. Elimiz kolumuz bağlı oturursak meyveyi yiyemeyiz. Yerimizden kalkıp, ağacın dalına uzanırsak meyveyi tadabiliriz.” (31 Mart 1991/ Cumhuriyet Dergi)
Edward Goldsmith’in: 
Beş bin günde dünyanın kurtuluşu
Uluslar arası ekolojist hareketin belli başlı öncülerinden Edward Goldsmith’in son kitabı “yerküreyi kurtarmak için beş bin gün” daha şimdiden 300 binlik uluslar arası bir satış rakamına ulaşmış durumda. Dünyanın en etkin çevrecilik dergisi “Ekolojist”i 1970 yılından bu yana yayımlamayı sürdüren Edward Goldsmith’in, kitabında ana hatlarını çizdiği ‘dünyayı kurtarma programı’nın temelinde insanoğlunun yaşam tarzını kökten bir biçimde değiştirmesi anlayışı yatıyor. Goldsmith’in planı, dünyanın karşı karşıya bulunduğu üç ana tehlikenin belirlenmesiyle işe başlıyor: 1990 yılının yazı, 1880’den bu yana yaşanan en sıcak yaz idi; Basra Körfezindeki kirlilik oranı, yerküre için bir ‘rekor’du; dünyada her yıl yok edilen orman alanı da Fransa yüzölçümünün yarısı kadardı…
İşte bu ‘durum tespiti’; Üç acil önlem paketini gündeme getiriyordu: Ozon tabakasını delen klorflorokarbon (CFC) gazının lanetlenmesi; okyanusları kirleten toksik atıkların durdurulması; uluslararası bir ağaçlandırma seferberliği…
“Eğer örgütlenirsek, daha az tahripkâr bir yaşam biçimi yaratabiliriz” diye düşünen Edward Goldsmith, böyle bir hedefe ulaşabilmek için, insanların hem hükümetleri denetim altında tutup hem de kendi, kendine yeten küçük birimler halinde organize olarak sonuca varabileceklerini öne sürüyor. Tek gerçek demokrasinin, ancak küçük çaplı örgütlenmelerle yaşayabilen bir demokrasi olduğunu dile getiren Goldsmith, insanların devlet kurumlarına ve büyük kuruluşlara bel bağlamakla yetinmemelerini öğütlüyor…
Bazıları bunun bir ütopya olduğunu düşünüyorlar; fakat bana sorarsanız, esas gerçekdışı olan, bizim şu andaki yaşam biçimimizdir.

DÜNYANIN SAHİPLERİNE ÇAĞRI:
ERİCH FROMM VE GALİP BARAN
Mustafa Nevruz SINACI
İnsan davranışları üzerine çalışmalarıyla ünlü Erich Fromm, “Sahip Olmak ya da Olmak” adlı eserinde, diğerkâmlık (sencillik) ve egoizm (bencillik) olarak tanımladığı iki temel özelliğiyle (ilkesiyle) ilgili görüşlerini aşağıda görüldüğü şekilde açıklıyor: 
“Sahip olmak” ilkesine sahip insan; mala, mülke, şöhrete, insana, bilgiye sahip olmak, onları ele geçirmek, kendine mal edip, onlara egemen olmak, dilediğince, içinden geldiğince kullanmak ister. Bu sahip oluşların ve sahip olma isteğinin sonu yoktur.
“Olmak” ilkesine sahip insan ise; hiçbir şeyi elde etmeye ya da kendine mal etmeye, şöhret ve iktidara sahip olup insana egemen olmaya kalkışmaz. Bu ilke insanın bizzat kendi şahsiyet, haysiyet ve karakterini yükseltir, geliştirir. Evrimleşir, diğer insanları sever. İşte, sözcüklerle anlatılamayan, yaşanılan, hissedilen bir özelliktir bu ilke.
Dünya düzeni “sahip olmak” üzerine kurulduğu nedenle, insan ve değerleri, yerini makinelere ve ekonomik gelişmenin çarklarına bırakmıştır. Bilim, teknik ilerlemiş, ama bunlar kendi yararına kullanılmadığı için, insan bir araç haline dönüşmüştür. 
Çözümün ilk ve tek şartı, “sahip olmak” ilkesinden “olmak” ilkesine geçmektir. 
Yeni bir insan,  yeni bir toplum oluşturmaktır…
Eserin çevirisi yapan Aydın Arıtan, Fromm için şöyle diyor:
Erich Fromm, yazdıklarına ve savunduğu fikirlere uygun yaşayan ender insanlardan birisiydi. Para da, mal da ve şöhrette gözü olmayan, mütevazı yaşantısıyla dikkati çeken Erich Fromm, “Sahip Olmak ya da Olmak”ı tam beş kez yeniden yazmıştır. Kendisine, “Yeni Çağın Peygamberi” denilmesinden hoşlanmayan Fromm, sorunları ve çözüm yollarını göstererek, tıpkı İsa’nın geleceğini bildirip, onun yolunu hazırlama görevini üstlenen Nasıralı Yahya gibi gelecekteki müjde ve felaketi işaret görevini başarıyla yerine getirmiştir…
Erich Fromm, Yunus Emre, Mevlâna ve diğer evrensel “Kanaat Önderleri” arasında, halen yaşayan ve aramızda dolaşanların belki de sonuncusu; Bilinç Üniversitesi’nin kurucusu Galip Baran; Bakınız kendisini, dava, istikamet ve misyonu’nu nasıl açıklayıp, tanımlıyor:
SORUN: BENCİLLİK
ÇÖZÜM: SENCİLLİK… 
“Çevre, tüketim, trafik, sağlık, vergi, rüşvet, iş ahlakı (Ahilik), milli servet, imar ve her şeyi devletten bekleme gibi alanlarda başlattığım ve okul dışı eğitim olarak tanımladığım, insanı, davranışlarını ve nedenlerini araştırdığım, bazıları yerel bazıları merkezi yönetimin sorumluluk alanına giren, beni bilinçlendiren çalışmaları yaparken yaşam biçimim kökten değişti. “Bencillik”ten (sadece kendimi düşünmekten ve sadece kendim için yaşamaktan, yani hodkâmlıktan) kurtuldum. “Sencillik” (başkalarını düşünme, başkaları ‘halk’ için yaşama diğerkâmlık) ilkesini özümsedim. Böylece Erich Fromm gibi yaşamağa başladım…
Bilinç Üniversitesi Kurucusu
Bilinçolog Galip (Diğerkâm) Baran
Galip Baran’ın kuruluşuna öncülük ettiği ve bu gün, ülkemizin “dijital ortamda” üç ayrı WEB sitesi marifetiyle dünya çapında eğitim-öğretim ve yayın faaliyetini aralıksız ve istikrarla, başarıyla sürdüren Bilinç Üniversitesi’nin:
İşlevi:
“Bilgi Çağı”  üniversitelerinin, zamanla Bilinçoloji Ana Bilim Dalına dönüşebilecek “Bilinç Enstitüsü” ya da “Bilinç Kürsüsü” gibi bölümler kurmalarına yardımcı olmak; böylece, bundan böyle, yalnız bilgili değil aynı zamanda bilinçli mimar, mühendis, doktor, sosyolog, psikolog, antropolog  v.b. meslek mensuplarının yetişmesine katkıda bulunmak.
Kuruluş amacı: 
Güçlünün haklı olduğu değil, haklının güçlü olduğu, eş deyişle, “dünyevi değerlerin” yerini “uhrevi değerlerin” aldığı bir dünya düzeni kurmak. (bitti) 

