29 Aralık 2011 Perşembe

insanlık ve islâm'ın güncel düşmanları: gdo & hormon

"Onlar ulus için çalışmıyor!.."
Bilinç Üniversitesi, Galip BARAN
Bakan Eker'in GDO ve İTHALAT Yorumlarına Hayvan Hakları Savunucularından Tepki
Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker'in Veliefendi Hipodromu'nda basına yansıyan GDO’lu mısırın yemlerde kullanılmasına ilişkin “Zarar verirse hayvana verir" ve canlı hayvan ithalatı ile ilgili sözlerine hayvan hakları savunucularından tepki geldi.
Hayvanların Yaşam Haklarını Koruma Derneği (HYHKD), Bakan Eker'in yorumuna ilişkin "Bakan bir taraftan çiftlik hayvanlarının refahı ile ilgili yönetmelik çıkarıyor, bir taraftan da hayvana gelecek zararın önemli olmadığını söylüyor. Bu bakış açısı, hayvana bir canlı olarak değil, her şekilde sömürülebilecek bir mal gözüyle bakıldığının göstergesidir" diyerek tepki gösterdi.
"MACARİSTAN GDO'YU DEFEDERKEN TÜRKİYE TEŞVİK EDİYOR"
Tüm dünyada Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO) konusunda önlemler alındığına dikkat çeken HYHKD'den Burak Özgüner, göstermelik de olsa Türkiye'de de tedbirsel girişimlerin olduğunu belirterek "GDO, masum olarak tanımlanabilecek ya da sağlık açısından küçümsenebilecek bir mevzu değil. Geçtiğimiz ay, Macaristan hükûmeti, GDO'lu tohumların ekildiği tüm tarlaları ve ürünleri tespit ederek imha etti, GDO şirketlerinin mal varlığına el koydu. Durum ne kadar vahim ki Macaristan'da böyle bir önlem alınıyor. Türkiye'de de biyogüvenlik konusunda mevcut olan bir mevzuat ve yetkili olan Biyogüvenlik Kurulu var, ne derece işler, orası tartışılır." dedi ve Bakan Eker'i GDO yorumu nedeniyle Çernobil felaketinin ardından halka radyasyonlu çay içilmesinde sakınca olmadığını söyleyen dönemin bakanına benzetti. 
İTHAL HAYVANLAR DA GDO'LU YEMLERLE BESLENİYOR
Bakan Eker'in “İthalatın başladığı Nisan 2010’dan beri kıyma fiyatı yüzde 17 düştü” sözlerini de eleştiren Özgüner, "Kilometrelerce ötedeki ülkelerden, binbir eziyetle Türkiye'ye anguslar getirildi. Bu eziyet, gizli çekimlerle belgelendi. Bu görüntüleri görünce derneğimiz de dahil olmak üzere birçok kuruluş, Bakanlığı canlı hayvan ithalatına son vermeye çağırdı. Ancak Bakanlık yazılı bir açıklama yapma tenezzülünde bile bulunmadı. O getirilen hayvanlar da GDO'lu mısırlarla, küspelerle, kimyasal yemlerle besleniyor. Mısır, yüksek protein içerdiği için besi hayvanlarına yedirilen yemlerin başında geliyor. Endüstriyel yetiştiriciliğe tabii tutulan milyonlarca hayvanın yem ihtiyacını karşılayan mısırların çoğu GDO'lu. Et fiyatı düşş olabilir ancak başta hayvanlara hem ithalattaki nakliyede, hem de yetiştiricilik esnasında bu kadar eziyet çektirmek, ardından da sağlık bakımından kalitesi düşük eti halka yedirmek ne derece ahlâklı?" dedi.
"HAYVANLARA LAĞIM, KAN YEDİRİLİYOR. BAKTIĞIMIZ HAYVANLARDA KANSER PATLAMASI YAŞIYORUZ"
Açıklamalarına devam eden Özgüner, "Besi hayvanlarına kimyasal yemlerin yanında lağım ve kan gibi artıkların da yedirildiğini biliyoruz. İnsanlar ne yediğini dahi bilmiyor. Önlerine gelen etin, zulümle bulanmış olması bir yana, insanlar et görünümünde başka bir şey yiyor aslında. Tüm dünyada et tüketimi, etik ve sağlık nedenlerinden dolayı düşüyor. Türkiye, et sevdasından vazgeçmezse bu sağlıksız tüketim, insanların başına bela açmaya devam edecek. Etçil oldukları için etle beslemek zorunda olduğumuz hayvanlarda son yıllarda muazzam bir kanser vakası artışı var" diye konuştu.
"BAKANI SAMİMİYETE DAVET EDİYORUZ"
Özgüner, "Çiftliğinden mezbahasına hayvancılığın her sürecinde hayvanlar, sömürüye ve zulme maruz kalıyor ama şunu da sormak lazım: Türkiye'nin yerli ırk potansiyeli biterken Bakanlık neredeydi de şimdi okyanus ötesinden Türkiye'ye hayvanlara zulmederek ithalat gerçekleştiriliyor. Bakanı samimiyete davet ediyoruz" dedi ve "Hayvanlara eziyetin ve 'ucuz et' adı altında insanlara sunulan sağlıksız beslenmenin vebalini Bakan Eker ödeyebilecek mi?" diye sordu.
Ekolojik (Organik, Biyolojik) Tarım
Ekolojik (Organik, Biyolojik) tarım yüksek girdi kullanımına dayalı endüstriyel tarımın insan sağlığı, ekonomi ve çevre açısından ortaya çıkardığı olumsuz sonuçların karşısında alternatif olarak ortaya çıkmış bir tarım sistemidir. Kaynakların en iyi şekilde kullanımına dayanarak yanlış uygulamalar sonucu bozulan doğal dengeyi korumayı amaçlayan ekolojik tarım sisteminde, sentetik kimyasal gübrelerin, ilaçların ve hormonların kullanımı yasaklanmıştır. Toprak verimliliği, hastalık ve zararlılardan korunmada uygun çeşit seçimi, ürün rotasyonu, bitki atıklarının değerlendirilmesi, yeşil gübreleme, organik atıkların kullanılması, hayvan gübresi ve biyolojik kontrol gibi yöntemler esas olarak belirlenmiştir.
Ekolojik tarım yüksek kaliteyi hedefleyen bir tarım sistemidir. Başlıca amacı toprak-bitki-hayvan ve insan arasındaki yaşam zincirinde üretim optimizasyonunu sağlıklı bir şekilde sağlayabilmektedir.
Ekolojik tarımla ilgili tüm ulusal ve uluslararası standartlar araziden rafa kadar ürünün izlediği tüm aşamaların kontrolünü ve sertifikasyonu zorunlu tutmaktadır. Sertifikasyonla, ekolojik ürün tüketerek hem sağlıklı yaşamayı hem de doğayı korumayı hedefleyen tüketicilere bir güvence verilmektedir. Ayrıca ekolojik üretim yapan üreticinin standartlara uygun üretimini belgelendirerek ispatlamasına ve ürününü hak ettiği değerde pazarlamasına imkan sağlamaktadır.

Organik Tarım Nedir?
Organik Tarım; üretimde kimyasal girdi kullanmadan, üretimden tüketime kadar her aşaması kontrollü ve sertifikalı tarımsal üretim biçimidir. Organik tarımın amacı; toprak ve su kaynakları ile havayı kirletmeden, çevre, bitki, hayvan ve insan sağlığını korumaktır. Organik tarımın geçmişi 20.yüzyıla dayanmaktadır. Zira çevre bilinci ve ozon tabakasındaki incelme ve dünya geleceğinin tehlikeye girmesi gibi konular gündeme gelmiştir.
Önceleri çok çeşitli yöntemler ve teoriler geliştirilmiş, hatta bu yöntemlere astrolojik boyutlar katılarak ay ve yıldızların etkisini de üretime katan ekoller ortaya çıkmıştır. Tüm bu ekoller incelendiğinde görülen temel öğe; ekolojik dengenin korunarak, bitkisel ve hayvansal üretimin birlikte aile işletmeciliği şeklinde yapılması, dolayısıyla üretimden tüketime kısa devrelerin kurularak kendi kendine yeterliliğin sağlanmasıdır.
Bu özelliği nedeni ile 1. ve 2. Dünya savaşları arasında popüler olan organik tarım 1950 yılından sonra Amerika Birleşik Devletleri'nin Marshall yardımı ile önemini yitirmiş, sağlanan ekonomik katkılar ve aşırı desteklemeler sonucu entansif tarım süratle yayılmış, makineleşme, kimyasal ilaç ve gübreler ile kimyasal katkı maddeleri kullanılmaya başlanılmıştır. 60’lı yılların sonunda Avrupa Topluluğu'nun uyguladığı tarımsal destekleme politikaları, 1970 de pestisitlerin ve kimyasal gübrenin keşfi de bu gelişmeye katkıda bulunmuştur.
Ancak "Yeşil Devrim" olarak adlandırılan bu tarımsal üretim artışının dünyadaki açlık sorununa bir çözüm getirmediğini, aksine doğal dengeyi ve insan sağlığını süratle bozduğunu gören kişi ve gruplar bu konuda araştırmalara başlamışlardır. Bu araştırmaların sonucunda bilim çevreleri ve sivil toplum örgütlerinin baskısıyla 1979 yılından itibaren DDT grubu pestisitlerin kullanımı A.B.D.'den başlayarak tüm dünyada yasaklanmıştır. Bu durumda organik tarım tekrar gündeme gelmiş, 1980 yılından sonrada tüketicilerin baskısıyla aile işletmeciliği şeklinden çıkarak ticari bir boyut kazanmıştır. ABD'de 0-2 yaş grubu çocuk mamalarının imalinde organik ürünlerin kullanılmasını zorunlu tutan yasanın da bu ticari boyuta katkısını belirtmek gerekir.
Organik ürünler ticarete konu olunca beraberinde kontrol ve sertifikasyona ilişkin yasal düzenlemeler gündeme gelmiştir. Avrupa'da önceleri her ülke kendine göre bazı düzenlemeler yapmış, daha sonra 24 Haziran 1991 tarihinde Avrupa Topluluğu içinde organik tarım faaliyetlerini düzenleyen 2092/91 sayılı yönetmelik yayınlanarak yürürlüğe girmiştir.
Ülkemizde organik tarım faaliyetleri 1986 yılında Avrupa'daki gelişmelerden farklı şekilde, ithalatçı firmaların istekleri doğrultusunda, ihracata yönelik olarak başlamıştır. Önceleri ithalatçı ülkelerin bu konudaki mevzuatına uygun olarak yapılan üretim ve ihracata, 1991 yılından sonra Avrupa Topluluğunun yukarıda adı geçen Yönetmeliği doğrultusunda devam edilmiştir. Daha sonra 2092/ 91 sayılı yönetmeliğin 14 Ocak 1992 tarihinde yayımlanan 94 /92 sayılı ekinde; Avrupa Topluluğuna organik ürün ihraç edecek ülkelerin uymak zorunda olduğu hususlar ayrıntıları ile belirtilmiş ve ülkelerin kendi mevzuatlarını uygulamaya koymaları ve bu mevzuatın da dahil olduğu çeşitli teknik ve idari konuları içeren bir dosya ile Avrupa Topluluğuna başvurmaları zorunluluğu getirilmiştir.
Avrupa Topluluğu'ndaki bu gelişmelere uyum sağlamak üzere Tarım ve Köyişleri Bakanlığı çeşitli kurum ve kuruluşların işbirliği ile Yönetmelik hazırlama çalışmalarına başlamış ve "Bitkisel ve Hayvansal Ürünlerin Ekolojik Metotlarla Üretilmesine İlişkin Yönetmelik" 24.12. 1994 tarihli ve 22145 sayılı Resmi Gazete' de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Bu Yönetmeliğin bazı maddelerinde uygulamada rastlanılan aksaklıkları gidermek ve organik tarım faaliyetleri sırasında yapılacak kusur ve hatalara karşı uygulanacak yaptırımların da yönetmelikte yer alması için, 29.06.1995 tarihli ve 22328 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan yönetmelik ile değişiklik yapılmıştır. Daha sonra 11.07.2002 tarihli ve 24812 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan “Organik Tarımın Esasları ve Uygulanmasına İlişkin Yönetmelik” yürürlüğe girmiştir. Organik ürünlerin üretimi, tüketimi ve denetlenmesine dair kanun tasarısı Hükümetin acil eylem planı içerisinde yer almış ve 5262 sayılı “Organik Tarım Kanunu” 03.12.2004 tarihli ve 25659 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmıştır. Bu Kanuna gereğince hazırlanan “Organik Tarımın Esasları ve Uygulanmasına İlişkin Yönetmelik” 10.06. 2005 tarihli ve 25841 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.
Organik Tarım Kanun ve Yönetmelik esaslarına göre üretilen bitkisel ve hayvansal tüm ürünler organik olarak değerlendirilir ve Yönetmelikte ayrıntıları verilen etiket ve özel organik tarım logosu ile pazarlanır.
"Avrupa Topluluğuna Organik Ürün İhraç Eden 3.Ülkeler" listesinde yer almak üzere de gerekli bilgileri içeren bir "Teknik Dosya" hazırlanarak öngörülen süre içinde Dışişleri Bakanlığı kanalıyla resmi başvuru yapılmıştır
.
Organik Tarım

19 Ekim 2011 Çarşamba

ATATÜRK diyor ki!..

