21 Eylül 2013 Cumartesi

III. ULUSLARARASI “TÜRK DÜNYASI BİLİM KÜLTÜR ŞÖLENİ”

III. ULUSLARARASI “TÜRK DÜNYASI BİLİM KÜLTÜR ŞÖLENİ”, 14 – 15 EYLÜL 2013, AFYONKARAHİSAR
A. DAVET
"Türk Dünyası Şöleni'ne herkesi bekliyoruz"
Türk Dünyası, geleneksel "Türk Dünyası Bilim Kültür Şöleni" etkinlikleriyle yine Afyon'da buluşuyor.
Hasan Korkmazcan (Türk Parlâmenterler Birliği Onursal Başkanı ve 14.15.19.20. Dönem Denizli Milletvekili), Prof. Dr. Mustafa Kafalı, Prof. Dr. Sevgi Kafalı, Pof. Dr. Hanım Halilova (Ebulfeyz Elçibey'in Danışmanı), Julıia David (Ressam-Macaristan), Issak Balazs (Sekel Konsey Başkanı), Csiki Sandor (Sekel Konsey Başkanı), Işık Ahmet (Dostluk, Eşitlik, Barış Partisi Onursal Bşk.), Özcan Pehlivanoğlu (Rumeli Balkan Türkleri Federasyonu Başkanı), İsmail Cengiz (Doğu Türkistan'ın Sürgündeki Başbakanı), Abdullah Buksur (Türk Dünyası İnsan Hakları Derneği kurucu Başkanı, İHAF genel sekreteri), Arif Bütüç (Kosova – Mamuşa Belediye Başkanı), Mahmut Kasapoğlu (Irak Türkmenleri Kültür ve Yardımlaşma Der. Ankara Şube Başkanı), Güllü Karanfil (Gagavuz Türkü), Abdülhaluk Çay (Dış Türklerden Sorumlu Eski Devlet Bakanı), Prof. Dr. İlber Ortaylı (Topkapı Sarayı Genel Müdürü ), Sadi Somuncuoğlu (Eski Devlet Bakanı), Aykut Edibali (Şeyh Edabali'nin torunu – Millet Partisi Genel Başkanı), Prof. Dr. Batur Norboy (Kazakistan Özbek Üniversitesi Pedagoji Bölümü eski Dekanı ) ve Dr. Hüseyin GÜLER (Eski Mersin Milletvekili) katılacaktır. 
Panelde bilim ve sanat insanları Türk Dünyası'nın dünü ve bugünü konusundaki görüş ve düşüncelerini anlatan konuşmalar yapacaklar. Bu önemli bilim ve sanat insanlarının katılacağı panelimize tüm hemşerilerimizi bekliyoruz" şeklinde değerlendirmede bulundu.
Etkinliğe katılım ve katkıda bulunmak isteyen herkesi beklediklerini ifade eden Altıntaş, "Şölenimizin düzenleneceği Pazar günü sabah saatlerinden itibaren Anıt Park önünden şölen alanına servisler kaldırılacaktır. Ayrıca ilimizde bulunan sivil toplum kuruluşlarından da destek bekliyoruz. Bu önemli etkinlik ilimize ve Türk Dünyası'na hayırlı olsun" dedi.
10 Eylül 2013, Salı
*
B. HABER
Afyonkarahisar'da Türk Dünyası Bilim Kültür Şöleni
Afyonkarahisar'da bu yıl 3'ncüsü düzenlenen Türk Dünyası Bilim Kültür Şöleni, 6 Türk Cumhuriyeti ve 41 kentten Yörük, Türkmen ve Türk boyları temsilcilerinin katılımıyla yapıldı.
Afyonkarahisar'da bu yıl 3'ncüsü düzenlenen Türk Dünyası Bilim Kültür Şöleni, 6 Türk Cumhuriyeti ve 41 kentten Yörük, Türkmen ve Türk boyları temsilcilerinin katılımıyla yapıldı. Farklı kültürlerin birbirinden güzel renklerinin bir araya geldiği şölende sergilenen halk oyunları gösterileri beğenildi.
Afyonkarahisar 26 Ağustos Tabiat Parkı'nda gerçekleştirilen şölene yüzlerce kişi atıldı. Afyonkarahisar Oğuzboyu Yörükler Türkmenler Derneği organizasyonunda yapılan şölene: Kırım, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan ve Kerkük gibi bölgelerden halk oyunları ekipleri ve sanatçılar katıldı. Misafirlerin kurulan geleneksel kıl çadırlarında ağırlandığı şölende genç, yaşlı ve kadın, erkek bütün katılımcılar çalınan müzikler eşliğinde kendi yörelerine ve kültürlerine ait oyunları oynayarak gönüllerince eğlendi.