3 Mayıs 2013 Cuma

TARİHİN ZORLAYICI ŞARTLARI ALTINDA GELİŞEN OLAYLAR!.., Remzi UYSAL, Lübeck-Almanya

TARİHİN ZORLAYICI ŞARTLARI ALTINDA
GELİŞEN OLAYLAR!
Remzi UYSAL
Lübeck / Almanya,  02 Mayıs 2013
24 Nisan günü Köln ve Hamburg´da 400 kadar Ermeni´nin „Sözde Soy Kırım“ için yürüdüğü haberini, benim de zaman zaman yazı verdiğim „Avrupa-Postasi.com“ internet gazetesinden, pek çoğumuz gibi okuyup, öğrendim.
Ben o günlerde „Sendikalar ve Göçmenler“  konulu Göttingen´de dört gün süren bir seminerde idim. Basın ve yayını düzenli izleyemediğimden, haberi kaçırmışım diye düşünmüştüm. Oysa Türk basını da AKP Hükümetini kızdırmamak için olmalı ki, haberin üzerinden, ateş üzerinden atlar gibi atlamışlar.
İyi ki „Avrupa-Haber“  haber yapmış. Yoksa hiç haberimiz olmayacaktı.
Almanya´nın iki kentinde birden düzenlenen bu eylemler şaşırtıcı değildi. Yadırganacak olan ise; bazı Alevi kardeşlerimizin bu eyleme destek verip, Ermenilerle birlikte yürümeleri olmuş. 
Ermeni Diasporası´nın yıllardan beri dir ki; bu tür eylemleri her yıl Nisan aylarında ABD´de yapmakta  oldukları ve buna ilişkin haberler, T.C. Büyükelçiliği ve  Konsoloslukları önünde nöbet tutmaları, o dönemlerde basınımızın manşetlerine taşınırdı.
Diaspora Ermenileri ve Taşnaklar, PKK ile masaya oturan AKP Hükümeti, bizimle de neye oturmasın diye şimdi yeni bir yol çizip, yeni politikalar oluşturmak istiyorlar.
Yağız Oğlan Obama´nın 24 Nisan´ı bir geleneksel modaya çevirip „Büyük Felaket“ diye adlandırması bile, kendisini ne İsa´ya ne de Musa´ya yarandırdı. Ehh, yine de „felaket“ sözü, üç beş oy getirebilir.
Haberi Avrupa-Postası´nda yazan arkadaş da, bu eylemde Türkiye´yi ve Türkleri suçluluk duygusu içine sokabilmek için, haberinde büyük gayret sarfetmiş(!). Ehhh, olsun o kadar da. Her konuda  aynı düşünecek değiliz ya.
AKP Hükümet politikası da, gelecek yeni açılım politikaları ile Türkiye´nin bu konuda suçluluğunun kanıtlanması konusunda gayret sarfedebilir.

„SÖZDE ERMENİ SOYKIRIMI“NI ÇÜRÜTENE KODES YOLU;
Mehmet Perinçek´in, Rus arşivlerinden cımbızla gerçekleri çikarıp „150 Soru ve Cevabı ile Ermeni Meselesi“ kitabını yazdığında, kendisine ödül verileceğini bekleyenler, o´nu şimdi Silivri Kodesinde ziyaret ediyorlar! Eh, ne de olsa baba ile oğulu ayırmamak lazım. Böylece baba-oğul bir güzel hasret gidermiş olmuyorlar mı?
90´lı yıllarda yaygara koparan Batı Basını, Türkiye bu “Sözde Ermeni Soykırımı“ konusunda arşivlerini açtıktan bu yana, pek azının Türkiye´de araştırma yaptığına tanık olundu. Mesele uyum yemek değil di ki zaten. Mesele bağçıyı dövmekti.
Belki bu yolla da olsa zayıf düşen Türkiye´de tekrar SEVR´i gündeme getirebilmek ve de gerçekleştirebilmek mümkün olabilir diye düsünülmüş olduğu, tabii ki akıllara gelmiyor değil.
Bu konuda biraz da geçmiş yıllara ve de Tarih´e dönelim derim:
Son kırk yıldır bir yerlerden düğmelere basılıyor. Dünyanın emperyalist lobisi Türkiye´ye karşı sürekli atakta. Amaçları, Türkiye  gücünü ve kaynaklarını kendini savunma çırpınışında tüketsin diye.
Böylece Türkiye´nin hem kalkınması büyük ölçüde geçiktirilmiş, hem de tarihte gerçek soykırım işlemiş devletlere „sanal“ da olsa bir yandaş bulunmuş olur.