ATATÜRK;  
KADIN, AİLE ve ANNE!... 

01- “Türk Kadını Nasıl Olmalıdır?” “Türk Kadını dünyanın en aydın, en özverili ve en ağır kadını olmalıdır. Ağır sıklette değil; Ahlâkta, erdem de ağır, ağır başlı bir kadın olmalıdır.” – “Türk kadınının vazifesi, Türk’ü zihniyetiyle, azmiyle koruma ve müdâfaaya gücü yeter nesiller yetiştirmektir. Milletin kaynağı ve sosyal hayatın esası olan kadın, ancak faziletli olursa vazifesini yapabilir. Her halde kadın, çok yüksek olmalıdır.,” (Atatürk, Söylev ve Demeçler-T.D.K. Ens. 1989-Sayfa: 242/294) “Kadınlık meselesinde şekil ve dış görünüş ikinci derecededir. Asıl mücadele sahası, kadınlarımız için şekilde ve kıyafette başarıdan çok, asıl başarılı olunması gereken saha (kadınların) nur ile irfan ile “Gerçek Fazilet” ile donatılmasıdır., Ancak, bu şekildedir ki, çocuklarımız memlekete yararlı (ve hayırlı) birer vatandaş ve mükemmel birer insan olurlar.” (1923-Nutuk, 153-154 ve Fotoğraflarla Atatürk ve Atatürk’ün Hususiyetleri, S: 74 Hasan Rıza Soyak) “Şehirlerimizdeki kadınlarımızın giyinme ve kapanmalarında iki şekil meydana çıkıyor. Ya aşırı taşkınlık, ya da aşırı kapalılık görülüyor. Ya, ne olduğu bilinmeyen çok kapalı, çok karanlık bir dış şekli gösteren giyim, yahut Avrupa’nın en serbest balolarında bile dış giyim olarak gösterilmeyecek kadar açık bir kıyafet... Bunun her ikisi de şeriatın tavsiyesi, dinin emri dışındadır. Bizim dinimiz kadını o tefritten ve bu ifrattan uzak tutar. O şekiller dinimizin gereği değil, muhalifidir.” (21.Mart.1923 – Söylev ve Demeçler, Cilt: 2 T.D.T.E. Yayını, 1989 – Sayfa: 155-156 / 294)  “Onun için, medeni topluluklarda erkek daima kadına hürmet etmek zorundadır.” (Niyazi Ahmet Banoğlu, Nükte-Fıkra ve Çizgilerle Atatürk – Kitap: 2, Sayı: 136)

2- Din gereği olan örtünmek, kısaca açıklamak gerekirse, denebilir ki, kadınlara külfet yaratmayacak ve terbiyeye aykırı olmayacak şekilde basit olmalıdır. Örtünme şekli kadını hayatından, varlığından ayıracak bir şekilde olmamalıdır., Dini örtünme, kadınlar için zorluk yaratmayacak, kadınların sosyal hayatta, ekonomik hayatta, ilim hayatında, erkeklerle birlikte çalışmasına engel olmayacak şekilde basit olmalıdır. Bu basit şekil, toplumumuzun ahlâk ve terbiyesine aykırı değildir., Kadınlarımızın, genel görevlerde üzerlerine düşen paylardan başka; Kendileri için en önemli, en hayırlı ve en faziletli vazifelerden biri de, “İYİ ANNE” olmaktır... Bu günün anaları için gerekli özelliklere sahip evlât yetiştirmek, evlâtlarını bugünkü hayat için faal bir organ hâline koymak, “pek çok yüksek niteliği” taşımalarına bağlıdır. Bu sebeple; Kadınlarımız, hattâ erkeklerden daha çok aydın, daha çok verimli, olgun, daha fazla bilgili olmaya mecburdurlar. Eğer gerçekten “milletin anası olmak istiyorlarsa” böyle olmalıdırlar.  (1923-Söylev ve Demeçler, S: 150-153) 
03- Bu millet, esas terbiyesini aileden almaktadır. Türk milleti, öyle Analara sahiptir ki, her devrin büyük adamlarını bu analar yetiştirmiştir. Türk kadını, daha yüksek nesiller yetiştirmeye kabiliyetlidir., Türk kadını dünyanın en aydın, en faziletli ve en ağır başlı kadını olmalıdır. Milletin kaynağı, sosyal hayatın esası olan kadın, “ancak faziletli olursa” görevini yerine getirebilir. Her halde kadın çok yüksek olmalıdır. (Kemal Atatürk ve Milli Mücadele Tarihi, Enver Ziya Karal / 1925-Nutuk, S: 234-235)
04- Hiçbir ulus yoktur ki, ahlâk temellerine dayanmadan yükselsin. (Atatürk, 30.Ağustos.1926, Nutuk Cilt: 2, T.D.T.E. Yayını, 1989 S: 4) Ahlâk kutsaldır; Çünkü aynı değerde eşi yoktur ve başka hiçbir çeşit değerle ölçülemez. Ahlâk kutsaldır. Çünkü, en büyük “gerçek ahlâkın sahibi” bir varlığa aittir. O varlık, yalnız ve ancak toplumdur. Ondan başka bir varlık yoktur. Gerçek ahlâk, Tanrı katında değişmiş, örnek bir şekilde düşünülmüş ve bir toplumla birleşmiştir. Çünkü vicdanlarımız üzerinde etkili olan ruhi hayat, toplumun fertleri arasındaki niyetler ve bu niyetlere olan tepkilerden oluşur. Hakikatte toplum, en yoğun fikri ve ahlâki faaliyetlerin odak noktasıdır. (1929-Medeni Bilgiler, M.K.Atatürk’ün El Yazıları, Prof. Afet İnan)
05- ÇOK NAMUSLU OLMAK GEREK
Şimdiye kadar yapılmış bulunan hataların en büyüğü, bilhassa teşebbüs sahiplerimizin, aydınlarımızın ve özellikle bilginlerimizin en büyük günahı namuslu olmamaktır. Milletin karşısında namuslu olmak, namuslu (ilkeli) ve dürüst hareket etmek lâzımdır. Milleti aldatmayacağız. Millete daima ve daima gerçeği söyleyeceğiz. Belki hata ederiz. Gerçek zannederiz. Fakat, millet onu düzeltsin! Kendimizi kimsenin üzerinde görmeğe de hakkımız yoktur. Radikal yürümek ve esaslı olmak lâzımdır. Yapacağımız her şeyin bir anlamı ve bir nedeni olması gerekir. Bütün dünya bilsin!.. Yeni Türkiye ne yapıyor, hangi esas üzerine yürüyor? Gerçekte aldatmak kolay değildir. Hiçbir zaman medeniyet dünyasını aldatabileceğimizi zannedemeyiz. Böyle bir zan, dünyanın en büyük yanılgısı içinde bulunduğumuzu göstermekten başka bir neticeye varamaz. (1923-Eskişehir-İzmit Konuşmaları, Arı İnan) 
06- Birbirimize daima gerçeği söyleyeceğiz. Felâket veya mutluluk getirsin, iyi veya kötü olsun, daima gerçekten ayrılmayacağız. (1925-Nutuk, Cilt:2) Biz daima gerçeği arayan ve onu buldukça ve bulduğumuza inandıkça ifadeye cesaret eden adamlar olmalıyız. (1931-Sümerbank Dergisi., Cilt: 3-Sayfa: 29, 1963-Uluğ İğdemir)
07- Mânevi kuvvet, özellikle ilim ve iman ile yüksek bir şekilde gelişir. (1922-A.S. ve D. Cilt:1)
08- Allah Birdir. Şanı büyüktür. Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri, Allah tarafından insanlara, dini gerçekleri duyurmaya memur ve elçi seçilmiştir. Bunun temel esası hepimizce bilinmektedir ki, yüce Kuran’da ki anlamı açık olan ayetlerdir. İnsanlara feyiz ruhu vermiş olan dinimiz, son dindir. En mükemmel dindir. Çünkü, dinimiz akla, mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor ve uygun düşüyor. Eğer akla mantığa ve gerçeğe uymamış olsaydı, bununla diğer ilâhi tabiat kanunları arasında çelişki olması gerekirdi. Çünkü, tüm evren kanunlarını (maddi ve manevi âlem kanunlarını) yapan Allah dır. (1923-Atatürk’ ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: 2 – Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayını, 1952 )
 “Hazreti Peygamber Efendimiz, bütün Müslümanların ve kutsal kitap sahiplerinin bildirdiği üzere, Allah tarafından dini gerçekleri insanlık dünyasına duyurmaya ve anlatmaya memur edilmişlerdir ve ismi  peygamberdir. Yani, haber ulaştırmakla görevlidir. Ulu Allah, Kur’an-ı Keriminde kendisine emirlik, saltanat ve taç vermiş değildir. Hükümdarlık vermiş değildir. Peygamberlik vazifesi ile gönderilmiştir. Tabiatıyla, gerçek vazifesini tamamen kavramış olan Cenab-ı Peygamber bütün dünya insanlarına O’nu duyurdu. Hepinizce bilinmesi lâzımdır ki, o devirde, meselâ doğuda bir İran devleti, kuzeyde bir Roma İmparatorluğu vardı. Diğer teşkilâtı ve kurulu devletler vardı ve Cenab-ı Peygamber (bu) devletlere gönderdiği peygamberlik mektuplarında buyurmuşlardır ki; Allah bir ve ben O’nun tarafından, size gerçeği anlatmakla vazifeliyim. Hak Dini, İslâm dinidir. Ve bunu kabul ediniz... ve hattâ ilâve etmiştir, Ben size, Hak Dini’ni kabul ettirmekle zannetmeyiniz ki, sizin milletinize, sizin hükümetinize el koymuş olacağım. Siz, hangi hükümet şeklinde, hangi durumda bulunuyorsanız o yine aynı kalacaktır. Yalnız hak dinini kabul ediniz ve koruyunuz...(1923-Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Eskişehir-İzmit Konuşmaları, Arı İnan-Türk Tarih Kurumu, 1982)
09- Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinimize, bizzat gerçeğe nasıl inanıyorsam, ona da öyle inanıyorum. Bilince ters, ilerlemeye engel hiçbir şey kapsamıyor. Halbuki, Türkiye’ye bağımsızlığını veren bu Asya milletinin içinde daha karışık, suni, boş inançlardan ibaret bir din daha vardır. Fakat, bu cahiller, bu güçsüzler (zavallılar) sırası gelince, aydınlanacaklardır. Onlar aydınlığa yaklaşamazlarsa, kendilerini yok ve mahkûm etmişler demektir. Onları kurtaracağız. (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: 3–Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayını, 1954)
10- Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkân yoktur. Yalnız, şurası var ki, din Allah ile kul arasındaki bağlılıktır. (1930-Nutuk, Cilt: 3 Mustafa Kemal Atatürk, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü Yayını-1960) Büyük bir inkılâp yaratan Hazreti Muhammed’e beslenilen sevgi, ancak O’nun koyduğu fikirleri, esasları korumak ve uygulamakla mümkündür. (1930-Şemsettin Günaltay, Ülkü Dergisi-Sayı: 100 – 1945)
 11- Vatandaşları içinde çeşitli dinlere mensup unsurlar bulunan ve her din mensubu hakkında âdil ve tarafsız tutum ve davranışta bulunmaya ve mahkemelerinde vatandaşları ve yabancılar hakkında eşit âdalet uygulamakla vazifeli olan bir hükümet, fikir ve vicdan hürriyetlerine uymaya mecburdur. (1927-Nutuk, Cilt: 2, M.K.Atatürk-Türk Devrim Tarihi Ens. Yayını, 1960)
 12- Lâiklik asla dinsizlik olmadığı gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için, gerçek dindarlığın gelişmesi imkânını temin etmiştir. Lâiklikle dinsizliği karıştırmak isteyenler, ilerleme ve canlılığın düşmanları ile gözlerinden perde kalkmamış doğu kavimlerinin fanatiklerinden başka kimse olamaz. (Atatürk ve Din, Sadi Borak-1962) Softa sınıfın din simsarlığına izin verilmemelidir. Dinden maddi menfaat temin edenler, iğrenç kimselerdir. Bu duruma karşıyız ve buna müsaade etmiyoruz. (1930-Atatürk’ün Hususiyetleri, Kılıç Ali-1955) Bütün dünyanın Müslümanları, Allah’ın son Peygamberi Hazreti Muhammed’in gösterdiği yolu takip etmeli ve verdiği talimatları tam olarak tatbik etmelidir. Tüm Müslümanlar Hazreti Muhammed’i örnek almalı ve kendisi gibi hareket etmeli, İslâmiyet’in hükümlerini olduğu gibi yerine getirmeli. Zira, ancak bu şekilde insanlar kurtulabilir ve kalkınabilirler. (1938-Prof. Dr. Hanif Favuk–Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Yayınları, 1979, Sayı: 102 – 1938, / Atatürk’ü Tanımak ve Anlamak, Behzat Şaşal – Ankara, 2004)  “Türk milleti vakur ve çok sabırlıdır, O’nun büyüklüğü ülkesinin ve nüfusunun genişliğinde değil, sadece yüksek (kanındaki asalet, insanlık davası, onur, haysiyet, şeref ve) karakterine dayanır ve ondan doğar. Türk, asil, mağrur ve yüksek bir ruh’tur. Cumhuriyet ve Demokrasi bunun açık bir göstergesidir.”
İ Z İ N D E Y İ Z...
ANKARA "GİRİŞİMCİ KADINLAR DERNEĞİ" AGİKAD YÖNETİM KURULU 
BAŞKANLIK DİVANI
Başkan: İnsaf KILIÇ, Nesrin YAŞAR, Şükran KİTİŞ ve Handan DEMİRDAMAR