Şölenle ilgili bir açıklama yapan Afyonkarahisar Oğuzboyu Yörükler Türkmenler Derneği Başkanı Şakir Altıntaş, şöleni yapmalarında amacın, Türk tarihinde en az Çanakkale kadar önemli bir yere sahip olan Afyonkarahisar'ın tanıtımına destek sağlamak olduğunu kaydetti.
Altıntaş, Afyon'un Cumhuriyet'in kazanıldığı topraklar olduğunu belirterek şöyle konuştu: "Bu yüzden Türk Dünyası Bilim ve Kültür Şölenini burada kutlamaya karar verdik. Bunu yurt dışındaki Türk Cumhuriyetlerine de söyledik, onlarda olumlu karşıladılar ve bu şöleni böylece düzenlemiş olduk. Şuan burada 6 Türk Cumhuriyeti'nin sanatçısı ve halk oyunları ekipleri var. Türkiye'den de 41 kentten katılım var."
Gerçekleştirilen şölenin bir gün süreceği ve bugün akşam saatlerinde sona ereceği kaydedildi. Şenliğe ayrıca Millet Partisi Genel Başkanı Aykut Edibali de katıldı. – 15 Eylül 2013,
AFYONKARAHİSAR
*
C. SONUÇ BİLDİRİSİ
Türk’e ihanet eden bedelini ödeyecek!
Afyonkarahisar’da çok sayıda vatansever aydının katılımıyla düzenlenen Türk Dünyası Kurultayı’nın sonuç bildirgesinde, “Türkiye Cumhuriyeti’ne savaş kaybetmiş bir devlet, Türk milletine de kayıtsız şartsız teslim olmuş bir millet muamelesi yapılamaz. Bu z
Türk Dünyası Kurultayı’nın Afyonkarahisar’da gerçekleştirdiği iki günlük toplantının ardından hazırlanan sonuç bildirgesinde, “Türkiye Cumhuriyeti’ne savaş kaybetmiş bir devlet, Türk Milleti’ne kayıtsız şartsız teslim olmuş bir millet muamelesi yapılamaz. Bu zihniyette olanlara ihanetlerinin bedeli mutlaka ödettirilecektir” denildi.
Bildirgede şu hususlara dikkat çekildi:
Çıkarcı cepheler
* “Türk Dünyası geçen yüzyılda insanlık dramları arasında iki mutluluğu da yaşamıştır. Birincisi, 1920’lerde bütün mazlum dünyaya bağımsızlık ateşi yakan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün başkomutanlığındaki Büyük Zafer’dir. İkincisi, 1990’larda Batı Türkistan Türkleri’nin bağımsızlıklarına kavuşarak yeniden tarih sahnesine çıkmasıdır. BöyleceTürkler, binlerce yıldır anıtlar, yazıtlar ve şaheserlerle üç okyanus arasında yazdıkları destanlara ve yüksek medeniyete yenilerini eklemek sorumluluğunu tekrar yüklenmiştir. Türk Dünyası değerler dünyasıdır. Yaşadıklarını ve yaptıklarını değerlere dayalı olarak yaşayan ve yapanların adıdır Türk Milleti. Günümüzde sömürgeci açgözlülüğünün çıkarcı cephesi ile değerlere dayalı insanlığın mücadelesi, dünyanın ve insanlığın geleceğini tehdit edecek boyutlara ulaşmıştır. Bu mücadelede Türk Dünyası’nın safı bellidir. Yalnız gurur duyulacak işler yapmaya adanmış ve tarih boyunca yaptıklarıyla insanlık onurunu yükseltmiş bir milletin mensupları, bağlandıkları değerleri ve fazilet kurallarını kurumlaştırarak gelecek yolculuğuna devam edecektir. Bu küresel yolculuğun son haritası iki büyük Türk tarafından çizilmiştir: Gaspıralı İsmail ve Atatürk: “Dilde, fikirde, işte birlik” ve “Yurtta sulh, cihanda sulh.”
Bütünlüğümüze saldırı
* Türkiye Cumhuriyeti ikinci dünya savaşından sonra dünya Türklüğüne yapılan saldırıların hedefi olmuştur. Önce EOKA ile Kıbrıs Türklüğü, ASALA ile Türk temsilcilikleri, son olarak PKK ile ülke ve millet bütünlüğümüz saldırıya uğramıştır. Sömürgeciliğin kirli emellerine maşa olan bu insanlık dışı terör çeteleri günümüzde de Türk Milleti’nin insanlığa sunduğu değerlere saldırılarını sürdürmektedir. Sömürgeciler ve uzantıları zaman zaman yılgınlığa düşmüş, ihanet bağımlısı yapılmış, aidiyet krizine tutulmuş kişi ve kurumların işbirliğinden yararlanmaktadır. Bunların oluşturduğu koalisyonlar Türk Dünyası’na ve Türkiye Cumhuriyeti’ne de kayıplar verdirmektedir. Kurultayımız açıkça ilan etmektedir ki, Türkiye Cumhuriyeti kanunlarını, Türkiye Cumhuriyeti anayasasını ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin milli-üniter yapısını bozacak her türlü uygulama yok hükmündedir. Türk Milleti hukuk dışı yollarla yürütülen süreçlerin hesabını sormaya, kayıpları tazmin ettirmeye ve sorumluların ihanetini ödetmeye her zaman muktedir olmuştur ve gelecekte de olacaktır. Türkiye Cumhuriyeti’ne savaş kaybetmiş bir devlet, Türk Milleti’ne kayıtsız şartsız teslim olmuş bir millet muamelesi yapılamaz. Bu zihniyette olanlara ihanetlerinin bedeli mutlaka ödettirilecektir.