DIASPORA ERMENİLERİ VE ASALA;
Ermeni Terör Örgütü ASALA mililtanları, Türk Diplomatlarına karşı ilk kanlı terör eylemini, ellerindeki antika olduğunu söyledikleri bir Türk halısını kendilerine hediye etmek için bir otelin lokantasına davet ettikleri Los Angeles (ABD) Başkonsolosu Mehmet Baydar ve Bahadır Demir´i,  27 Ocak 1973 günü otelin lokantasındaki yemek masasında şehit ettiler.
 
ASALA`NIN ORLY KATLİAMI;
ASALA 70 den fazla diplomatımızı şehit etti.  Sınırını aşıp, ORLY-Katliamı diye Terör Tarihi´ne gecen  Fransa´nın ORLY Havalimanında THY bürosu önünde 15 Temmuz 1982 günü  patlattığı bombadan 2´si Türk, 4´ü Fransız, 1´i Amerikalı, 1´i de İsveçli olmak üzre 8 kişi ölüp, 28 Türk 63 kişi de yaralanınca, ASALA´nın Fransa tarafından kulağı ve kuyruğu çekildi.
ASALA  19 Kasım 1984 günü Viyana´da BM Temsilciliğinde görevli Enver Ergun adlı diplomatımızı şehit eder. Bu ASALA´nın Türk diplomatlarına karşı son terör eylemidir. Para babaları ve destekcileri olan Batı Dünyası para musluklarını kısınca, ASALA´nın misyonu sona erer. Çünkü Orly´de Batı Dünyası´nın kendi vatandaşları da katledilmiştir. 

ASALA´NIN YERİNE PKK;
70´in üzerinde katledilen değerli diplomatlarımız, görevlileri ve aile bireyleri karşısında kılı bile kıpırdamayan SEVR´in takipçisi Batı, Türkiye´de ve Türk insanlarına karşı teröre ara vermilmesinden yana olmamalı ki, ASALA´nın boşluğunu PKK´ya  doldurttulur.
Biz tekrar gündemimizde olan “Sözde Ermeni Soykırımı” konusunda kalmaya çalışalım.  Bugün de “PKK ile sözde barış” konusu yanlı basında alabildiğince beyin bulandırıcı ve kafalarda binbir soru bırakarak işlenip duruluyor.

ALMAN HAYRANI İTTİHATCI PAŞALARIMIZ;
Osmanlı Saray Damadı Enver Paşa, kaderine beş yıl (1913-1918) hükmettiği Osmanlı İmparatorluğu´nu, büyük hayran olduğu Alman İmparatoru´nun ricası üzerine 1´ nci Dünya Savaşı´na ve Almanlar´ın safında savaşa sokmayı sakıncalı görmedi.
Fransız ve İngiliz savaş gemilerinin Ege Denizi´nde takip ettikleri iki Alman savaş gemisi Çanakkale Boğazı´ndan Osmanlı karasularına girer. Fransız ve İngilizler bu iki Alman gemisini bizden isterler. Enver Paşa Alman gemilerini Fransız ve İngilizler´e vermez ve „biz gemileri satın aldık der“.
Bu iki Alman savaş gemisi düşmanlarının takibinden kurtulduklarını anlayaınca, rotalarini İstanbul Boğazı üzerinden Karadeniz´e çevirirler. Gemi kaptanları mürettabına Türk deniz askeri elbisesi ve fes giydirip,  gemileri Sivastopol üzerine sürüp, şehri topa tutarlar.
Bunun üzerine Rusya Osmanlı Devleti´ne savaş ilân eder.
Osmanlı Savaş Nazırı (Bakanı) ve Genelkurmay Başkanı olan Enver Paşa bu yetmiyormuş gibi, Osmanlı Ordularının sevk ve yönetimini dahi Alman generallerine teslim eder.
Mustafa Kemâl´ in tüm uyarılarına rağmen, Osmanlı Devleti hem de hazırlıksız bir şekilde 1´ nci Dünya Savaşı"na girer.
1´nci Dünya Savaşı öncesi Enver Paşa Berlin´de Osmanlı İmparatorluğu´ nun Militer Ataşesi olarak görev yapar. İlişki kurduğu Alman İmparatorluk Hanedanı ve kurmayları  beynine girerler. Berlin´de bazı sokaklara Enver Paşa´nın adı dahi verilir. Enver Paşa´nın başı döner. Öyle ki, o günün İmparatorluk Almanyası´nda Osmanlı Devleti, "Evnerland" diye anılmaya başlanır.