ANKARA GİRİŞİMCİ KADINLAR DERNEĞİ
Genel Merkez Yazışma Adresi: Cihan Sokak 16/19 Sıhhıye / ANKARA
Genel Merkez Telefon: Tel: 230 25 90 Faks: 230 25 90
Genel Merkez E - Posta:
agikad.ankara@gmail.com

29 Ağustos 2011 Pazartesi

üniversite adayları'nın dikkati'ne!....

BALKAN UNIVERSITY & EUROPEAN UNIVERSITY

Balkan University.İştirakimiz, kuruluşumuz European Politeknic University "devrim gibi bir Açılımı" başardı.
Sultan Murad Hüdavendigarın şehitlik şerbetini içtiği Kosova'da Prizren kentimizde kampüsünü açtı.
(şimdi arkana yaslan sıkı dur.)
Türkiye dışında bir ilk, güzel dilimiz Türkçe'mizde eğitim kararı aldı. (muştu 1)
(dilim varsa, hürüm. Hür isem dinim de var. Hür değilsen ne dinin var nede imanın.)
Türk Hukuk ve ADALETİNİ, mahrum kaldıkları 100 yıl sonra Rumeli'ne taşıyor. (muştu 2)
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesiyle ortak eğitim programımız başlıyor.
29 Ekimde "Vira Bismillah" diyoruz.
3 yıl eğitim Prizrende, 4. sınıf Ankara'da çift diploma, işte AB'ye kök söktürecek Hak ve Hukuk adamlarımız böyle yetişecek.
TÜRK DİLİNDE HUKUK FAKÜLTESİ.

-Kosova Prizren Kampüsümüzde.
MİMARLIK, İNŞAAT, BİLGİSAYAR, YEŞİL ENERJİ, TELEKOMİNİKASYON ve İLETİŞİM MÜHENDİSLİK FAKÜLTELERİ - Sofya, Pernik Kampüsümüzde. (ing)
TIP DOKTOR'luğu ve DİŞÇİLİK - Kırım Medical Üniversitesi ortak eğitim programıyla. (ing)
Hepsi Meslek, hepsi iş dalı.
İşimiz okutmak, eğitmek ve iş sahibi olarak aranan adamları hazırlamak.

Geniş bilgi...

www.epuedu.eu  ve  balkanuniversity.eu 
sayfalarında.

2 Temmuz 2011 Cumartesi

Ege'de "Bulamaç ve Eşek" adalarımız işgal altında....


TÜRK ADA’LARI İŞGAL ALTINDA (*)
Mustafa Nevruz SINACI
Yunanlıların, Ege’de iki Türk adasını (Bulamaç ve Eşek) alenen işgal ederek 2004 yılından bu yana iskâna açıp, turizm amaçlı olarak kullandıklarını ilk kez D[y]P genel başkanı Namık Kemal Zeybek’ten öğrendik. (08 Mayıs 2011)
Zeybek ne demişti?..
            “AKP döneminde Eşek Adası ve Bulamaç Adasını Yunanlılar İşgal Etti. (*)
            Bu iki adamız, bu iktidar döneminde 2004 ten başlayarak Yunanlılar tarafından yavaş, yavaş işgal edildi. AKP iktidarının bundan haberi oldu. Ama bırakın Bulamaç’ı, bırakın Eşek Adasını, onlar Kıbrıs’tan bile vazgeçmişlerdi. Adetleri olduğu üzere, Kıbrıs’ı Yunan’a peşkeş çekiyorlardı. Şimdi Didim de, burnumuzun dibinde görünen bu iki Ada, şu anda Yunanlıların işgali altında; Ama Kardak'daki Yunan Bayrağı indirilmişti!..
Kardak kayalıklarını, Yunanlılar işgal etmeye çalıştıklarında Türkiye'de bir Başbakan vardı. Bir hanımefendi, Çiller. Kardak kayalıkları işgal edildiğinde ne demişti Tansu Çiller? 'O bayrak ya inecek, ya inecek' Hangi bayrak? Bizim kayalıklarımıza, ada değil, toprak değil, kayalıklarımıza Yunanlılar, Yunan Bayrağı çektikleri zaman Başbakan'ın söylediği sözlerdi bunlardı. 'O bayrak ya inecek ya inecek.' Ne oldu? Bayrak indi mi? İndi…
Peki, o günlerdeki milli duyarlığı, vatan toprakları konusundaki hassasiyeti hatırlayın.
Ve gerçeğe bakın. Gerçek şu: Eşek ve Bulamaç Adalarımızı Yunanlılar işgal etti..
Didim'in karşısında bize ait olan iki ada var. Biri Eşek Adası, öbürü Bulamaç Adası... Bu adalar bütün uluslararası belgelere göre bizim. İngiltere'nin yaptığı haritaya göre de bizim. Başka uluslararası anlaşmalara; Lozan'a göre de bizim. Bakınız 1947'de İngilizlerin yaptığı bir harita ve çizgi var. Eşek adası ve Bulamaç adası Türkiye Cumhuriyeti'nin...
Bunu herkes biliyor. Sadece Recep Tayip Erdoğan bilmiyor.
Bu iki adamız, AKP iktidarında 2004'ten başlayarak Yunanlılar tarafından alenen işgal edildi. İktidarının bundan haberi oldu. Ama bırakın Bulamaç'ı, Eşek Adası'nı, onlar Kıbrıs'tan bile vazgeçmişlerdi. Kıbrıs'ı peşkeş çekiyorlardı. Adetleri olduğu üzere... Şimdi ise, Didim'de, burnumuzun dibindeki bu iki Ada, Yunan işgali altında. Yunanlılar, Eşek Adası'na gittiler ve kilise yaptılar. Yunan Bayrağı çektiler. Kimsenin olmadığı daha kimsenin yaşamadığı yere önce kilise yaptılar, sonra yavaş yavaş yoklaya yoklaya baktılar, Türkiye'de acaba DP, DYP’ mi var? Yoksa başka birileri mi?  Baktılar ki tepki yok, birtakım insanları oraya yerleştirdiler. Şimdi Eşek Adası'na biz gidemiyoruz. Bizi sokmuyorlar. Bulamaç Ada'sı da böyle…
Bakınız bir resim daha gösteriyorum. Adaya girdiler, rıhtım ve turistik bölge yaptılar, turlar düzenlemeye başladılar. Adaları Yunan generalleri de zaman zaman teftiş ediyor, hava sahamızı, su ve topraklarımızı ihlal ederek geliyorlar. AKP iktidarının sesi, soluğu çıkmıyor. Bir taraftan Vatan topraklarını satmaktan bahsediyoruz. Hangi satmak? Bu vatan topraklarını peşkeş çekmektir... Buna izin verecek miyiz? İzmirlilerin vicdanına sesleniyorum.
Hani bir karış toprak için kanımızı veririz derdik. Ne oldu? Bunlar gelince Türkiye'de ne değişti? Şimdi bu sözleri beni dinleyen basın yayın organları yoluyla hem Recep Tayip’e hem de bütün Türkiye'ye ilan ediyorum. "Tek başıma, pasaportsuz o adalar çıkacağım.."
Süre veriyorum. Bu süre daralacak ve sonunda Türkiye'yi yönetmek iddiasında olan TC'nin Başbakanı olduğunu; TC'ni yönettiğini iddia eden, hükümet olduğunu söyleyenler eğer gidip bizim bu adalarımızı işgalden kurtarmak için teşebbüse geçmezlerse ben tek başıma gideceğim ve oraya çıkacağım.
Hükümete uyarı: İster muhtıra desinler, eğer bütün uluslararası anlaşmalara göre bizim adalarımızı geri almak, işgalden kurtarmak için sorumlu oldukları bu suçtan geri dönmek için teşebbüse geçmezlerse, ben gideceğim ve adalara çıkacağım. Pasaportsuz, vizesiz gideceğim. 'bu ada benim adamdır' diyeceğim. Bulabilirsem kayıkla, bulamazsam yüzerek gideceğim, adaya çıkacağım. Ama biliyorum ki milletim beni yalnız bırakmayacak.”
Aradan uzun süre geçti. Zeybek adalara çıkamadı, ama AKP’den de bir ses çıkmadı.
 VATANA İHANET Mİ? 
GAFLET Mİ? 
DALÂLET Mİ?
Mustafa Nevruz SINACI
Namık Kemal Zeybek; 08 Mayıs 2011 günü İzmir’de bir açıklama yaparak; Aydın ili, Didim ilçe sınırları dâhilinde bulunan ve Lozan’a göre, TC’ye ait Eşek Adası (Agathonisi) ile Bulamaç Adası (Farmakonisi)’nın; 2004 yılında Yunanistan tarafından işgal edilip, yerleşim ve turizme açıldığını iddia etti. (1)
İddia, sırasıyla; 13 Mayıs 2011 tarihinde Hürriyet Gazetesi ve İnternet sitesinde, (2)
18 Mayıs 2011 tarihinde, Yaşar Anter’in WEB TV, Gündem programında (3) pek çok ayrıntı verilerek yer aldı. Daha sonra Zeybek 25 Mayıs 2011 tarihinde yapılan D. Parti Didim mitinginde, ağırlıklı olarak konuya değindi. (4) Güvenilir ve üye sayısı yüksek e.Posta grubu “açıkistihbarat”, 01 Haziran günü ayrıntılı bir yayın/dağıtım yaparak; Adaların aidiyet, hukuki statü ve mevcut durumları hakkında ‘tatmin edici’ yayın ve açıklamalarda bulundu. (5) Tam 5 gün sonra, Araştırmacı-Yazar Ferudun Özgümüş: “Yunan toprağımızı işgal etti. Ne devlet ne muhalefet ve ne de Genelkurmaydan ses yok” (6) başlıklı bir makale yayınladı. Makalesinde, ilgili, yetkili ve sorumlu makamları hedef alıp sorguladı. Sonra Yeniçağ Gazetesi de (Ferudun Özgümüş’e atıfla) 06 Haziran 2011 tarihinde konuya değindi.
Dünya Türk Kongresi (TURKISH-FORUM)’nin web sitesinde aynı gün benim bir makalemin altına, açıklamalı bir yorum eklendi. (8) Hal böyle olunca ben, otomatikman konu ile alâkadar olmak durumunda kaldım. Zaten de olay ve iddiaları Mayıs başından itibaren takip etmekte idim. Neticede: 07 Haziran 2011 günü A Kanal’dan (Ereğli-Konya) canlı yayın konuğu olan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na konuyu sordum. Cevap alamadım. (9) 
08 Haziran günü haber tekrar bazı ajanslar tarafından ısrarla duyuruldu. (10) 
09 Haziran 2011 Perşembe günü, 4982 Sayılı Kanun gereği Aydın Valiliği’ne resmi bir başvuruda bulunarak açıklama ve bilgi talebinde bulundum. (Başvuru no. 35141) Bu gün 28 Haziran olmasına rağmen henüz bir cevap alamadım.  Oysa yasal cevap süresi 15 gündür. Bana halâ cevap verilmedi. Umarım daha fazla gecikmeden cevap verilir ve konu aydınlanır.
            GARİP VE EMTERESAN OLAN NE?..
            Bu işin en garip, acaip ve muamma tarafı şu ki; İddianın 5 Mayıs 2011 tarihinde ortaya atılmasına, 8 Mayıs’ta kamuoyuna yansımasına, geniş kitlelere duyurulmasına, konu hakkında defalarca yayın yapılmasına, başta Başbakan, İçişleri, Dışişleri Bakanı, Genelkurmay Başkanı dâhil pek çok makam, sorumlu kişi ve mercie soru yöneltilmesine rağmen halâ alınmış açık, net, tatminkâr ve dürüst bir cevabın olmayışı!..
Bu ne iş? Ortada vahim bir iddia var. TSK ve hükümet zımmen vatana ihanetle itham ediliyor. Ortada cevap yok, iddiadan alınan, muhatap alan yok. Bu bir gaflet mi? Dalâlet mi? Yoksa gerçekten gizlenmeye ve gözlerden kaçırılmaya çalışılan menfur bir ihanet mi? Başta N. Kemal Zeybek, Demokrat Parti camiası ve bütün Türk milleti’nin bunu bilmek hakkıdır.     
ÇOK ÖNEMLİ BİR KATKI & YORUM:
            “1001 çeşit melânet ile aynı anda mücadele etmek zorunda bırakılan aziz milletimizin 1.derecede hassasiyeti olan Vatan Toprağı konusundaki duyarlılığınıza, kararlı girişiminize ve bilgiyi milletimizle paylaşma yönündeki şahsi gayretinize samimi teşekkürlerimi sunuyorum. Zeybekler diyarı Aydın, umarım bir valisini uğurlamak zorunda kalmaz. Ama görünen o ki, böylesine hayati bir konuda şu ana kadar sessiz ve girişimsiz kalmayı yeğleyen Sn. Vali’nin Mülki İdare Amirliği sıfatı kıytırık üç-beş Yunanlı hokkabaz tarafından düşürülmüştür. Yine umuyorum ki, tüm bu iddialar, bilgiler spekülâsyondur ve yanılan, saçmalayan ben olurum.
Yoksa diğer türlü resmi görevinin geçerliliği tartışılır hale gelen makam yalnızca vali’likle sınırlı kalmaz. İçişleri Bakanı’nı da bağlar, Milli Savunma Bakanı’nı da!. Ve pek tabii ki kabinenin başı Başbakan’ı da… G.K.B.’mızı ise dile bile getirmek istemiyorum…Bu durumda sormadan edemeyeceğim, 2004 yılında AKP iktidarında gerçekleştiği iddia edilen bu işgalin pazarlık, vaat, zorlama, tehdit veya taahhüde dayalı bir arka planı var mıdır?
Yine bu noktada dile getirilmesi şart olan bir diğer iddia da, Türkiye’ye karşı yapılan ve milat sayılan en sert operasyonun 2004 yılında gerçekleştirildiği yönünde…. Tüm bunlar olayların ve iddiaların tarafımdan yorumlanan spekülatif boyutu. Operatif tarafı ise elbette ki TÜRK MİLLETİ’NE aittir. Aynen tarihlerde yazılı olduğu  gibi!.… Selam ve sevgi ile, aad”
ŞİMDİ SORUYORUM.
Başta Didim Kaymakamlığı, Aydın Valiliği, Ege Ordu Komutanlığı, İçişleri / Dışişleri Bakanlığı, Genel Kurmay Başkanlığı, Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı; Yani konunun ilgili, etkili, yetkili ve sorumlu muhatapları neden bir açıklamaya yapmaz ve sorulara “tatmin edici” (ÖSYM konusunda olduğu gibi) bir cevap vermezler?
Gerçek nedir?..
Ve gerçekten olayda bir ihmal, ihanet ve hain bir pazarlık var mıdır?
            Kaynaklar ve dayanaklar:
(1) Namık Kemal Zeybek, (DP) 08.05.2011 www.haberkritik.com & www.dyp.org.tr
(2) HÜRRİYET, 13 Mayıs 2011, editör & Hürriyet.com.tr
(3) (DHA) Yaşar ANTER, Gündem: 18 Mayıs 2011 + WEB TV
(4) Namık Kemal Zeybek, Didim miting konuşması, 25 Mayıs 2011, www.dyp.org.tr,
(5) E-Posta Grubu: AçikIstihbaratTürkiye www.acikistihbarat.com 01.06.2011
(6) Ferudun Özgümüş <ferudunozgumus@gmail.com> Tarih: 06 Haziran 2011 Konu: Yunan toprağımızı işgal etti. Ne devlet ne muhalefet ve ne de Genelkurmaydan ses yok.
                (7) Salim Yavaşoğlu - Yeniçağ Gazetesi, 06 Haziran 2011
                (8) TURKISHFORUM/ABD, 06 Haziran 2011 - wordpress@turkishforum.com.tr
(9) 07 Haziran 2011 günü Dışişleri Bakanı Ahmet Davudoğlu’na soruldu. (Konya-Ereğli, Kanal-a, canlı yayın)  Yunan İşgal Etti; AKP  ve Genelkurmay'dan Hiç Bir Tepki Gelmiyor?
(10) db.ajans.ankara, 08 Haziran 2011, Basın Haber Bülteni
 ***
İçişleri Bakanlığı Aydın Vali’liğine
            BASIN // LÜTFEN ACİLEN CEVAP VERİNİZ.
Aydın İl sınırları içinde vaki ve kain ve valilik sorumluluğunda olan, Ege Denizi kıyı yakın şeridindeki EŞEK ve BULAMAÇ adalarının bir süredir Yunan işgali altında olduğu iddia olunmakta ve durum "açıkistihbarat grup başkanlığı tarafından ispatlanmış", DP Genel Başkanı Namık Kemal ZEYBEK başta olmak üzere, pek çok kişi ve kurum tarafından kamuoyuna açıklanmış bulunmaktadır.
Şu hale nazaran; Durumdan birinci derecede sorumlu bulunan Valilik makamınız ve bu sıfatla şahsınız yönünden resmi bilgi nedir? Belgeli ve kapsamlı bir yayın yapılacağından, mümkünse yasal süresinden önce ve ACİLEN; Değilse "yasal süresi içinde" ayrıntılı "mail ve yazılı olarak" cevap verilmesini arz ve talep ederim.
Mustafa Nevruz SINACI
Gazeteci-Hukukçu, Araştırmacı-Yazar, 09 Haziran 2011 – ANKARA
***
4982 Sayılı Kanun gereği yapılan başvurunun tarihi: 09 Haziran 2011 - Sayısı: 35141
From: info@... To: gercek.demokrat@... Date: Thu, 9 Jun 2011 17:48:51 +0300
Subject: İÇİŞLERİ BAKANLIĞI: Bilgi edinme başvurunuz hakkında
Sayın MUSTAFA NEVRUZ SINACI
09.06.2011 tarihinde Aydın Valiliği birimine Bilgi Edinme Kanunu kapsamında yapmış olduğunuz başvuru birim yetkilisine ulaşmıştır. Kanuni süreç izlenerek başvurunuza yanıt verilecektir. İçişleri Bakanlığı