* Kurultayımız çalışmalarını bir program dahilinde bütün Türk Dünyası’nda, İslam aleminde ve insanlık değerlerine bağlı bütün halklar arasında kurumlaşarak sürdürecektir.
* Türk Dünyası’nda mevcut olan tarihi eserlerden 35 bin kadarının yok edildiği dikkate alınarak kalanlarının korunmasına büyük bir hassasiyet gösterilmelidir. Yine soydaşlarımızın manevi kültürlerini güçlendirecek ve yaşatacak politikalara önem verilmelidir.
* Türk Dünyası davasının sürdürülmesinin Türkiye’nin birlik ve bütünlüğünün güçlendirilmesine bağlı olduğunu düşünüyoruz. Bu sebeple Türk milli varlığına yönelik ırkçı ve bölücü tehdit ve tehlikelere karşı kesin sonuç alıcı tedbirlere acilen başvurulmalıdır.
* Bu hedefleri gerçekleştirebilmek için Türk Dünyası’nın birlik ve bütünlük içinde bulunmasına hayati derecede ihtiyaç olduğuna inanmaktayız. Bu inancı taşıyanların büyük bir sorumlulukla karşı karşıya oldukları açıktır. Gelecek kurultaya bu temel amaca göre belli bölgeler ve belli sektörler için önerilen ekli hususlarda teknik raporların hazırlanarak gelinmesi uygun bulunmuştur.
Panele kimler katıldı?
Oğuz Boyu Yörükler ve Türkmenler Derneği, Türk dünyasının önde gelen isimlerini bir araya getirdi.
Afyonkarahisar’da gerçekleştirilen geleneksel “Türk Dünyası Bilim Kültür Şöleni” etkinliklerine şu isimler katıldı: Hasan Korkmazcan (Türk Parlâmenterler Birliği Onursal Başkanı ve 14.15.19.20. Dönem Denizli Milletvekili), Prof. Dr. Mustafa Kafalı, Sevgi Kafalı, Pof. Dr. Hanım Halilova (Ebulfeyz Elçibey’in Danışmanı), Julıia David (Ressam-Macaristan), Issak Balazs (Sekel Konsey Başkanı), Csiki Sandor (Sekel Konsey Başkanı), Işık Ahmet (Dostluk, Eşitlik, Barış Partisi Onursal Bşk.), Özcan Pehlivanoğlu (Rumeli Balkan Türkleri Federasyonu Başkanı), İsmail Cengiz (Doğu Türkistan’nın Sürgündeki Başbakanı), Abdullah Buksur (Türk Dünyası İnsan Hakları Derneği kurucu Başkanı, İHAF genel sekreteri), Arif Bütüç (Kosova -Mamuşa Belediye Başkanı), Mahmut Kasapoğlu (Irak Türkmenleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği Ankara Şube Başkanı), Güllü Karanfil (Gagavuz Türkü), Abdülhaluk Çay (Dış Türklerden Sorumlu Eski Devlet Bakanı), Prof. Dr. İlber Ortaylı (Tarihçi ), Sadi Somuncuoğlu (Eski Devlet Bakanı), Dr. Hüseyin GÜLER (Eski Mersin Milletvekili), Aykut Edibali (Şeyh Edabali’nin torunu - Millet Partisi Genel Başkanı), Prof. Dr. Batur Norboy (Kazakistan Özbek Üniversitesi Pedagoji Bölümü eski Dekanı). 16 Eylül 2013 - YeniÇağ,
*
BİR HATIRLATMA!..
Hasan Korkmazcan'ın 
Kırıkkale konuşmasının tam metni (*)
Başkent Ankara Meclisi'nin Kırıkkale'de düzenlediği toplantıda bir konuşma yapan Türk Parlamenterler Birliği Onursal Başkanı-Başkent Ankara Meclisi Kurucular Kurulu Üyesi Hasan Korkmazcan hem kuruluşla ilgili bilgi verdi, hem de günün gündemini değerlendirdi. Korkmazcan'ın konuşmasının tam metnini sunuyoruz. 