SARAY DAMADI ENVER PAŞA;
Oysa O Enver Paşa, aynı zamanda Saray Damadıdır. İstanbul doğumlu olmasına rağmen, Makedonya´da büyüdüğü için Osmanlı Sarayı´nda bir taşralı olarak görülür. Dönemin Padişahı II. Abdülhamit tarafından küçümsenen biridir Enver Paşa. II. Abdülhamit Saray sofrasında, Saray yemek kültürüne ayak uyduramayan Saray Damadı Enver Paşa ile "bamya yerken su içti" diye alay dahi eder.
Cemal ve Talat Paşalar, Enver Paşa´ya verdikleri destekle Osmanlı Devleti, Almanya´nın yanında 1´nci Dünya Savaşı´na girer. 1914 yılında başlayıp, 1918 de biten ve Osmanlı Devleti´nin kaderini tersyüz eden 1´nci Dünya Savaşı hakkındaki ilk bilgileri ilkokul tarih kitaplarından da okuyup öğrendik.
1´nci Dünya Savaşı´nın bitiminde Almanlarla birlikte Osmanlı Devleti de yenik sayıldı. Üst düzey İttihatcılarla birlikte Enver, Cemal ve Talat Paşalar da 01 Ekim 1918 cuma günü bir Alman avcıbotu ile Türkiye´den, İngiliz ve Fransızlar´ın ellerine geçip, Almanların gizli savaş sır ve planlarını açıklayıp, konuşmasınlar diye, önce Sivastopol´a, oradan da  Almanya´ya kaçırıldılar.
Almanya, İstanbul´ dan kaçırdıkları bu üç İttihatçı Paşanın gizli İngiliz istihbaratcıları tarafından kaçırılıp konuşmlarını istemezler. Bu Paşaların konuşmaması gerekiyordu.
Almanya´ya getirilen Talât, Enver ile Cemal Paşalar da artık Alman dostlarına güvenmezler.  Asker ve gerillaçı olan Enver ve Cemal Paşalar Almanya´dan kaçmayı başarırlar. Sivil kökenli Talât Paşa ise kaderine razı olur ve Berlin´de kalır.

İTTAHATCI – ALMANCI PAŞALARIN AKİBETİ;
Talât Paşa 1921 yılında Berlin´de bir Ermeni militanı olan Sogomon Tehliryan tarafından katledilir. Alman yargıçlar Talât Paşa´nın katiline ceza vermezler ve beraat ettirirler.
Cemal Paşa da bir Ermeni militanının kurşunları ile Tiflis´de can verir.
Enver Paşa ise; 1922 yılında maceracı ruhuna yenilir.  Orta Asya´da "Kızıl Elma" peşinde koşarken, Rus Kızılordusu ile giriştiği bir çarpışmada Tacikistan´ın Balcuvan kasabası yakınlarında yaşamını yitirir.
1´nci Dünya Savaşı´nda Osmanlı Ordusu Alman dostlarımızın düşmanlarıyla üç büyük cephede savaşır. Sağlıklı tüm Osmanlı erkekleri silah altındadır. İlk görev ve hedefimiz, Alman dostlarımızın Bakü petrollerine ulaşmalarını sağlamaktır. Çünkü Almanya´nın savaşı kazanması ve de güçlenmesi için petrole ihtiyacı vardır.
Bu program içinde Enver Paşa, Rusları güneyden vurup, Alman İmparatorluğu´na Bakü petrollerine sahip olmalarnın sağlamak ve Sarıkamış´ı Ruslar´dan geri almak ister.
Bu nedenle Allahüekber Dağları üzerinden 1914 yılının Aralık ayının son haftasında Enver Paşa, pek çoğunun ayaklarında dolak ve çarıklarla yola çıkardığı Ordumuzun doksan bin askerinin, tek kurşun atamadan donup ölmesine sebep olmuştur. Enver Paşa Babı Ali basınına bu felaketi yazmaması için sansür uygular.
Sağ kalıp esir edilen Osmanlı Türk askerleri de Ruslar tarafından Sibirya´ya çalışma ve esir kamplarına gönderilirler. Aşırı soğuk ve ağır çalışma şartları nedeni ile pek çok askerimiz Sibirya´da can verecektir. Pek az esir Türk askeri Kurtuluş Savaşı´ndan sonra evlerine dönebilmiştir.
Enver Paşa´nın aşırı Alman hayranlığı Osmanlı´ya çok pahalıya patlar.
Osmanlı İmparatorluğu´nun çöküşü de böylece gerçekleşmiş olur. Şevket Süreyya Aydemir yapıtlarında, tarih kitaplarımızın yazmadığı önemli bilgileri gözlerimizin önüne serer. O dönemle ilgili önemli ipuçlarını da elimize verir.

MUNİS OSMANLI TEBAA´SI ERMENİLER;
1´nci Dünya Savaşı esnasında  da Avrupalıların ve  Rusların (İtilaf Devletleri) kışkırtması, desteği ve şımartması ile aynı vatanın evlatları olduğumuz ve beşyüz yıl birlikte yaşadığımız Ermeni kardeşlerimiz, Osmanlı Ordusu'na geriden saldırırlar.
Kendilerine, Büyük Ermenistan devleti kurma vaadi verilen Ermeni çeteleri, komşu Türk köy ve kasabalarına da saldırırlar. Sağlıklı ve eli silah tutan Türk erkeklerinin cephelerde olduğu bilinen bu köy ve kasabalarda, yaşlılar, kadınlar ve çocuklar Ermeni çetelerince öldürülür. Ermeni çeteleri toplu katliamlar yapar.
Osmanlı Ordusu'nu geriden kuşatma, köy ve kasaba baskınları ve bunlara karşı direnişler, şüphe yok ki kanlı olaylardır. Osmanlı'nın munis teb'ası Ermeniler, Türk köy ve kasabalarına yaptıkları saldırıları, büyük ölçüde Doğu´da Rus Ordusu'nun, Güneybatı´da da Fransızlar´ın desteğinde gerçekleştirirler.
Ermeni çetelerinin Türk köylerine yaptıkları saldırı ve katliamlarını Rus Ordusu komutanları bile raporlarında yadırgarlar.
Osmanlı Devleti'nin Ermenilere karşı sistematik yok etme politikasının olmamasına rağmen, konuya "hadi canım sen de" demenin de bir anlamı yoktur.