4 Haziran 2011 Cumartesi

2023 vizyonu!.. "atma recep, din kardeşiyiz"

İSTİSMAR VE FURYA, 2023 VİZYONU
Mustafa Nevruz SINACI
El insaf!..
Başta iktidar partisi olmak üzere, ana muhalefet ve bilumum muhalefet partileri dâhil, tamamı bir “2023 Vizyonu” dur tutturdu gidiyor. Tabii, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunun 100. yıldönümü, kulağa hoş gelir, üstelik inandırıcılığı da kamçılıyor. Ancak, hedefe daha 12 küsur yıl var. Kim öle kim kala. Her ne kadar, iyi bir propaganda söylemi olsa bile, bizim ülke siyasetinde böyle ‘üç dönemi birden kapsayan’ vaatlere hiç rastlanmadı. Bizim insanımız bu usul ve süreye alışık değil. O nedenle, ‘bu da yalanın kuyruklusu’ deyip, gülüp geçiyorlar.
MÜRAİLİK, İSTİSMAR VE FURYA
Bizim politikACI’lar yıllarca, ‘vizyon - misyon’ kelimelerini doğru, dürüst kullanmayı beceremediler. Bu nedenle, doğal olarak, 2023 vizyonu adına açıklanan hiçbir şey anlamı ile örtüşmüyor. Söylenirken bile ikiyüzlülük, mürailik, istismar, yalan, furya ve şark kurnazlığı sırıtıyor, pis kokuyor. Hedef ve proje dedikleri saçmalıkların maksadını aşan abartılar olduğu çok net anlaşılıyor. Çünkü vatandaş, biri (CHP) hariç tamamı 1963 tevellüdüne dayalı siyaset simsarı, din tüccarı, misyon taciri; “sulta/cunta/dikta/cemaat/aşiret” partilerinin bu güne kadar hiçbir vaatlerini tutmadıklarını ve yalan söylemekte gayet de usta olduklarını çok iyi biliyor.
Kaldı ki, inandırıcılığı baltalayan başka faktörlerde var.
Tıpkı ‘adalet-kalkınma’, ‘cumhuriyet halk’, ‘milliyetçi hareket’, ‘demokrat’, ‘büyük birlik’ ve diğerlerinde olduğu gibi; Partilerin hiç birisi kendi adıyla örtüşmüyor, anlamıyla bütünleşmiyor. Yani partiler, adlarının adamı değiller!.. Görünürde bu bile sahnelenen kirli oyunun, menfur bir aldatmaca ve kandırmacadan ibaret olduğunu anlamaya yetmekte!...
AD’LAR, ANLAMLAR VE EYLEMLER!...
AKP, adaletli değil; Sadece yandaş ve yoldaşlarını kalkındırıyor…
CHP’nin “halkla ve halkın sorunlarıyla her hangi bir ilgisi, alâkası yok.
MHP batı yanlısı, AB’ci enternasyonal, zaaflar ile malul ve şuursuz.
BBP, öz misyonuna hayat vermek yerine, varlığını sürdürmek çabasında..
Demokrat Parti, kendi dava, 46 ruh, amblem ve misyonundan bihaber…
Diğerleri mi? İşin doğrusu: 1924 Anayasası ve eşdeğer yasalardan tutun, 1928, 1961 ve 1982 ile 2820 sayılı SPK’yı şamil olmak üzere; Mevcut tanımlamaya hiçbirisi uymuyor. Oysa uydurma görevi yüklenen bir yargı ve Cumhuriyet Başsavcısı var. Hattâ, bütün haksızlık ve hukuksuzlukların denetleyicisi olarak yetkili ve görevli bir; Yüksek Seçi Kurulu bile!..
Dahası, Anayasa ve yasalar, siyasi partilerin zorunlu organlar, üyeler ve üye olmayan vatandaşlarca da denetlenmesini öngörmekte. “Siyasi partiler demokrasinin esas ve ilkelerine aykırı fiil ve tasarrufta bulunamazlar” hükmü kendi kanununda yer almakta!...
Buna rağmen 50 yıldır, dağ doğura, doğura fare doğuruyor.
Meselâ “genel olarak” bunların “2023 Vizyon”larına bir bakalım:
01. Yeni, ileri ve sivil anayasa,
02. Kürt, Alevi, Ermeni, Rum ve Roman açılımları,
03. Avrupa yakası-Trakya kanal projesi,
04. İstanbul’un iki yakasına iki şehir,
05. Bir bu kadar daha duble / bölünmüş yol,
06. Helâl Kart, Hilâl Kart, Yeşil Kart, Mavi Kart…
07. Aile maaşı, açlık ödeneği ve devasa yardım bütçesi!..
08. Milli Gelirde artış,
09. Dünyanın 10 büyük ekonomisinden biri,
10. Dünyanın 10 büyük limanından birini yapmak,
11. İhracatı 500 milyar doların üstüne çıkartmak,
12. En az 3 Nükleer enerji Santralı yapmak!....
DAHA NELER, NELER!.…
Mustafa Nevruz SINACI
Ankara Esenboğa hava alanından Kızılay’a raylı sistem de bu furya kapsamında; Yıllar yılı metro mezarlıklarından, bina yapmak maksadıyla üst üste yığılmış demir-çelik ucubeleri ve yolları tıkayan şantiye bozuntularından çektiğimiz yetmezmiş gibi.. Bunları “Türkiye Cumhuriyetinin 100. Kuruluş Yıldönümü” adına bir vizyon olarak vaat etmek bile başlı başına “vizyonsuzluğun” utanç verici göstergesi ve zaaf’ın itirafıdır.
Sırf AKP’nin sözde “2023 vizyonu” 100 ana madde tutuyor. Diğerleri ile alt alta yazdığında neredeyse 300 madde ediyor. El âlemin 100 sene önce hallettiği metro, hastane, hapishane, otoyol, fukaralık maaşı gibi abesle iştigal çabası.. Fakat ülkemiz ve insanımızın “mutlak ihtiyaçları” ile dünyadaki genel gidişin icapları doğrultusunda gerçekçi, akılcı ve objektif bir vaat yok. Çoğu hayal mahsulü, Rusların “pembe yalan” dedikleri türden. Büyük bölümü de uygulama imkânından vareste, halkın ifadesi ile: Yalan, dolan, mavra, palavra...
OLASI 2023 VİZYONU:
Tıpkı 10 Kasım 1938 ve 27 Mayıs 1960’da olduğu gibi;
Tam istihdam, sıfır işsizlik, sıfır yolsuzluk, sıfır anarşi, sıfır terör.. Dünyanın en ileri 4 ülkesi arasında yer alan zengin, saygın, hâkim ve hükümran; Tam bağımsız ve özgür Türkiye; Denizleri, gölleri temiz, akarsuları arı-duru, çağıl-çağıl ve içilebilir kıvamda; Ülkenin tamamı ağaçlık, ormanlık, kıraçlar ekili alanlara dönüşmüş; Zenginlik-mutluluk ve refah halka inmiş, tabana yayılmış; Emekli ile çalışan arasında norm ve standart birliği sağlanmış; Adil intibak yasaları çoktan çıkmış; Gelir adaletsizliği uçurumu kapatılmış; Enerji sorunu ileri teknoloji ile “yenilenebilir” ve “duru enerji” kaynaklarından halledilmiş; Şehir suları rahatlıkla içilebilen;, Bütün Yüksek Okul ve Üniversitelerine sınavsız girilebilen; Tüm vatandaşlarının “hayatın her alanında”, yargı ve yasa önünde eşit olduğu;, “Huzurlu, mutlu, adaletli ve güvenli” devlet…
Seçim sathı mailinde “2023 vizyonu” diye yutturulanların vizyonla falan alâkası yok.
Olsa, olsa utanç verici yalanlar ve en olası söylemleri bile rantiye tuzaklarından ibaret..
İşte “yeni ve sivil anayasa yapacağız” vaveylaları yerine; Demokratik, adaletli, ilkeli, onurlu, sorumlu ve “millet iradesini, devlet idaresine tam olarak yansıtacak”; Namuslu, dürüst ve demokrat bir “siyasi partiler yasası yapacağız” deselerdi, şüphesiz daha gerçekçi olurdu!..
Akamete uğrayan kadük açılımlar yerine de; Bir tek: “gerçek demokrasi, adalet ahlâkı ve hukuk” açılımı; Yeter, artardı bile!…
Meseleyi iki açıdan ele almak gerek.
1. Partilerin hiçbiri, bundan önceki seçimlerde yaptıkları vaatleri yerine getirmemiş ve tam bir pişkinlikle üstüne yatmış, unutmuşlar. Örnek: Yolsuzlukların kökünden kazınması, devlet, siyasi partiler, bürokrasi, kurumlar, darbeler ve vatandaş arasında acil bir “hesaplaşma ve yüzleşme”, milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılması, başta emekliler olmak üzere maaşlarda norm, standart ve adalet ilkelerinin uygulanması, ülkede insan hakları, adalet ve hukukun ayrımsız olarak uygulamaya geçirilmesi… Kalkınma, gelişme, muasır medeniyet seviyesine ulaşma… Yurtta barışı sağlama ve cihanda barış’ın teminatı olma… İçerde emniyet, huzur ve istikrar, dışarıda izzet ve itibar.. Vergide adalet, çok kazanandan çok, az kazanandan az vergi vs… Sonuçta ne oldu: Tamamı yalan çıktı.
2. Ulu orta ileri sürülen savlar, tarihi yalanlar, milli hafıza silme operasyonları; AB’ye tam üye olunacak; Dersim’in hesabı sorulacak; Kürt-G. Doğu sorunu kökünden halledilecek; Dinler arası diyalog; Küresel dünya da etkin ve güçlü bir partner olunacak!.. Bunları tek tek ele alıp inceleyecek ve irdeleyeceğiz.
Peki, TC bu yılki “Huzur Sıralaması”nın neresinde?
Dünyanın en huzurlu ülkeleri listesinde İzlanda, Yeni Zelanda ve Japonya ilk sırlarda yer alırken, Sudan, Irak ve Somali son sıralarda bulunuyor. Merkezi Avustralya'nın Sydney kentinde bulunan Ekonomi ve Barış Enstitüsünün (IEP) son yıllarda hazırladığı "Küresel Barış Endeksi"nin 2011 yılı sonuçlarına göre Türkiye, 153 ülke arasında 127. sırada.
VESAYETİN 51. YILI VE 12 HAZİRAN
Mustafa Nevruz SINACI
Her kim ki, şu rezil ortamda “demokrasi havarisi” rolü oynuyorsa, ondan daha yalancı, üçkâğıtçı, sersem, sahtekâr yok demektir. Yaklaşık 50 yıldır ABD ve Avrupa sömürgecileri de aynısını yapıyor. Tuzağa düşenleri sürükledikleri girdap ıstırap, kan-elem işkence ve gözyaşı. Sonra siz ‘pişmanlıkla, yandım Allah’ deyip hatayı tamir ve imara çalışırken, onlar malı götürüyor; İşbirlikçi, bedhah, yandaş ve yoldaşlarla soyup, soğana çeviriyorlar ülkenizi..
İşte 51 yıldır bizim de kaderimiz bu. Maruz kaldığımız tehdit ve tehlike; 1958 yılında Merhum Menderes tarafından akamete uğratılan BOB, BİB projeleri. Bunun bedelini 50 yıl önce başlarıyla ödediler. Allah (CC) O’nlara rahmet ve mağfiret eylesin. Ve millet bilsin ki, merhum Menderes bu ülkenin son Baş Vekil’i, Polatkan ve Zorlu’da son bakanları idi. Sonra gelenler hep; Sulta, cunta, dikta ve vesayetin kulu, kölesi oldular…