Bugün Ankara ve Kırıkkale buluşması aslında bir ayrılığın giderilmesi amacını taşımamaktır. Kırıkkale Ankara bizim gönlümüzde her zaman bir bütündür. Başkent Ankara düşüncesi, felsefesi, değerleri neleri ihtiva ediyorsa bu Kırıkkale için de mevcuttur.
Ben hayatımın 44 yılını Ankara'da geçirdim. Seçim bölgem Denizli'den daha çok Ankara'da bulundum ama aynı zamanda Kırıkkaleliyim. Çünkü Kırıkkale'de hemen hemen gitmediğim kasaba, faaliyetlerine katılmadığım belde yoktur.
1976 yılında benim düğünüme Kırıkkale'den bir folklor ekibi katılmıştı Erdoğan Çatalok'un organizasyonuyla. Yani Denizli'den zeybek ekipleri vardı ama Kırıkkaleli seymenler de vardı. Onun için her birimiz biraz hafızamızı zorlarsak herkesin Ankara Kırıkkale birlikteliğiyle ilgili hatıraları mevcuttur.
ANKARA, TÜRKİYE VE TÜRK DÜNYASI
Türkiye'ye dışarıdan bakınca, dünyadan bakınca Ankara neyi ifade ediyor o konudaki gözlemlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.
1970 yılında Vietnam'a gitmiştik bir parlamento heyeti olarak. Vietnam'da o zaman iç savaş vardı. Bir vilayette bizi misafir ettiler. Tabi iç savaş dolayısıyla kaldığımız otelin etrafında bizleri korumak üzere tanklar vardı. Orada bir generalle tanışmıştık. O General Ankara'nın önemini özellikle Kurtuluş Savaşı'nda Fransa'ya karşı verdikleri mücadelenin kendi mücadeleleri için verdiği ilhamı gece boyunca bize anlattı.
Jöntürkler'den itibaren Osmanlı döneminin emperyalizmle mücadelesini ve Atatürk'ün öncülüğünde yapılmış olan Kuvay-i Milliye ve Milli Mücadele hareketini teferruatıyla bilen bir generale biz Asya'nın en uzak yerinde rastlamıştık. Bir başka tesadüf 1975 yılında Londra'da otelde gece nöbeti tutan bir delikanlıyla sohbet ediyordum.
Bana soyadının Ankara olduğunu söyledi. Bu çocuk Taylandlı, İngiltere'de tahsil yapıyor ve aynı zamanda çalışıyor. Şaşırdım, inanmadığımı görünce nüfus kağıdını çıkarttı. Dedesinin Fransızlarla mücadele eden bir direnişçi olduğunu, Mustafa Kemal'in yaptığı mücadelede hep Ankara ordularının zafer haberleri çıkarken soyadını Ankara olarak aldığını söyledi.
ÖZGÜRLÜK SAVAŞÇILARININ BAŞKENTİ
Demek ki Ankara sadece Türkiye'nin başkenti değil özgürlük savaşçısı bütün insanların başkentidir.
Ankara aynı zamanda yabancı güçlere boyun eğmeyen, yabancı güçlerle mücadeleyi insanlık onuru sayan bütün insanların başkenti ve sembolüdür.
Filistin eski devlet başkanı Yaser Arafat da bir vatan toprağına sahip olabilme mücadelesinde Ankara'dan ilham aldıklarını ifade etmişti.
Son zamanlarda birtakım tartışmalar yapılıyor.
Ankara'nın başkentliğini tartışmaya kalkışanlar var, Türk bayrağını tartışmaya kalkışanlar var, Türk milleti kavramını tartışmaya kalkışanlar var. Bu kavramların tartışılması bir fikir özgürlüğüyle ilgili değildir. Bu kavramları tartışabilmek için Türkiye'nin bir savaşa girip ve bu savaşta mağlup kayıtsız şartsız teslim olması lazım.
Türkiye böyle bir durum içinde değil. Kayıtsız şartsız teslim olduğu dönemlerde dahi bu kavramları tartıştırmamış biz toplumuz biz.
Dünyada İkinci Dünya Savaşı yapıldı. Üç ülke kayıtsız şartsız teslim oldu: Almanya, İtalya, Japonya. Bu ülkelerin işgal güçleri komutanları tarafından yazılmış olan anayasalarına bakın. O anayasalarda ne Alman milleti tartışılmıştır ne Japon milleti ne de İtalyan milleti. Aslında bir devletin, bir milletin, bir halkın 76 milyonluk toplum biz tarihimizden memnun değiliz değiştirmek istiyoruz deseler bile bunu yapmaya yetkileri yoktur.
Tarihi gerçeklerden kopuk bir siyasal düzenleme yapılamaz.