BENİM DEDEMİ KİM KATLETTİ;
Baba tarafından dedem Raşit Çavuş, 1´nci Dünya Savaşı yıllarında Doğu Çephesi´nde Rus ve Ermenilere karşı, çephe gerisindeki savunmasız çocuk, kadın ve yaşlıları korumak için savaşır.
 Türk köy ve kasabalarını Ermeni baskınlarından  korurlar.
Dedem ardında dört yetim bırakarak Van´da can verir. Peki, soruyorum?
Benim dedemin katilleri kimdir?
Dedemin şehit düşmesinden sonra, anneleri de üç yıl sonra ölünce babam ve kardeşleri, babaları Çanakkale´de şehit düşüp ve kendileri gibi öksüz-yetim kalan daha 13 kuzenleri ile 70 yaşının üzerinde olan nineleri Günişe´nin kolları altına sığınırlar.
Yoksulluk içinde 17 torununa sahip çıkan ve onları büyüten Günişe ninenin, torunları ile çektiği acıların hesabını biz hiç bir zaman kimseden sormaya kalkışmadık. 

ARŞİVLER NEYE İNCELENMİYOR?
Tarafsız dünya bilim adamlarının ve tarihçilerinin, Ermeni ve Türk tarafının da katılımı ile olayları, zamanın şartları içinde değerlendirerek, tarihin ışığında ortak bir çalışmaya girmeleri gerekir.
Türkiye  araştırmalar için arsivlerini açtığı gibi, Ermenistan´in da arşivlerini açması bekleniyor. Ama Ermenistan bunu gerçekleştirmiyor.
İşin değişik ve ilginç bir yüzü daha vardır.  1´ nci Dünya Savaşı yıllarında, aşırı istek ve ricaları üzerine savaşa girdiğimiz Alman dostlarımız, iştahlarını kabartan Musul petrollerine de ulaşmak için İstanbul Musul demiryolu hattını inşa etmek için harıl harıl çalışırlar.
İç ve Doğu Anadolu'daki demiryolu döşeme güzergahı üzerinde ve etrafında, Ermenilerin bastığı Erkeksiz Türk köy ve kasaba halkının kendilerini savunması dahi, Almanlar için demiryolu çalışmaları da zaman kaybı sayılır.

MÜSLÜMAN ALMAN İMPARATORU (!),
PETROL KUYULARI ve ZORUNLU GÖÇ;
İmparator II. Wilhelm´in müslüman olduğuna dair ortalıkta dolaşan balon haberlerin gölgesinde, Musul'a ulaşılması istenen demiryolunun bir an önce bitmesi gerekiyor.
Bu nedenle Alman generallerin isteği üzerine, Anadolu´da demiryolu hattı inşaat çalışmalarının yapıldığı bölgelerden sağlı ve sollu olarak 15´er km´lik bir koridorun açılması istenir.
İşte bu çok yukarıdan gelen rica ve istek üzre İçişleri Nazırı (Bakanı) Talat Paşa ve İttihatçı kadrosu tarafından İç ve Doğu Anadolu'daki Ermeni vatandaşlarımızın, Suriye'ye zorunlu göçü gündeme getirilir.
Ermeniler'in zorunlu göçleri; dostumuz ve müttefikimiz Almanlar için demiryolu inşaatının rahat gerçekleşmesini sağlayacağı gibi, Osmanlı Saray Hükümeti için de, Ermenilerin uyguladığı köy ve kasaba katliamları sona erdirmiş olacaktı.
Osmanlı Türk Ordularını ve Genelkurmayını Alman İmparatorluğu'nun emrine teslim etmiş olan Enver, Cemal ve Talat Paşalar, Alman dostlarımızın bu ricasını da canla ve başla yerine getirmek için kolları sıvarlar.
Tehcir denen Suriye´ye zorunlu Ermeni göçü,  tarihimizde Osmanlı´nın son dönemine rastlayan acı ve talihsiz bir olayıdır. Ne varki bu Göç çok sağlıksız koşullarda hayata geçirilir.
Beşyüz yıl barış içinde yaşayan Türkler ve Ermeniler, Batı´nın kışkırtması ile birbirlerini boğazlamışlardır.
Tüm İttifak ve de İtilaf Devletleri´ne göre Osmanlı "hasta adam" dır ve ölmesi de yakındır. İşte bu hasta adam, ölmeden, "müttefiki" olan Alman İmparatorluğu´na da  bir hizmet daha vermelidir.
Çünkü  Alman İmparatorluğu ne pahasına olursa olsun, Musul petrollerine ulaşmak istiyordu. Ermeni Göçü´nün en büyük sebeplerinden biri Almanların Musul petrollerine ulaşma hırsı ve emeli idi.

CAHİL BIRAKILMIŞ OSMANLI HALKI;
Avrupalılar, teknoloji ve de pratik zeka yönünden Osmanlı´dan üstündür. Çünkü Avrupa dediğimiz Hırıstiyan Batı, matbaayı bizden 275 yıl önce kullanmaya başlamış, dinde reformları gerçekleştirmiş, din adamlarını devlet otoritesinin emrine almış, sanayii devrimini tamamlamış ve aydınlanma dönemine girip, uzun bir yol almıştır.
Oysa o dönemde Osmanlı Devleti tüm birimleri ile din adamlarının bağnaz yönetimi ile yönetilmektedir.
Osmanlı´da ümmet olan müslüman halkın yüzde onu bile okur yazar değildir. Müslüman kadınlarda okur yazar oranı yüzde bir idi. Osmanlı´da müslüman halk hurafelerden medet ummaktadır.
İşte bu karşılaştırma bile, Avrupalı´nın Osmanlı´dan beyin gücü ile ne kadar daha güçlü olduğunu gösterir. Şüphe yok ki Batı bu gücünü ekonomiye, savaş hilelerine ve sosyal yaşamın değişik alanlarına da yansıtacaktır.
Böylece çaresiz ve kolay kandırılan Hasta Adam Osmanlı, Batı´nın oyununa geldiği gibi, Batı tarafından da mağlup edildi.