İşte hakikat, itiraf, nedamet, tarihi gerçek ve mâkus talih..
“Türkiye’de demokrasiyi her türlü vesayetin sultasından kurtarmak zorundayız. Ve ne yazık ki bugün Türkiye’de demokrasi hem askerî hem de sivil vesayetin açık tehdidi altında olduğundan, yalnızca askerin kışlaya çekilmesiyle sorun çözülmüyor. Aynı zamanda, sivil vesayetin önüne set çekmek, çoğunluk diktasını rejimin sınırları içine geriletmek de zorunlu. 27 Mayıs olayını doğru okursak, bu gerçeği bütünüyle görebiliriz. Askerî vesayeti kınarken, sivil vesayeti görmemek, tıpkı ‘Askerî vesayet iyidir’ demek kadar yanlış ve kötüdür. Her ikisinin de demokrasiyle uzaktan yakından ilişkisi yoktur. ‘Yaşasın askerî vesayet!’ diyen diktacıdır. ‘Kahrolsun askerî vesayet!’ derken, sivil vesayetin sultasını görmezden gelen ise hem diktacıdır hem sahtekâr. Ne yazık ki, demokrasi (objektif hukuk, adalet ve) sivil vesayeti ayıramayan kafa karışıklığı yarım yüzyıl önce de vardı, şimdi de var. Bu nedenle 27 Mayıs’ı doğru okursak bu kafa karışıklığından kurtuluruz…” (….’dan alıntı)
Hal böyle olunca; 12 Haziran konusunda kuşkular, tehdit algıları ve tereddütler:
“Türkiye 12 Haziran seçimlerine doğru giderken, Ortadoğu'da gelişen olaylar bütün çıplaklığıyla ortaya bir gerçeği çıkarmıştır: Küresel gücün hakimiyeti, Müslüman halkları ve mazlum dünyayı dizayn etmek istemektedir. Bu dizayn hem de söylemcilerin dillerinden düşürmedikleri "demokrasi-insan hakları-adalet–hukuk ve özgürlük" sözleriyle yapılmaktadır. Türkiye bu süreçte kullanılan bir aktördür. Amaç, enerji ve ekonomi savaşlarında Türkiye'nin imkân ve kabiliyetlerini ve kapasitesine kullanmak arzusudur!
Türk milleti de 12 Haziran'da sanki seçim varmış gibi oy kullanacak ama verdiği oylarla içteki ve dıştaki küresel güç hâkimiyetinin Türkiye'deki dizaynına bilmeden destek olacaktır! Dolayısıyla Türk milleti artık gerçekleri görmek zorundadır! 12 Haziran'da iktidar ve muhalefeti belirleyen halkın oyları değil, Batı'dır! 12 Haziran'da sandığa atılacak her oy, enerji ve ekonomi savaşlarına, şirket savaşlarına atılacaktır! Görmüyor musun milletim?
ABD’nin Ankara Büyükelçisi Ricciardone adeta "genel vali" havasında, Başbakan'ın programını yarıda kestirmiş, elinde ne olduğu meçhul bir dosyayla, sanki Türk milletiyle alay eder gibi, sanki PKK terör örgütüyle ilgisi varmış gibi de bir enformasyon havası yaratmıştır! Aynı zamanda organize suç ve terör örgütü olduğu bilinen PKK'yla mücadele etmeyen siyasi iktidar ve parlamento, Batı tarafından desteklenen bu örgütle ilgili de hiçbir çalışma içinde değildir. Aslında bu görüntü bile Türk siyasetinin tutsak alındığının kanıtıdır, fotoğrafıdır!
Türkiye Ortadoğu'daki bataklığa adım adım sürüklenmektedir! Dışişleri Bakanı'yla muhatap olması gereken bir büyükelçi apar topar Başbakan'la görüşmüştür. Burada hangi talepler iktidardan istenmiştir? İktidar, kendisini 2002'de iktidara getiren ve iktidarda tutan kuvvete ne cevap vermiştir? Meydanlarda birbirlerine hakaret eden, kavga eden siyasi parti liderleri, ne üretiyor, ne ürettiyorlar! Birbirlerini de suçluyorlar ve "Senin partini bu dizayn etti", "Seni bu yönlendiriyor" diyorlar. Buradan halkıma soruyorum: Türkiye'de kurulmuş birçok partinin de söylem ve davranışları bakımından, siyaseten dizayn edilmiş olabileceğini hiç düşündün mü?” (Sadettin Tantan, Yurt Partisi Genel Başkanı, 27 Mayıs 2011-Cuma)
EN ÇILGIN (!) PROJE’LERDEN BİRİ
Mustafa Nevruz SINACI
Tarih 19 Temmuz 2006, Anadolu Ajansı haberi:
60 bin Türkçe öğretmenine ABD yolu gözüküyor; “Dünya'da Amerikan karşıtlığını artması sebebiyle 2007 -2008 eğitim öğretim yılında, Amerika'daki okulların yüzde 60'ında Türkçe, Rusça ve Çince, seçmeli yabancı dil dersi olarak konulacak. ABD Başkanı George W. Bush'un 'küresel birliktelik' çalışması olarak nitelenen yeni dil seçenekleri yasası, yılsonuna doğru ABD Temsilciler Meclisi'nde kabul edilecek. Üç yeni dil seçeneği için bütçeden 100 milyon dolar ek ödenek istenecek. Türkçe eğitim için 60 bin Türk öğretmen ABD'de iş fırsatı yakalayacak. ABD'de şu anda 100 bin civarında yabancı öğretmenin çalıştığını düşünürsek, 60 bin rakamı oldukça yüksek. Türkçe öğretmenleri bunu bir fırsat olarak değerlendirirken, ABD'nin adımına temkinli yaklaşanlar da var. Yasa resmileştikten sonra Türkçe öğretmen alımına başlanacak. Edinilen bilgilere göre; Liselerde görevli öğretmenler yıllık 38 ila 44 bin dolar, üniversitelerde çalışacaklar ise 40 bin ilâ 54 bin dolar kazanacak. Öğretmen seçerken aranan özelliklerden bazıları şöyle: Çok iyi derecede İngilizce ve Türkçe bilmek; 25 ila 30 yaş arasında olmak; Öncelikle Yurt dışında eğitim görmüş olmak ve Türkiye'den iyi bir referans gösterebilmek...”
(Bakınız lütfen: http://www.tgrthaber.com.tr/news_view.aspx?guid=49f78e0b-a115-4a69-8ac5-7f6350194a1b http://www.egitimgazetesi.com/read_news.php?nID=76895)
Tarih 21 Mayıs 2011. Süreci özenle takip eden, bir Vakıf Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanı dostum, beni bir “bilgi not” ile yeni gelişmelerden haberdar ediyor:
“Sayın Mustafa Nevruz SINACI; .....bu yeni bir gelişme, çok enteresan. Bana ABD barış gönüllüleri projesini hatırlattı. Onlardan sonra biliyorsun ülkemin gençliği sağ sol diye ayrıldı. Kıran kırana.. Halâ birbirimizi kırar dururuz... 2006’da üniversite için arşivlediğim ABD’nin alacağı 60 bin Türk öğretmen haberini de gönderiyorum. İki haberi de karşına koy bak.. Guantanamo da ki eğitilen Kürtlerle birlikte düşün ve fotoğrafı gör. DES başkanı ile bu konuyu paylaş. MI6’nın muteberi 2 bin hocaya kadro bulamazken bunların kadrosu nereden maaşı nereden?.. Büyük bir ihanet tezgâhı daha başlıyor galiba!..”
21 Mayıs 2011 Yalcın Koçak, 18. Dönem Sakarya Milletvekili
http://www.ogretmenatama.com/meb-personel/40-bin-misafir-ogretmen-geliyor.htm
İŞTE, GERÇEK BİR "HAİN VE ÇILGIN" PROJE...
27 Mayıs 1960 kalkışmasını icra ve ifa eden "ihanet şebekesi" de aynı yolu kullanarak, ülkemize 13.000 dolayında CIA casusu getirtip; Bütün il, ilçe, kasaba ve 40 bin bakir köyü dolandırarak, kılcal damarlarımıza kadar "milli profilimizin mastır plânını” çıkarttırmışlardı.
Sonra malum ve menfur, dâhili ve harici bedhahlar tarafından "ihanetle mayalanmış mezar toprağı” serpildi; Kara büyü, menfur kâbus çöktü, çöreklendi insanların üstüne ve Türk milleti alçakça, kalleşçe çökertildi. Şimdilerde bu ihanet ve peşkeşin cezası çekilmekte...
EĞER!...
Evet; eğer ME Bakanı, onun akıl hocası, danışmanları ve şahsen sorumlu olduğu siyasi makamlar zerre kadar Türk ve İslâm; “Beyin iğfaline maruz kalmamış, akil, namuslu-dürüst, onurlu, soylu ve sorumlu" unsurdansa;, Türkiye de, “inadına yabancı dil ile eğitim ve öğretim zulmüne" son verilir; Buna mukabil, yabancı dil öğretiminde ‘Osmanlı modeli’ benimsenerek; Sadece "gerekli" kişilere "lüzumlu diller" öğretilir. Diğerleri için "yabancı dil" ihtiyari olur ve devletçe teşvik edilir; Politika: Türkçenin dünya dili olması yönünde şekillenir, yoğunlaşır ve olgunlaşır. Atatürk’ün, “Güneş Dil” teorisi tam ciddiyetle ele alınarak; ABD’ye 60 bin Türk Öğretmen konusu dayatılır. AB’ye de.. Aksi takdirde, AB kölesi veya Amerikan uşağı olma, kalma yolunda yürümek zorunda kalınacaktır. Başta hükümet, ME Bakanlığı, onurlu, sorumlu ve soylu vatandaşlar bu konuya sahip çıkmalıdır.
İyi insan, iyi vatandaş, erdemli ve sorumlu yöneticilere saygı bakidir.
Potansiyel hainler, dâhili ve harici bedhahlar ve işbirlikçiler kahrolsun.
MİLLİ EĞİTİM’İ HADIM ETME ÇABALARI
Mustafa Nevruz SINACI
Milli Eğitim’imiz, 27 Aralık 1947’de imzalanan ve adı tarihe, "Fulbright Antlaşması" olarak geçen; "Türkiye ve ABD Hükümetleri arasında eğitim komisyonu kurulması hakkında Antlaşma” sonucu müfredat bütünüyle Amerikalı uzmanlar ve CIA tarafından, ABD çıkarları doğrultusunda biçimlendiriliyordu. Senatör Haydar Tunçkanat'ın "İkili antlaşmaların iç yüzü" ve "Amerikan Emperyalizmi ve CIA" adlı kitabında açıkladığı üzere, 27 Aralık 1947'de imza edilen Eğitim Komisyonu'yla ilgili anlaşmanın 5.maddesi şöyleydi:
“Komisyon; dördü TC vatandaşı ve dördü ABD vatandaşı olmak üzere sekiz üyeden kurulu olacaktır. Bunlara ek olarak Türkiye'deki ABD diplomatik heyetin başı (Büyükelçi) komisyonun fahri başkanı olacaktır. Komisyonda oyların eşit olması durumunda kesin oyu misyon şefi (büyükelçi) verecektir.” Komisyonun ABD vatandaşı olan 4 üyesinden ikisinin elçilikteki CIA mensupları arasından seçileceğinden kuşku duymamak gerek. Böylece CIA, MEB'na rahatça sızma imkânı bulacak, komisyon üyesi sıfatıyla öğrenci ve eğitim üyeleri arasında ajanlar devşirmekte hiçbir güçlükle karşılaşmayacak; Ayrıca, ders kitaplarına ABD propagandasının etkinliğini artırmak için malzeme hazırlayacaklardır.
O günden 2007 ye 58 yıldır, "Milli Eğitimimizi” ve daha pek çok icracı bakanlığımızı Amerikalı uzmanlar yönlendiriyor. Bu durun, 2007'de de böyledir ve “Fulbright Commision” adı altında Türk “Milli” Eğitimini biçimlendiren kurulun başında 2007'de Amerikan Büyük elçisi oturmaktadır.(bu gün de o kadar taviz verdiğimize göre bu şartlar muhtemelen aynı şekilde, belki daha da ağır şekilde devam etmektedir. Bundan daha ağır ne olacaksa?)
İsmet İnönü, Türkiye’nin “Amerikan Yarı-Sömürgesi” olduğunu açıklıyor:
Yalnızca MEB’nın değil, daha pek çok bakanlığın1949'dan beri Amerikalı uzmanlarca güdümlendiğine ilişkin acı gerçek, Türkiye'yi Amerikan yarı- sömürgesi durumuna düşürerek Türk ulusunun anlına bu lekeyi süren İsmet İnönü tarafından, yıllar sonra,1963'de "timsah gözyaşlarıyla" şöyle itiraf etmişti: "Hükümetin daha bağımsız ve kişilik sahibi bir dış politika izlemesi isteniyor. Herkes aynı şeyden söz ediyor. Nasıl yapacağım? Karar vereceğim ve işi ilgili teknisyenlere havale edeceğim. Onlar çalışma yapacaklar ve öneriler hazırlayacaklar. Yapabilirler mi bunu? Yapamazlar. Çünkü hepsinin çevresinde uzman denen yabancılar dolu. İğfal etmeye çalışıyorlar. Başaramazlarsa işi sürüncemede bırakmaya çalışırlar. O da olmazsa karşı tedbir alırlar. Bir görev veriyorum, sonuç bana gelmeden, Washington'un haberi oluyor. Sonucu memurlardan önce sefirden öğreniyorum. Bağımsızlık savaşından sonra Lozan'da asıl mücadele de bu uzmanlar konusunda oldu. Yoksa sınırlar zaten fiili durumdu. Tazminat işini 2 devlet aramızda çözerdik. Bütün mesele ve mücadele idaremize yapılmak istenen müdahale yüzünden çıktı. Bir tek uzman vermek için büyük ödünler vermeye hazırdılar. Dayattık. Biz onların neden ısrar ettiklerini biliyorduk. Onlar da, bizim neden inatla red ettiğimizi çok iyi biliyorlardı. Böyledir bu işler, peygamber edasıyla size dünyaları vaad ederler. İmzayı attınız mı ertesi günü gelirler. Uzman personeli gelmiştir, teçhizatı gelmiştir, üsleri gelmiştir. Ondan sonra sökebilirsen sök artık. Gitmezler. Ancak, bu sorunun üzerine vakit geçirmeden mutlaka gitmek gerek. Yoksa ne bağımsız dış politika ne bağımsız iç politika güdemez, havanda su döversiniz. Sanmayın ki bu kolay bir iştir. Denediğinizde başınıza neler geleceği bilinmez..."
Türkiye'nin Şubat 1948'de 705 bin dolar olan döviz varlığını; Mayıs 1950'de eksi 12 milyon dolara; 1946'da 214 ton olan altın varlığını 1949 sonunda 123 tona indiren;, Devlet kasasında yeterince altın ve döviz bulunmasına karşın, borç alarak ülkeyi Amerika güdümüne sokan İsmet İnönü'nün bu yüz kızartıcı açıklamaları karşısında: "Madem bunları biliyordunuz, öyleyse niçin ABD ile antlaşmalar yaparken Türkiye'ye Amerikalı uzmanlar dolmasına neden olacak maddelere imza addınız?" demek gerekiyor. İ. İnönü'nün bu sözleri, kendisinin ülkeyi içine düşürdüğü durumu tüm çıplaklığıyla gözler önüne serdiği gibi, onu, sözde bir kahraman, Cumhurbaşkanı, Başbakan olarak ne denli çaresiz olduğunu da ortaya koymaktaydı.
(*) ABD Türk eğitim sistemini nasıl ele geçirdi-3, Ahmet Efeoğlu.
Türkiye'nin Siyasal İntiharı - Yeni Osmanlı Tuzağı, Cengiz Önakıncı
HANİ PEŞMERGELER GUAM'A GÖTÜRÜLMÜŞTÜ
Mustafa Nevruz SINACI
Bu seride yayınladığım makalelerle önce, Amerikalı Öğretmen; Amerika’ya öğretmen veya Amerika’dan Öğretmen konusunda yaşanan polemik konusunu açtım ve bütün ayrıntıları ile açıkladım. (Bak: En Çılgın Projelerden Biri) Sonra, “Milli Eğitim davası nasıl Amerikanın eline teslim edildi” hakkında tarihi bilgi ve belgeler üzerinde halkı aydınlattım. (Bak: Milli Eğitim’i Hadım Etme Çabaları) Bu makale de ise, fotoğrafta müttefikimiz olarak görünen ve eş başkanı TC vatandaşı ABD’nin, gözümüzün içine baka-baka ülkemizi bölme/parçalama çabaları konusunda bazı bilgiler vereceğim.
Bunun en başta gelen iki önemli nedeni var.
Birincisi: Bütün bu çalışmaların sebep ve hikmetini teşkil eden “Amerika’ya 60 Bin Öğretmen gönderecekken (2006 W. Bush dönemi); Obama’nın gelmesi ve Recep’in, alenen “BOB eş başkanıyım” demesi sonrası, Amerika’dan 40 Bin Öğretmen alımının gündeme gelmesi muamması ile ilgili. İkincisi: ABD yetkililerinin, geçen hafta (19 Mayıs) basına açıklamalar yaparak, “Kürt sorununu acil olarak çözmezseniz, Güneydoğu’da kalkışmalar olacak” diye Türkiye’yi açıkça tehdit etmiş olmasıdır. Hem de 51 yıl önce yediği haltın, alçaklık ve küstahlığın yıl dönümünde!.. (Cumhuriyet, Leyla Tavşanoğlu, 27 Mayıs 2011).
Artı: İmralı da (sözde) mahpus Bebek katili Ermeni Artin Agopyan’ın ABD’deki kumanda merkezlerinden aldığı işaretle, bir süreden beri “15 Haziran gününden sonra kıyamet kopacak” diye gazetelere iç savaş ilanları vermesidir. Ayrıca, seçim sathı mailinde açığa çıkan ve gelişen olaylara, lokal isyan, mevzi kalkışma ve taarruzlara baktığımızda; Türkiye’nin bu gün AKP, Recep ve gafil, dalaletle malul muhalefet sayesinde fiilen bölünmüş olduğunu görüyoruz. Öyle ki, Diyarbakır’ın merkezine asi ve hain Şeyh Sait heykeli dikilmiş; Güney Doğu da ABD ve İsrail’e bağlı hükümetçikler kurulmuştur.
K.IRAK’TA PİŞTİ, ANADOLU’YA DÜŞTÜ
Evet, ateş Irak’ın kuzeyinde ki ABD, İsrail nüfuz/işgal bölgesinde pişti.
Şöyle ki: ABD, Körfez Savaşı'ndan sonra Irak'tan kaçırdığı ve Büyük Okyanus'taki Guam Adası'nda özel olarak eğittiği 2 bin 500 peşmergeyi geçen yıl Kuzey Irak'a gönderdi. Bunların bir bölümü terör ve tedhiş örgütüne monte edildi. Askeri kaynaklarca da doğrulanan bilgiye göre ABD, uzun süre Guam Adası'nda tuttuğu peşmergelere yönelik nihai eğitimi Küba'daki Guantanamo Üssü'nde verdi. 'Guamergeler' olarak adlandırılan 2.500 peşmerge, İncirlik üzerinden Kuzey Irak'a geçirildi. ABD Özel Harekât birimleri tarafından eğitilen peşmergeler Musul ve Kerkük'ün güvenliğinde birinci derecede rol oynayacak biçimde en kritik ve stratejik noktalarda konuşlandırıldı.
ABD tarafından Guam'a götürülmeden önce özel olarak seçilen 5 bin peşmergenin 2 bin 500’ü askeri eğitim alırken, diğer 2 bin 500 kişi de ileride kurulacak sözde Kürt devletinin kurumlarında görev almak üzere “"Amerikan ve İngiliz ‘Casus yetiştirme merkezi"nde eğitim verilmek için Londra’ya götürüldü. ABD'nin Türkiye'yle sürdürülen mutabakat zaptı; Yeşil hat ve kırmızıçizgi görüşmelerinde Musul-Kerkük'e Kürtler'in girmeyeceğine ilişkin kesin taahhüdüne rağmen, bu şekilde bir tavır sergilemesi rahatsızlığa neden oldu. Dönem itibarıyla Türkiye'nin bu konudaki görüşü ABD makamlarına iletilmiş olmasına rağmen etkili olmadı.
SÜREÇTE SONA DOĞRU!..
Sürece dikkat edin lütfen!.. Önce Lozan’a karıştırılan fitne, fesat ve tefrika... Sonra Atatürk’ün sinsice öldürülmesi (AGONİ, Ogün Deli); 11 Kasım 1938 karşı devrim ve 1944’e kadar estirilen Türk, Müslüman düşmanlığı. 1947 Fulbright!.. Marshal yardımları ve ABD ile İnönü arasında vaki Türkiye aleyhine antlaşmalar. Derken, “büyük bir ihmalin sonucu vuku bulan kaza” diye niteledikleri 14 Mayıs. Akabinde (10 yıl sonra) 27 Mayısta büyük intikam, Atatürk’ün askerleri, anayasası ve siyasetçilerine Amerika destekli tasfiye... 13 Bin küsur CIA Casusunun “Barış Gönüllüsü” adı altında Anadolu’ya nifak tohumları ekme operasyonu..
Şimdi “Büyük Bekraund” (altın vuruş) zamanı. 12 Haziran da. Haydi bakalım!..
FESAT, TAHRİF VE TEFRİKA; DERSİM
Mustafa Nevruz SINACI
Tekrar parlâmenter olmak uğruna varını yoğunu ortaya koyanların bir kısmı müseccel; bir kısmı da potansiyel hırsız; Tam bir gözü dönmüşlükle ağzına geleni, tahrik ve küfürle ifade edenler ise “gaflet, dalâlet ve hıyanetle malul” mütegallibe kuludur. Bunların ağzından çıkanı, kulakları duymuyor. Âlemi kör, allâmı sersem sanıyor; Vur abalıya vur hesabı, tam bir fesatlıkla işkembe-i kübradan atıyorlar. Menfurlar şeyh said’in heykelini diker, diğeri İskilipli Atıf hoca kâfirini göklere çıkartır; Başka bir gafilse “Dersim’in itibarı iade edilecek, intikamı alınacak” demekte. Öncekilerin yalanı çok ayan, sağır sultan hakikati biliyor. Amma Dersim konusunda dezinformasyon, mide bulandırıp, kafaları karıştırmak, tıpkı Madımak’ı sağcılar-milliyetçiler yaptı demek gibi, büyük bir yalan ve iftira. Nitekim, yıllar süren feryadımıza rağmen, şimdi ancak Madımak ve Başbağlar’ın failleri, katilleri, iğrenç ve alçak provokasyon karası yenice aydınlanma yoluna giriyor!.. Oysa, işte hak, işte hakikat, buyurun okuyun:
Dersim'de ne oldu Atatürk ne yaptı?
Dersim isyanıyla ilgili en büyük yalan, isyanın büyük bir katliamla bastırıldığıdır. Doğru, isyan çok sert bir şekilde, isyancılarla çarpışa çarpışa bastırıldı, ancak iddia edildiği gibi bir katliam yoktur. Kriptoların iddialarına göre toplam 90.000 insan öldürülmüş, 100.000 kişi sürülmüş. Yalan. Çünkü 1935 nüfus sayımına göre Tunceli'nin toplam nüfusu 101 bindir! Zorunlu göçe tabi tutulan insan sayısı yaklaşık 5 bin; Zaten 1940 nüfus sayımında Tunceli'nin nüfusu 95 bin. Resmi rakamlara göre, ilk Dersim harekâtında öldürülen isyancı sayıcı sadece 265'tir, şehit asker sayısı ise 29. Toplam idam edilen ise 7'dir! Bunlar da elebaşları olan aşiret reisleridir. İşte Atatürk iktidarının verdiği rakamlar. İsteyen Atatürk'e inansın, isteyen yalancı ve müfteri kriptolara!.. Seçim serbest! Peki Dersim niye isyan etti? Naşit Uluğ'un 1938'de basılmış “Tunceli Medeniyete Açılıyor” isimli kitabını açın okuyun ve Atatürk'ün bu isyanı bastırmaya neden bu kadar önem verdiğini öğrenin. Kitapta, şu değerlendirmeler yapılıyor.
“Doğu illerimizdeki kötülüklerin başında memleketin emniyet ve asayişini tehdit eden hıyanet ve şekavet ocakları vardı. Halkı esir gibi kullanan derebeylik ve toprak ağalığının yanında, bunların daha korkuncu olarak aşiret sistemi geliyordu. Bu sistem, Kemalist rejim muvacehesinde fiili bir isyan ve itaatsizlikten farklı görünmüyordu.”
DİKKAT!.. Doğudaki ilkel ve insanlık dışı aşiret yapısı, Atatürk'ün en çok mücadele ettiği düşmanlardan biriydi. Yüzlerce yıldır bölgede feodal bir baskı düzeni kurmuş olan Rum ve Ermeni asıllı sözde Kürt aşiretleri, en başından itibaren Atatürk'ün bu medeniyet projesine (Türk İnkılâbı’na) karşı çıkarak; Kendi gerici toplumsal yapılarını devam ettirmeye çalıştılar. Kurtuluş Savaşı'yla kovulmuş emperyalistler, aşiretlerin bu gerici isyanlarını her seferinde destekleyip yardım ve yataklık yaptılar. 1937 ve 1938'deki Dersim isyanları Atatürk dönemi Kürt isyanlarının en sonuncusudur. Tabii, Atatürk bu isyanları bugünkü AKP iktidarı gibi izlememiş, isyancılarla anlaşmamış, isyancıların ardındaki emperyalistlere teslim olmamış ve Türk milletini bölecek adımlara izin vermemiştir. Dersim isyanı “açılımlar” ve isyancıların bölücü emelleriyle uzlaşılarak değil, askeri bir harekâtla bastırıldı. Aynen Şeyh Sait ve Ağrı isyanı ve diğer Ermeni orijinli kalkışmalarda yapıldığı gibi...
Bugün feryat figan eden sözde Kürtçülerin derdi budur. Türk devletinin ASALA terör ve tedhiş eşkıyasına teslim olmasını ve “sözde bir Kürt devletine” göz yummasını isteyenler, Atatürk'ün Dersim isyanını bastırmak için yaptıklarına tabii ki karşı çıkacaktır. Zira menfur amaçları Atatürk'e saldırmaktır. Dersim isyanıyla ilgili yürütülen propagandanın kökeninde derin bir Atatürk, Türk ve TC düşmanlığı yatmaktadır. Atatürk'e açıktan saldırmaya cesaret edemeyen kriptolar, “Dersim'de katliam yaşandı” yalan ve iftiralarıyla bunu dolaylı yollardan gerçekleştirmeye çalışıyor. Gerçekte iddiaların aksine Dersim isyanı bastırılırken bir ‘katliam’ kesinlikle yaşanmamış; Aşiretleri tasfiye eden, Doğuyu sömüren derebeylik rejimini ortadan kaldıran Atatürk ve Türk İnkılâbına karşı direnen gericilerle mücadele edilmiştir, o kadar.
Kaynak: Naşit Uluğ, Ankara -1938 “Tunceli Medeniyete Açılıyor” // Mayıs-2011
DERSİM İSYANI VE GERÇEKLER (1)
Mustafa Nevruz SINACI
Evet, Dersim isyanı askeri bir harekâtla bastırılmıştır, ancak bu harekâtta iddia edildiği gibi büyük katliamlar falan yaşanmamıştır. Kriptoların “90 bin kişi öldürüldü, 100 bin kişi zorla göç ettirildi” iddiaları bir hayalden başka bir şey değildir. Yalnızca nüfus rakamlarına bakmak bile bu yalanı ortaya koymak için yeterlidir.
İsyan öncesi Tunceli nüfusu 1935 rakamlarına göre 100 bindir. İsyan sonrasındaki 1940 sayımındaysa 95 bindir. Aradaki 5 bin fark da isyan sonrası zorunlu göçe tabi tutulan aşiretlerin nüfusudur. Hangi aşiretten kaç kişinin zorunlu iskana tabi tutulduğu belgelerde de sabittir ve bunun toplamı da 3470'tir! Üstelik, 1940 yılı sayımındaki 95 bin nüfus o dönem için çok büyük bir rakamdır. Tunceli'de bugün bile, 2008 rakamlarına göre, 87 bin kişinin yaşadığını düşünürsek, iddia edildiği gibi bir katliamın yaşanmadığı kolaylıkla ortaya çıkar.
Atatürk isyana hazırlıklıydı.
Müfteriler Dersim'de sistemli bir katliam yaşandığını iddia ediyor. Halbuki durum böyle değil. Dersim isyanı için Kürt aşiretleri yıllarca hazırlık yapmış, Atatürk liderliğindeki Türk devleti de isyan başlayana kadar askeri hiçbir harekâta girişmemiştir. Kemalist iktidarın 30'lu yıllarda Tunceli'de yaptıklarını incelersek gerçeği görebiliriz. 1930'daki Ağrı isyanının bastırılmasının ardından Doğu Anadolu'daki gücüne büyük darbe vurulan hainlerin Dersim dışında tutunabilecek bir yeri kalmamıştı. Dersim'deki Kürt aşiretlerinin bir ayaklanmaya hazırlandığı daha 30'ların başlarında tespit edilmiş; Pek çok resmi raporun yanı sıra Başbakan İnönü ve Ekonomi Bakanı Bayar'ın Şark Raporları da, bu konuda uyarılarla dolu. Atatürk de isyanı elleri kolları bağlı beklemez. 1935'te “Tunceli Vilayetinin Kurulmasına İlişkin Kanun” kabul edilir. O zamana kadar Dersim olarak bilinen yöreye Tunceli ismi verilir.
Ancak Atatürk Tunceli'de yalnızca askeri önlemler almaz, Tunceli'ye “medeniyet” götürülür. Yüzlerce yıldır şehir merkezlerinden kopuk yaşamış Tunceli köyleri yapılan yol ve köprülerle “medeniyet”le tanışır. Hastane yapılır, doktor götürülür. Okul yapılır, öğretmen götürülür. Mahkeme yapılır, adalet götürülür... Zalim aşiret reislerinin silahlarına el konulur... Tabii tüm bu “medenileşme” hareketi gerici aşiretlerinin direnişiyle karşılaşır. Ve... 1937 yılının 21 Martında, yani, bugün asala’dan dönme eşkıyanın ayaklanma günü olarak kutladığı Nevruz da, Seyit Rıza liderliğinde Abasan Aşireti, Harçik Köprüsü'nü yakarak isyanı başlatır.
Aynı gece bir karakolumuzu basarak 33 askerimizi şehit edilir. 1920 Koçgiri isyanını liderlerinden ve Ağrı isyanına da katılmış Alişer ile Nuri Dersimi de isyancılar arasındadır.
Ertesi gün Pah Hükümet Konağı, ilçede yeni kurulmuş ilkokul ve hastane de ateşe verilir. İsyanın hedefi açıktır: Atatürk Cumhuriyeti'nin götürdüğü “medeniyet”in bütün simgeleri...
Tabii Atatürk, isyanın hemen bastırılmasını emreder. Ve dönemin Tunceli Valisi Korg. Abdullah Alpdoğan'ın komutasındaki 20 bin kişilik bir kuvvetle isyan bastırılır. Elebaşları idam edilir. “Dersim Harekâtı” olarak bilinen bu isyan bastırma operasyonu, bölgedeki aşiretlerin gücü tamamen kırılana kadar sürer. Aşiretlerin önde gelenleri, Tunceli dışına sürülür ve bölgede Cumhuriyet rejimi tam anlamıyla temin ve tesis edilir.
Müfterileri, dönme- devşirme ve kriptoların yalanları ve gerçeğin belgeler!
Varan 1: İsyanın lideri Seyit Rıza bir tarikat şeyhi ve aşiret reisiydi. Kendini solcu, ilerici ve sosyalist olarak tanıtan bir insanın Dersim isyanını savunması kadar komik bir şey olamaz. Çünkü Dersim isyanı kesinlikle bir halk hareketi ya da ilerici bir ayaklanma değildir.
İsyanın lideri Seyit Rıza, Dersimli bir aşiret reisidir. Ve Atatürk, Dersim’deki aşiret yapısını ortadan kaldırmak istediği için ayaklanmıştır. Seyit de zaten bir isim değil, sözde Peygamber soyundan gelen Şeyh anlamında yerel bir dini unvan, Müslümanlara iftira ve iğrenç yalandır.
Anlayacağınız, Dersim isyanı, aslı Ermeni olan bir derebeyinin, sözde bir dini liderin, bir şeytan tarikatı şeyhinin, zalim ve ceberut bir aşiret reisinin Atatürk Cumhuriyeti’ne ve Türk İnkılâbına karşı, düşman devletlerin yardım ve yataklığı ile “alçakça ayaklanmasından” başka bir şey değildir. Bu anlamda Menemen ayaklanmasından hiçbir farkı yoktur.
DERSİM İSYANI VE GERÇEKLER (2)
Mustafa Nevruz SINACI
Varan 2: İsyancılar Fransız işbirlikçisiydi. Bütün diğer sözde Kürt isyanları gibi Dersimde emperyalistlerin kışkırtma ve desteğiyle başladı. Nasıl ki, Şeyh Sait isyanı Musul-Kerkük meselesinin görüşüldüğü kritik dönemde İngilizler için bir koz olduysa, Dersimde, Hatay’la ilgili çok nazik bir dö­nemde Fransızlar tarafından kullanılmış; isyancıların üzerinden de Fransız ordusuna ait silahlar çıkmıştır. Elebaşlarından Nuri Dersimi de, isyan bastırılınca Fransız mandası Suriye’ye kaçmış ve Fransız Hükümeti’nin koruması altında yaşamıştır. Bugün, Dersim’de katliam yaşandı yalanlarının; AB para ve himayesi ile yapılan hain şebeke sempozyumlarında dile getirilmesi “bu nedenle” bir tesadüf değildir.