Tarih “1000 yıldan beri bu topraklarda Türk milleti egemendir” diyor.
Dünyadaki bütün kütüphanelere bakılsın Selçuklu, Osmanlı, cumhuriyet olarak birbirine eklenmiş olan devlet Türk Devleti'dir. Burada yaşayan insanların adına da siyasi olarak, hukuki olarak Türk Milleti denilir. Türk milleti şemsiyesini bayrağımızla simgelenen bu şemsiyeyi bu topraklardan kaldırırsak altından Bizans çıkar. Hiç başka bir şey çıkmaz. Ne Türkmen ne Oğuz ne Kayı boyu ne Kürt ne Çerkez hiç biri çıkmaz Bizans çıkar. Çünkü burada Bizans egemenliği vardı. O egemenliği Alparslan aldı.
ALPARSLAN VE DİYOJEN
Alparslan'ın yakaladığı, temsil ettiği milli şuur insanlık yüceliği dünyanın bugünkü süper güçlerinde var mı? Alparslan 1071'de Malazgirt'te Diyojen'i adeta yalvarırcasına savaştan caydırmak istedi ama Diyojen çarpışma konusunda ısrar etti. Çarpışmanın sonunda Diyojen mağlup oldu ve esir düştü. Alparslan Diyojen'in hayatına kıymadı, köle yapabilirdi yapmadı, bir yerlere kapatabilirdi onu da yapmadı ve serbest bıraktı.
Böyle bir devlet şimdi dünyada var mı?
Herhangi bir zavallı adamı yakalıyorlar. Yıllarca kovalıyorlar. Ondan sonra cenaze töreni bile yaptırmadan denize atıyorlar. Kim olursa olsun hangi suçu işlemiş olursa olsun bir insanın ölüsüne eza cefa yapılmaz.
Bunu demokrasi, insan hakları savunucusu milletler yapıyor.
Buna ses çıkarmayanların hepsini de suç ortağı yapıyorlar.
Bize gelecek sene 1915 yılını soykırım diye sormaya kalkacaklar.
Beş milyon Rumeli'de kırılmış Müslüman daha yüz yıl olmadı onların hesabını verdikleri gündeme getirdikleri yok. Olmamış bir şeyi zorla Türkiye'ye kabul ettirmek istiyorlar. Soykırım yapan bir millet Alparslan'ın insanlık değerleriyle hala övünür mü? Bizim milletimize ırkçılık yapıyor demek bir iftiradır.
Bazı kişiler batıdan aşılanmış bir virüsle Hitler ırkçılığına benzer şekilde insanların soyunu, kökenini tartışma konusu yapıyorlar. Bunlar bizim milli kültürümüz içinde yok. Biz insanları sadece ülkeye hizmetleri oranında kamu alanında değerlendiririz. Onun ötesinde ayrım yapmayız.
TARİHİMİZ İFTİHARLARLA DOLUDUR
Ülkeye hizmet edebilecek kişileri de bir tarafta Bosna-Hersek'ten bir tarafta Cezayir'den bir tarafta Horasan'dan toplar getiririz. Onlara aynı dava uğrunda dünyaya medeniyet örneği olarak gösterir istihdam ederiz. Tarihimiz iftiharlarla doludur.
Bizim 32 bin tarihi eserimizi, kültür eserimizi son 150 yıl içinde ortadan kaldırdılar. Bunların dört biri Yunanistan, Bulgaristan, Macaristan ve Sırbistan'da…
Şu an içinde bulunduğumuz polis evinden çok daha büyük külliyelerimiz sadece Osmanlı eseri diye ortadan kaldırıldı. Biz de böyle bir şey yok. Ben geçen hafta Aydın, Denizli, Muğla illerinde dolaştım. Oralarda dedelerimizin bekçiliğini yaptığı Roma eserleri, Afrodisias'a gittik Alman mimarlar vardı onlar gezdiler gördüler. Biz çocukluğumuzda o eserlerin etrafında kuzu otlatırdık. Hala ayakta duruyor. Türkiye'de bir şey yıkılmışsa yani Osmanlı'nın hâkim olduğu coğrafyada bir şey yıkılmışsa hayat şartları dolayısıyla, depremler dolayısıyla olmuştur. Maddi ve manevi ne kadar değer varsa biz onların hepsini sahiplendik, hepsini bünyemizde yaşatıyoruz ve yaşatmaya devam edeceğiz.
(*) KIRIKKALE: 10 Nisan 2013

5 Temmuz 2013 Cuma

Hükümde haksızlık, tahakküm nedenidir. Tahakküm zulümdür...

45 DAKİKASI 2 TL' YE İTİNA İLE İŞKENCE YAPILIR ?

BAKINIZ:: http://blog.milliyet.com.tr/mns


ODTÜ-100.YIL AZAPHANE DURAKLARI
ESKİDEN BÖYLE İDİ!...