SON TÜRK YURDU DA PAYLAŞILIYOR;
Limni Adası´nda Agamemnon (!) Zırhlısı´nda imzalanan Mondros Mütarekesi´nden sonra Sevr Antlaşması´nı Osmanlı´ya dayatan ve imzalatan 1´nci Dünya Savaşı´nın galipleri olan İtilaf Devletleri, İstanbul´da Meclis´i Mebusan´ı basıp, aralarında Enver Paşa´nın babasının da bulunduğu ve yakalayabildikleri elliye yakın Osmanlı yurtsever  aydınını Malta´ya sürgüne gönderirler.
Bugünün sınırlarına çekilmiş Osmanlı Türk Yurdu´nu İtilaf Devletleri, Yunanistan´a da „şamar oğlan payı“ verip, aralarında paylaşırlar.
Türklerin yüzyıllarca Avrupa´nın yarısına hükmetmesini (sadece Osmanlılar değil) bir türlü affedemeyen Batı dünyası, artık 1´ nci Savaşı´nın galipleridir.
1´nci Dünya Savaşı galipleri, Türkleri yalnız Avrupa´ dan değil, aynı zamanda Anadolu´ dan da Orta Asya´ya sürmek istiyorlardı.
Dönemin İngiltere Dışişlerı Bakanı bunu kabinesinde bilhassa teklif eder, ama Kabinesi bu teklifi kabul etmez.
Böylece elden giden İmparatorluk toprakları dışında, son Türk Yurdu olan Anadolu´ da Sevr Antlaşması ile Fransa, İngiltere,  İtalya ile Yunanistan arasında paylaşılır.

RUSLAR GERİ ÇEKİLİYORLAR;
1917 yılında Rusya´daki Ekim Devrimi´nden sonra Rusya Doğu Anadolu´daki birliklerinin büyük bölümünü yeni kurulan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) sınırları içine çeker.
Rusya yine de her ihtimale karşı tedbirlidir. Kurtuluş Savaşı´nda Türkiye´nin TBMM Orduları mağlup olursa, Anadolu´nun paylaşımında Doğu Anadolu´dan pay alabilmek için bir miktar tümenini Kafkas sınırında tutar.
1´nci Dünya Savaşı bitiminde Osmanlı Devleti savaş galibi İttilaf Devletleri ile Mondros Mütarekesi´ni imzalar ve silahlarını teslim eder. Ve Osmanlı Ordusu dağıtılır.

ERMENİLERE KARŞI MİSİLLEME BAŞLIYOR;
Köy ve kasabalarına sağ dönen, dağıtılanyenik  Osmanlı Ordusu´nun ellerinden silahları alınmış Türk askerleri, Ermeni çetelerinin Rus ve Fransız Orduları´nın desteğinde ve de bazılarının da Rus ve Fransız subaylarının giysileri ile köy ve kasabalarını yakıp - yıkışını, aile bireylerinin ve yakınlarının da öldürüldüklerini öğrenirler.
Bu durum karşısında sağ dönen bu Osmanlı Türk askerleri, Ermeniler´e karşı misillemeye geçerler. Tüm bu olaylar tarihimizin beyaz sayfası olmadığı gibi, aydınlanma dönemi yaşayan Batı´nın Osmanlı´ya ve Türklere hazırladığı büyük bir tuzak olmuştur.
Aslında bu olay bile Batı Tarihi´nin kara bir sayfasıdır.
Durum böyle iken yapılacak en akıllı işin, artık sokaktaki adamın bile söylediği gibi, olayın çözüm ve kararı uluslararası tarafsız tarihçi ve bilim adamlarına bırakılması gerekiyor.,
 Bati Dünyası, PKK ile Masaya oturan Türkiye,  Ermeniler ile de Masaya oturmalı, diye düşünüyor?
24 Nisan günü Hamburg´da yürüyen Ermeniler de aynı isteği dile getirdiler.
Elbette masaya oturulabilir. Ama olaylar tarihin süzgeçinden geçirildiğinde, Türkiye´nin Erministan dan mı, yoksa Ermenistan  Türkiye´den mi özür dileyecek?
Ama Emperyalist Batı ve destekçileri, Türkiye´nin hedefte tazminat ve toprak vermesi için Ermeni Sorunu´na çözüm arıyor.

FARKLI BİR FRANSIZ DÜŞÜNÜR;
Bu konuda kafa yoran Fransız yazar Yves BERNARD  Ermeni iddialarını çürüten „Ya Bize Yalan Söylediyse“ (SI ON NOUS AVAIT MENTI) adlı kıtabı, 500 bin basmadan Ermeniler tarafından durduruldu.

HIRANT DİNK'TEN TARİHİ DERS;
Hırant DİNK´in niye katledildiği halen muamma olup, aydınlığa kavuşturulamamıştır. Her ülkede azınlıkların her bireyi o ülkenin has vatandaşıdır. Azınlıkların mal, can ve de namus güvenliği de ülke devletinin güvencesi altındadır. Türkiye´de de böyle olduğuna inanmak istiyorum. Ülkede azinlıklardan veya çoğunluk kesimden bir vatandaş suç işlerse bile, o kişinin sadece ülkenin bağımsız mahkemeleri tarafından yargılanması gerekir. Belli kişi ve gruplar hiç kimseyi kendi yargıları ile kişilere ne her hangi bir zarar verebilir, ne de canına kasdedebilir.
Herkes hakkında farklı da düşünse, aslında yiğit bir Türkiye evladı olan Ermeni kökenli yazar Hırant DİNK, 15 Nisan 2006 tarihinde Malatyalı İşadamları Derneği'nde yaptığı konuşmayla, bugünlerde bile  sorulan pek çok sorunun cevabını vermiştir:     
"Geçmişte İngilizlerin, Fransızların, Rusların, Almanların şu topraklar üzerinde oynadıkları rol neyse, bugün aynen tekrarlanıyor. Geçmişte Ermeni halkı onlara güvendi, kendilerini Osmanlı'nın zulmünden kurtaracak sandı. Ama yanıldılar. Çünkü onlar geldiler, kendi işlerini, kendi hesaplarını yaptılar. Çekilip gittiler ve burada kardeşi kardeşle kan içerisinde bıraktılar. Ve bugün Kürtlerin yaşadığı aynı şey. Amerika geldi, Kuzey Irak'ta bir Kürt Devleti oluşturmak üzere. Kürt kardeşlerimiz için orası bir çekim alanı mı oldu, ne oldu, başka bir şey mi oldu? Ümit mi oldu? Bu çok tehlikeli bir gidiş. Amerika bu. Gelir, o kendi hesabını yapar, işine bakar, işi bittiğinde de çeker gider. Ondan sonra da burada, tekrar insanları kendi didişmesi içinde bırakır."