Varan 3: Seyit Rıza İngiltere’den destek istedi?.. İsyanının lideri Seyit Rıza’nın isyan sırasında, İngiliz Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği 30 Temmuz 1937 tarihli şu mektup sözde Kürt isyanlarının işbirlikçi karakterinin en açık delillerinden birisidir:
“Büyük Britanya Dışişleri Bakanlığına,
Yıllardır, Türk Hükümeti asimilâsyon faali yapıyor ve bu amaçla halkı eziyor, Kürtçe yayın ve gazeteleri yasaklıyor, anadilini konuşan insanlara işkence ediyor ve sistematik olarak Kürdistan’ın bereketli topraklarından söküp Anadolu’nun çorak bölgelerine göçe zorluyor ve birçoğu oralarda telef oluyor. Türk Hükümeti son olarak yapılan anlaşma gereği işkencelerin dışında tutulan Dersim’e de girmeye çalıştı. Olay karşısında Kürtler, uzak sürgün yollarında yok olmaktansa, 1930’da Ağrı Dağı, Zilan vadisi ve Beyazıt’ta yaptıkları gibi, kendilerini savunmak üzere silaha sarıldılar. Üç aydan beri ülkemi, acımasız bir savaş kırıp geçiriyor. Savaş araçları bakımından eşitsizliğe rağmen ve bombardıman uçaklarının yangın ve zehirli gaz bombaları atmalarına rağmen, ben ve arkadaşlarım Türk ordusunu başarısızlığa uğrattık. Direncimiz karşısında köyler bombalanıyor, ateşe veriliyor, savunmasız kadın ve çocuklar öldürülüyor. Böylelikle Türk Hükümeti, başarısızlığının intikamını tüm Kürdistan’da işkence yaparak almak istiyor. Hapisler ağzına kadar Kürtlerle dolu. Aydınlar kurşuna diziliyor, asılıyor veya ücra köşelere sürülüyor. Ülkelerinde bulunan 3 milyon Kürt, barış içinde yaşamak, özgür, kendi ırkını, dilini, geleceğini, kültürünü ve uygarlığını korumak istiyor; benim sesimle ekselanslarınızdan maruz bulunduğu zulüm ve adaletsizliğe son vermek için, Kürt halkını hükümetinizin yüksek ahlakî etkisinden yararlandırmanızı diliyor. Sayın Bakan, en derin saygılarımızı sunmaktan onur duyarım. Seyit Rıza Dersim Başkomutanı”
Varan 4: Türk komünistleri ve Komünist Enternasyonal de isyana karşı çıkmıştı:
Dönemin Türkiye Komünist Partisi de Komünist Enternasyonal de Dersim isyanının feodal ve gerici bir ayaklanma olduğunu tespit etmişti: “İki ayı aşkındır Ankara Hükümeti, Dersim bölgesindeki aşiretlerin yeni bir gerici ayaklanmasını bastırmakla uğraşıyor. Feodal unsurlar, Kemalist Parti tarafından gerçekleştirilen reformlara rağmen, bugüne kadar ülkenin bu sapa bölgesinde barınmayı başarmışlardır. Dersim, Türkiye'nin ulusal ekonomisi dışında kalmaktadır. Öyle ki başka bir vilayetten hiçbir tüccar, Dersim'de iş yapmayı göze alamazdı.
Devletin Dersim'de askerlik yükümlülüğünü gerçekleştirmesi, vergi toplaması, bugüne kadar mümkün olmamıştır. Dersim’in hâkim tabakaları, yürürlükteki yasalara rağmen, kendi yasa dışı ayrıcalıklarını koruyabilmişlerdir. (...) Amacı, göçebeliğe son verme ve aşiret reisleriyle (şeyhler, beyler, ağalar ve seyyitler) onların kiralık adamlarını B.Anadolu’nun modernleşmiş vilayetlerine sürme hedefini güden bir reform planını zorla uygulamaktı. Bugün, Kemalist hükümetin enerjik reformları yüzünden kendi iktidarlarını tehdit altında hisseden feodal unsurların ümitsiz direnişiyle karşı karşıya bulunuyoruz. İsyanın arifesinde Tapu Kadastro İdaresi, feodal aşiret reislerinin elinde bulunan halka ait malların incelenmesi ve saptanmasına ilişkin hükümet önlemlerini uygulamaya başlamıştı. Bu durumda feodalizm, kendi yasadışı egemenliğinin iktisadi temellerini yitirme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunu hissetti.
İşte, özellikle bu önlem, isyana yol açan neden olmuştur.”
DERSİM İSYANI VE GERÇEKLER (3)
Mustafa Nevruz SINACI
Komintern, 1925’teki Şeyh Sait isyanına da şu gerekçelerle karşı çıkmıştı: “Mustafa Kemal, genel olarak ulusal kurtuluş hareketini temsil etmekte ve Türkiye'nin demokratlaşması ve feodal kalıntılar ile sahte din adamlarının etkisinden kurtarmak için çalışmaktadır. Kemal’e karşı, ilk olarak emperyalizm, 2. olarak feodal ağalar, 3. olarak sahte din adamları ve 4. olarak liman şehirlerinin yabancı sermayeye bağlı ticaret burjuvazisi mücadele etmektedir.”
Varan 5: İsyan Atatürk’ün baskıları değil; Atatürk döneminde yapılan köprü ve yollar yüzünden çıktı. 21 Mart 1937'de isyancılar tarafından yıkılan Harçik Köprüsü Dersim isyanı iddia edildiği gibi Atatürk Cumhuriyeti’nin baskıları yüzünden başlamamıştır. Halka baskı yapmak bir yana, Atatürk, Dersim’deki aşiret yapısını ilga ile Tunceli halkını özgürleştirmek için büyük çaba göstermekteydi. Şehrin ismi bu yüzden Tunceli olarak değiştirilmişti. Bu nedenle bugün Tunceli ismine tahammül edemeyenlerin, Atatürk’ün Şapka Devrimine karşı çıkanlardan hiçbir farkı yoktur. Çünkü Dersim ismi isyanın değil, halk üzerindeki haksız zulüm ve feodal baskının simgesidir. Tunceli ise o derebeylik baskısını kaldırmak isteyen Atatürk devrimciliğini simgeler. Ancak çıkarları zedelenen aşiretler ve “seyit” denilen sahte din adamları Türk İnkılâbı ve Atatürk’ün idaresine, karşı çıktılar. Menemen’de yaşanan gerici isyanın bir benzeri böylece Dersim’de başladı. İsyancıların ilk hedefi devletin binbir zorluk ve masrafla yaptığı köprüler oldu. Munzur tarafı iki dağlık bölgeyi birbirine bağlayan Harçik Köprüsü uçuruldu. Yani, medeniyetin bir örneği sayılan köprüye bile tahammül edilmemişti!
SONUÇ VE ÖNERİLER:
Öncelikle altının çizilmesi gereken bir hakikat var ki, o da şudur.
1560 – l600 yıllarında Osmanlı Devleti’nin nüfus idaresini ele geçiren Ermeniler, kısa sürede Taşnak ve Hınçak zihniyetinin temellerini oluşturan bir ihanet şebekesi oluşturmuşlar ve Nüfus İdaresi’nin ellerinde olmasından yararlanma yollarını aramışlardır. Sonuçta karar kıldıkları yöntem çok vahşi ve alçakçadır.
Buna göre: Van ile Silifke arasındaki bütün yerleşim yerleri gizlice basılarak, yerleşik halk sessizce katledilip yerine; Din ve kimlik değiştirmiş gibi görünecek Ermeni nüfus ikame edilecek. Bu plân ve katliam, çok sessiz, gizli ve sinsi bir şekilde yıllarca sürdü. Değiştirilen ve dönüştürülen nüfus, özellikle Kürt ve Alevi olarak kendini açıkladı ve tanımladı. Yıllar sonra 1. Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı sistematik jenosidin farkına vardı ve açıkça bilinen ve belli olan “mukayyet” Ermeniler nezdinde, tehcir dâhil olmak üzere; Bazı haklı, mutlak doğru ve yerinde, lâkin çok gecikmiş bazı tedbirler aldı. Bu nedenle:
1. Ülkemizde, adı bilinen ve Türk Medeni Kanunu’na tabi, eşit haklara sahip, 1. sınıf vatandaş Ermeniler; Etnik kimliklerini kesinlikle gizlemek lüzumunu hissetmeden, son derece güvenli, sadık-samimi ve özgür vatandaşlarımız olarak baş tacıdırlar. Nadir istisnalar hariç; Hiç kimse bunlardan müşteki değildir. Bilakis gayrimüslim azınlık, herkesten hürmet gören, bulundukları yörenin mümtaz, müstesna ve muhabbet timsalidirler.
2. Fakat sorun, etnik kimliklerini sır gibi saklayıp; Türkçüden Türkçü, milliyetçiden milliyetçi, sufi, sıddık, seyit, şeyh ve dede rollerine bürünmüş mukallitler, sahtekârlar, mürai ve münafıklar olarak aramızda dolaşanlardır. Bunlardan mürekkep gizli cemiyetler olduğu gibi; Örtülü Taşnak, Hınçak, Megalo İdea, Arz-ı Mevhut yapılanmaları ve diyasporalar; esası “Milli Devlet” olan Türkiye Cumhuriyeti parçalamak, bölmek, AB’ye peşkeş çekmek, Türk insanını Amerika’ya kul, köle, uşak yapmak için olağanüstü bir çalışma ve çaba içindedirler.
3. Bu menfur odaklar aynı zamanda bilumum hırsızlık, yolsuzluk, yalan-talan, anarşi, terör ve tedhiş unsurlarının organize liderleridir. Devleti etkisizleştirmek için her kılığa girer ve hiçbir melâneti icradan geri durmazlar.
ÇARE: Devlet bunları bilmek; Bilinçle acil önlem ve ‘karşı tedbir’ almak zorundadır.
(*) Yararlanılan Kaynak: Onur Öymen ve Özgür Erdem makaleleri. Ankara-2011
Gönderen Mustafa Nevruz SINACI zaman: 01:40 0 yorum Bu kayda verilen bağlantılar
26 Mayıs 2011 Perşembe
Rauf DENKTAŞ'a geçmiş olsun dileklerimizle...
Günümüz dünyasının gerçek Türk Liderlerinden Sayın Rauf Denktaş’a geçmiş olsun diyor, mücadeleci ve kararlı kişiliği ile bu sıkıntının da üzerinden kolayca geleceğine inanarak acil şifalar diliyoruz.
Bu vesile ile de, İbrahim Tatlıses'e gösterilen medyatik merak ve ilgi çılgınlığının sıradan bir ölçüde bile olsa neden Sayın Rauf DENKTAŞ'a gösterilmediğini (tüm ilgilileri) kınayarak soruyoruz.
Türk olduğu için mi?
Ali Aslan Dumanol & Mustafa Nevruz SINACI
Gönderen Mustafa Nevruz SINACI