Mustafa Nevruz SINACI
            Eğer 29 Haziran 2013 Cumartesi günü saat: 10.00 – 11.30 arası; Görünürde dört şeritli Ankara, Balgat Ziyabey Caddesi inadına tıkalı, kenar şeritleri “devlet, hükümet, vilâyet, polis, belediye, kaymakamlık ve mahalle muhtarlarına meydan okuma, açık eşkıyalık ve yol kesme” anlamında işgal edilmiş olmasaydı, belki de bu makale yazılmayacaktı…
            Cehennem sıcağında tıklım, tıklım bir minibüs düşünün. Şehrin ana artelinde, merkezi veya büyük çarşı geçişlerinde değil, sıradan bir mahallesinde cadde tıkalı. Trafik normal, akış rutin, tek sorun: Her iki taraf kaldırım bitişiklerindeki şerit işgali! Bütün dünyada geçerli hak, hukuk kavramları, evrensel trafik kurallarına göre kaldırımlar halka, cadde ve sokak içleri ise araç geçişlerine aittir. Peki, Ankara ve Türkiye Cumhuriyet devletinde neden değil?..        
            Türkiye Cumhuriyetinde aşiretten devlete geçiş süreci henüz tamamlanmadı mı?
Yoksa tamamlandı da, şimdi tekrar aşiret, derebeylik ve faşistlik mi hortladı?..
Pazaryerine geldiğimizde, tıkanan ve geçit vermeyen yoldan mütevellit, belki devlet belki de (işe yaramadığını sonradan öğrendiğimiz) dernek adına utanan Şoför; “Arkadaşlar, Milli Kütüphane’ye kadar inen yoksa şuradan dönelim, ya da burada çakılıp kalacağız” dedi.
Birkaç yolcu itiraz edince, başkası sordu: Nerede inecektiniz?, Cevap: İlerde Lisede.
Yolculardan biri öfkelendi ve; “Kardeşim Liseye en fazla otuz metre var. Allah aşkına inin şurada, otuz metre yürüyün. Bizde şu cehennemi sıcakta, “ana caddeye araç park edecek kadar şerefsiz, adi insanlık düşmanları yüzünden” yollarda sürünmekten kurtulalım.”
İlerde Lisede inecek var diyenlerden ses yok. İstiflerini bozmadan oturuyorlar.
Dolmuş yerinde sabit. Fakat son konuşan vatandaş, onurlu ve sorumlu bir tartışmayı tetikledi. Önce polisin neden? niçin? park yasağını ihlâl ve ana caddeyi gasp suçu işleyenleri men ve takip etmediği, cezalandırmadığı; İnsan Hakları, Adalet, Hak-Hukuk ve Demokrasinin mutlak gereği olduğu halde, trafikte düzeni sağlamaktan aciz kalındığı, zorunlu, yasal görevin niçin yapılmadığı, halkın çektiği eziyet, ıstırap ve zulme seyirci kalmasının nedeni sorgulandı.
Bu arada dolmuş Balgat Polis Karakolunu geçmiş ve Lisenin yanına gelmişti.
İkisi bay biri bayan 3 kişi indi. Uzun süredir güneşte beklediği anlaşılan bir kişi bindi.
Bu arada ODTÜ öğrencisi bir genç konuşmaya başladı:
“Biz, ODTÜ öğrencileri olarak bu yolu kullanmayız. Eskişehir yolu üzerinden okula gidip geliriz. Fakat ben Çetin Emeçte oturduğum için bu güzergâhın müdavimiyim. Ancak, arkadaşın ifade ettiği sorunlardan çok daha büyük, derin, acil ve müzmin sorunlarımız da var. Örneğin bu Cadde sadece şimdilerde değil, tam iki buçuk yıldır böyle. Ankara Valiliği büyük Şehir Belediyesi ve Emniyet Müdürlüğü dâhil, binlerce şikâyet dilekçesi verildiği halde kimse Ziyabey Caddesi ile ilgilenmedi. Hukuki duyarlık ve insani sorumluluk sağlanamadı, bu arada leş kargaları, lokantacılar mafyası, saldırgan ayakçı ve kabadayılar caddeyi işgal ve istilâ etti.
Anlaşılan o ki, ya hükümet bunlara güç yetiremiyor yada iktidar kötülerden yana..
AZAPHANE DURAĞI:
Dolmuş kağnı hızıyla ilerliyor, genç öğrenci ise, dikkat kesilen yolculara hitabını şöyle sürdürüyordu: “Siz Azaphane deresi neresidir bilir misiniz?” (Evet, evet seslerinden bilenlerin olduğu anlaşıldı) Genç devamla: Şimdi iyi kötü dolmuşa bindik. Artık alıştığımız gibi sorunlu bir yolculuktan sonra Kızılay’a varacağız. Ama nerede inebileceğimiz belli mi, şansımız varsa aşağıda veya yukarıda bir yerlerde!.. Ya akşam veya gün içinde eve dönerken ne olacak?..”