YAŞAR KEMAL´ DEN DE TARİHE BİR NOT;
2004 yılinda Frankfurt´ta kendisine verilecek bir ödülü, Nobel ödüllü Lübeckli Alman yazar Günter GRASS´ın elinden alan yazarımız Yaşar KEMAL, 07 Temmuz 2004 günü Günter Grass´ın konuğu olarak Lübeck kentine de gelir. Tarihi Lübeck Burg Kloster Müze´si salonunda düzenlenen ve Batı Almanya Radyosu´nda (WDR) görevli Osman Okkan tarafından yönetilen bir söyleşi toplantısında Günter Grass, "Türklerin Ermeniler´e katliam uyguladığından" söz etti.
Ardından söz alan Yaşar Kemal, konuğu olduğu arkadaşı Günter Grass´ın o sözlerine yanıt olarak şunları söyledi: "Türkler´in Ermeniler´e karşı bir katliam yaptığı doğru değildir. Eğer öyle bir şey olmuş olsa idi, ben bunu ölümüm pahasına dahi olsa yazardım ..."
Yaşar Kemal´in bu sözlerinden sonar Günter Grass Ermeni meselesine o toplantıda bir daha değinmedi. 
Art niyet taşımayan her sağ duyu sahibi politikacı, tarihçi, bilim adamı ve sıradan insanın, Yaşar Kemal´in bu sözleri üzerine de düşünmesi gerekir.
Yaşar Kemal, gözünü budaktan esirgemeyen, dünyaya mal olmuş ve gurur duyabileceğimiz bir yazarımızdır. Kendisini dünya iyi tanır. Pek çok kitabı dünyada elliden fazla dilde okunmaktadır. Yaşar Kemal´in, inandığı ve doğru bildiği davasında Türkiye´de hükümetlere kafa tutmuş ve hükümetler tarafından yargılanıp mahkum edilmiş olduğu dönemler de olmuştur.
O, haklı bir davasını uluslararası hukuka da taşır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi´nde (AİHM) bir davasını Türkiye´ye karşı kazanır. Davayı kazanmış olmasına rağmen, hakettiği tazminatı Türkiye Cumhuriyeti devletinden almamıştır.
Konuşmasında, tazminatını almamasına: "Bu parayı fakir fukaradan alıp bana vereceklerdi. Ben fakir fukaranın parasını almam" şeklinde yüce bir gerekçe gösterir.
Yaşar Kemal, bu örnek ve yüce davranışı ile kendisini seven yurtseverlerin gönlündeki tahtını pekiştirmiştir. Yaşar Kemal´in Türkiye Cunhuriyeti ile kavgası bile hep saygılı ve ölçülü olmuştur.
O söyleşide Kürt olduğunu da söyleyen, Çukurova´ya nasıl yerleştiğini anlatıp Kürtçe dilini ve Kürt realitesini de savunan Yaşar Kemal, konuşmasında Türk ve Kürt kökenli her yurtsevere ve aydına, "ikinci bir Türkiye yoktur" mesajını vermiştir. 
Orhan PAMUK´un, ne oldukları ve kime hizmet verdikleri tartışmalı II´nci Cumhuriyetçiler´in sözlerine kulaklarını çanak tutan Batı Dünyası, Yaşar KEMAL´in: "Türklerin Ermenilere karşı bilinçli bir katliam yaptığı doğru değildir. Eğer öyle bir şey olmuş olsa idi, ben bunu ölümüm pahasına dahi olsa yazardım" sözlerini niye duymazlar?
Ya, Türkiye sevdalıları bizler! Yaşar Kemal´in bu sözlerini dünyaya niye anlatamıyoruz?
Uluslararası tarihçilerden ve bilim adamlarından oluşacak tarafsız bir komitenin kurulması için Türkiye Cumhuriyeti, Yaşar Kemal´i neye devreye koymuyor? Yoksa AKP Hükümeti´nin böyle bir sorunu mu yok?
Almanya´ da iddia edilen "Sözde Soykırımı"n gerçek veya sözde olduğunu Alman politikacıların, Avrupalı diğer politikacılardan daha iyi bilmesi gerekir. Çünkü doğru ve gerçek bilgiler arşivlerinde mevcuttur. Bu nedenle iddia edilen “sözde soykırım” önce vicdanlarda tartışılmalıdır.

TÜRK KÖKENLİ MİLLETVEKİLLERİMİZ;
Almanya´da “sözde soykırım” dolu dizgin tartışılırken, bizim Türk (!) kökenli Alman milletvekillerimiz nerede? Onların bu suskunluğuna ne demeli?
Mesele bir sonraki seçimde de listeye girip, Almanya´nın eyalet vreya Federal Parlamentosu´na, nasıl olursa olsun girmek ise, o zaman bizim de onlara ve özellikle bizlerden oy isterken söyleyecek bir kaç sözümüz olmalıdır.
Ama unutmayalım ki, sevabımızla ve günahımızla tarih ve de insanların vicdanı bir gün bizleri de yargılayabilir.
O zaman kimimiz vicdanların çöp sepetinde, kimimiz de yüreklerin onurlu köşelerinde olabiliriz. Bunu da unutmamak gerekir.
Avrupa´da her gün yükselmekte olan „ırkçılık“ böyle devam eder ve önü kesilmez ise, bugün de habire "tu - kaka" edilmek istenen o Türkiye, bir gün ve unutmayalım ki bir gün, belki de hepimizin, sığınmak zorunda kalabileceğimiz bir liman olabilir!
Pekiyi; Batı´nın bizimle derdi nedir?
İşin doğrusu da dost bildigimiz Batı, güçlü ve istikrarı yakalamış bir Türkiye istemiyor. Batı bu nedenle 1950´ li yıllardan bu yana Türkiye´de Kemalist Çizgi´den çıkmış olan hükümetleri, açık ve gizli olarak desteklemiştir.
 Şimdi de aynı Batı´nın AKP hükümetini ulusalcı güçlere karşı desteklemekte olduğunu kimse görmemezlikten gelemez.
Bu bağlamda, Kurtuluş Savaşı´nda Anadolu´daki yenilgilerini halen içlerine sindiremeyen bazı Batılı ülkelerin politikacı ve devlet adamlarının varlığını unutmamak gerekir.

TÜRKİYE´DE Mİ OSMANLI GİBİ HASTA BİR ADAM MIDIR?
Alman Eski Şansölyesi Gerhard SCHRÖDER, Şansölye olarak son Türkiye gezisinde iken Almanya´nın hatırı sayılır gazetesi Lübecker Nachricten, Schröder´i tabip, Türkiye´yi yatağında yatan „kolu bacağı kırık hasta bir adam" olarak karikatürize etmişti. Bu karikatür ile ne anlatılmak istenmişti?
1´nci Dünya Paylaşım Savaşı´nda toprakları Batı Dünyası tarafından paylaşılmak istenen Osmanlı´ya son dönemlerinde verilen "hasta adam sıfatı“, niye şimdi de Türkiye Cumhuriyeti´ne yakıştırılmak isteniyor?
O karikatür ne zaman aklıma gelse, Türkiye gazetesi köşe yazarlarından Mehmet SOYSAL´ın 09.11.2005 tarihli yazısından bir bölümünü hatırlarım, hep nedense.
O yazısında Mehmet  Soysal, Alman yayılmacılığın ileri gelenlerinden Dr. Paul ROHBACK´a: „Almanya´nın geleceği nerede?“ diye sorulan bir soruya, Dr. Rohback´ın verdiği yanıt: „Doğu´dadır. …., Türkiye´de …., Mezopotamya´da …, Suriye´de dir, der.“ Diye yazar.
Çağdaş ve çoğumuzun dost bildiğimiz Batı Dünyası, 21´nci Yüzyıla uygun "SEVR" benzeri bir dayatmayı önümüze koymak üzere düğmeye yıllar önce basmıştır.
Sadece Almanya´da değil, Batı Dünyası´nın her ülkesinde gözü Ortadoğu´da olan pek çok
Dr. Rohback´lar mevcuttur.

PROF. DR. FRITZ NEUMARK´IN İTİRAFI;
Prof. Dr. Fritz Neumark;  II´nci Dünya Savaşı öncesi Hitler Faşizmi´nden kaçan ve ABD yerine Atatürk'ün Türkiyesi´ni tercih eden bilim adamlarından biridir. Prof. Dr. Fritz Neumark, bir Boğaziçi gezisinde öğrencilerinden birinin bir sorusu üzerine, Avrupalı´nın Türkleri neye sevmediğini uzun uzun anlatır.
Avrupalı, Prof. Neumark´a göre haksız da sayılmaz. "Avrupalı Türkleri neye sevsin ki….. Osmanlı beşyüz yıl, Avrupalı´nın ensesinde at koşturmuştur." Prof. Neumark, verdiği önemli yanıtına şunu da ekler: "Ama Tarihten Türkleri çıkaracak olursak, tarih biter ve tarihin tekrar yazılması gerekir."

ÖZRÜ KİM KİMDEN DİLEMELİ?
İŞTE KACAZNUNİ´nin İTİRAFI;
Ermenistan´ın ilk Başbakanı olan Ovannes KAÇAZNUNİ özür diledi!
Özür dilemesi gereken taraf, özrünü 90 yıl önce Türk'lerden dilemiştir. Özür dileyen şahsiyet, Ermenistan'ın ilk Başbakanı Ovannes KAÇAZNUNİ' dir.
Kaçaznuni, 1923 yılında kurucusu olduğu Taşnaksutyun Partisi'nin kongresine sunduğu geniş raporunda özetle şöyle diyor:
"Türkler ne yapacaklarını biliyorlardı. Ve bugün pişmanlık duymalarını gerektirecek bir husus bulunmamaktadır."
Aynı raporda Kaçaznuni: "Aklımız dumanlandı……", "Boş sözlere, hayallere kapıldık……" der. Çarlık Rusyası, Fransa ve İngiltere'nin oyununa nasıl geldiklerini uzun uzun açıklar.
Bugün Hırant DİNK ve Ovannes KAÇAZNUNİ hayatta değiller. Ama söyleyip yazdıklari birer ibret belgedir.  Ayrıca önümüzde, Allâh sağlık ve afiyet versin,  yaşayan bir tarihi anıt Yaşar KEMAL var. Bazı konularda kendisi ile aynı düşünmeyenlerimiz olabilir. 
„Sözde Ermeni Soykırımı“ konusundaki düşünce ve söylevlerini neye yabana atalım, neye bayraklaştırmayalım?
Türkiye benim de vatanım diyebilen, Türkiye sınırlarında ve de dışında yaşayan etnik ve inanç kökeni ne olursa olsun, Türkiye´yi değişik metodlar kullanılarak çökertmek, parçalmak isteyenlerin karşısında suskun kaldığımızda, tarihe, çocuk ve torunlarımıza karşı sorumlu olacağımızı da unutmayalım.

Remzi UYSAL
Lübeck / Almanya,  02 Mayıs 2013