ŞİMDİ, BU İNSANLAR MUTSUZ VE PERİŞAN
ODTÜ ve 100.Yıl durakları 35 gündür “Polis İşgali” altında!..
“Dönerken bu kadar şanslı olmayacağız. Çünkü: ODTÜ, 100.Yıl, Balgat, Çiğdem ve Çukurambar dolmuş kalkış durakları bir aydır kapalı. Aslında kapalı değil, Polis gasp-ı, işgal ve kriz yönetimi denilen bir heyetin keyfi kullanımı altında. Bu duraktan ekmeğini kazanan yüzlerce şoför esnafının bitmez-tükenmez çilesi, gereksiz masraf, zarar-ziyan, kayıp ve israfı; Ekmeğini kazanmak uğruna yararlanan yüz binlerce Balgat, Çukurambar, 100. Yıl, Çiğdem sakini, yolcusu ve biz ODTÜ öğrencilerinin günahı ne?....” Sözün burasında Kızılay’a geldik..    
Kalite belgeli Vali 
ve bir durak utancı!..
Mustafa Nevruz SINACI
               Evet, nihayet Kızılay’a geldik…
            Ben doğrudan 100. Yıl/ODTÜ duraklarında bekleşen Polislerin yanına gittim.
Yarı güneş, yarı gölge bir kenara toplaşmışlar, ellerinde tost benzeri bir yiyecek, hem kendi aralarında şakalaşıp sohbet ediyorlar, hem de bir yandan, “kumanya” gibi görünen pek mütevazı aş’larını atıştırıyorlar... Şaka yollu seslendim.
            - Siz burada, duraklarımızı işgal etmiş, keyifle gölgede oturuyor ve afiyetle bir şeyler yiyip buz gibi içeceklerle serinliyorsunuz. Ya biz, duraklarımız gasp edilmiş, dolmuşlarımız dışarı atılmış, ne yerimiz, yurdumuz belli, ne de durağımız, 33 gündür rezil-perişan ve zulme duçar haldeyiz. Mahvolan dolmuş esnafı, şoförlerin haline mi yanalım? Nahak yere çektikleri eziyet, fuzuli israf, kayıp, ıstırap ve çileye mi? Yoksa kendi talihsizliğimize mi yanalım!..
            Eski (fazilet timsali) Osmanlı kabadayısı misal, pos bıyıklı, iri kıyım, fakat pek halim ve kalender görünüşlü yiğit bir delikanlı Polis yerinden kalkıp hürmeten ileri çıkarak: “Bizim elimizden bir şey gelmez, mesele bizi aşar. Günah bizim değil. Yaptığımız sadece vazifedir!” 
            O sırada yanımda biri belirdi: “Abi kabahat Melih’in. Aslında onun da değil, bütün suç derneğin. Dönen alavere ve dalavereler yüzünden, öteki duraklar açıldığı halde burası kapalı!” İddia doğru olabilir. Zira 24 Haziran Pazartesi günü Ankara Valisi, muavinleri ve belediye başkanı ile basın başkanı ve Emniyet Müdürlerinin peşinde koşarken, bahusus dernekçilerin bir Vali muavini yanında çay içmekte oldukları söylendi. Maalesef, kendilerine ulaşabilme, görüşme ve sorunsalı paylaşıp, yardımlaşma imkânı bulamadım. Üzgünüm!..
            BÜYÜK UTANÇ VE ACI GERÇEK  
            Mülâhaza ve mütalâası kamu vicdanına ait olmakla; olaylar hakkında yorum yapmak istemiyorum. Ancak burada: “Bürokratik kültürden vatandaş odaklı kamu hizmeti kültürüne geçiş mutlak hedefimizdir” şeklinde çok veciz bir sözü Valilik İnternet Sitesine yazdıran ve bu sözlerle halka seslenen Alâaddin Yüksel’e sitemim var. Büyük Şehir Belediye Başkanı ve Emniyet Müdürü’ne de "100.Yıl, ODTÜ" dolmuş duraklarının acilen tahliyesi ve derhal asli hizmete iadesi hususunda “umur-u devlet” doğrultusunda karar vermeye davet ediyorum.
            Çünkü: Mezkür minibüs durakları yaklaşık 250 – 300 000 kişiye hizmet vermekte ve yaklaşık 1000 dolayında şoför esnafı buradan elde ettiği helâl kazançla geçinmektedir. Ancak, 02 Temmuz itibarıyla 35 gündür eylemler bahane edilerek kapatılan ve Polis barikatı ile araç garajı gibi fuzulen gasp ve irtikap edilen durağın kullandırılmaması binlerce insan için ıstırap, azap, gâvur eziyeti ve bitmeyen çile kaynağı olmuştur. Hastalar, Hamile Anne'ler ve özürlüler perişan, diğerleri ise tam bir zülme duçar haldeler. Şoför esnafının zaman kaybı, yakıt israfı, ani kaza ve olumsuzluklar nedeniyle uğradıkları zarar-ziyan kayıp ve hasar çok büyüktür…
Kalite belgeli Vali bu haksızlığı görmez, uğranan zulmü, zararı bilmez mi?
Ya adı Camilere verilen Şehir Emini bu durumdan utanmaz, hayâ etmez mi?
Kaldı ki devlet adına hükümetin görevi: Bilumum taşkınlık, hukuk, ahlâk ve yasa dışı fiil, kalkışma ve teşebbüsleri kaynağında kontrol ve disiplin altına almak; Muhtemel terör, tedhiş, tehdit, tahrik ve şiddet eğilimlerini kaynağında boğmaktır. Hak arama ve sair namlar altında:, “Kendilerine Resmen Tahsis Edilen ve İzin Verilen Yer Dışında” Kamu âleme ait park-bahçe, sokak-cadde, meydan ve durak gibi halka hizmet veren unsurların gasp ve işgalini önlemek zorunludur. Aksine ihlâllere izin, zaaf ve bizzat işgal İnsan Hakları ihlâl suçudur.
Şu anda, Güven Parkı bitişiğinde vaki ve kain: “100. Yıl, ODTÜ, Çukurambar, Balgat, Çiğdem” Minibüs Durakları böyle bir “kamusal gasp, haksız işgal ve irtikaba maruzdur.” Ortada, Dernekle Melih’in anlaşıp, dolmuşları buradan kovarak muhteşem bir AVM yaptırılacağı söylentileri dolaşmaktadır. Ben böyle bir alçaklık ve düşmanlığın kimse tarafından düşünülebileceğine inanmıyorum. Lâkin fitneyi ortadan kaldırmanı tek yolu durağı derhal halka ve 43 yıllık mükteseplerine “özür dileyerek ve kayıpları tazmin ederek” iade etmektir. Aksi takdirde malum ve mahut kalite belgesi “hicabı örtmeye” yetmeyecektir!..

28 Haziran 2013 Cuma

bilgi çağı'ndan "BİLİNÇ ÇAĞI"na // iktibaslar....

Bilgi çağından 'bilinç çağı'na

Bilgi çağından 'bilinç çağı'na

WikiLeaks belgeleri bir kez daha gösterdi ki, bilgi çağı bizleri yeni bir evreye "bilinç çağı"na getirdi. Bu çağda, önümüze gelen bilgileri tasnif edip yorumlayacak, algılama kapasitesi bir değer ve güç haline geliyor.
MEHMET TURGAN ZÜLFİKAR | 22 ARALIK 2010,
Wikileaks, bilgi çağının bizi getirdiği yeni bir fenomen. Bu fenomen hakkındaki görüşler, tüm dünyada kişiye ve yöreye göre değişiyor. New York'un birçok akademik kurumunda bu konu üzerine paneller düzenleniyor. Görüyoruz ki, ABD'de de bu konuyla ilgili görüş ayrılıkları çok. Dünyanın her köşesinde olduğu gibi, sızan bilgilerin içerikleri, sunum öncelikleri, bu siteyi kurgulayanların kim olduğu burada da çokça tartışılıyor.
Kimilerine göre şarlatan, kimilerine göre piyon, kimilerine göre de kahramanlar. Mesela Time dergisi yılın kişisi seçimi yaparken Wikileaks'in tepesindeki Julian Assange ile Facebook'un kurucusu Mark Zuckerberg arasında oldukça zorlanmış. İkisi hakkında yapılan yorum şu: Birisi internette kurduğu sistemle, bireylerin kendi gönül rızalarıyla sundukları özel bilgileri, büyük kurumlara reklama alarak para karşılığı satmakta, diğeri de büyük kurumların özel bilgilerini, ne yapıp edip elde ederek, onların internet üzerinden bireylere bedava sızdırmakta. Gelin görün ki, yılın adamı Zuckerberg oldu.
BİLGİ DEĞİL ALGI KAPASİTEMİZ ÖNE ÇIKIYOR
Sızıntılarda ortaya çıkan kimi detaylar üzerine daha geniş kapsamlı analiz arayışları zorunlu hale geliyor. Bu ise, algı kapasitemizi öne çıkarıyor.
Bir örnek verelim. Onca yoruma rağmen Türkiye'de de gözlerden kaçan bir detay var.
Global ısınmaya yaratan ve tetikleyen sentetik ürünlerle dolu bir dünyada yaşıyoruz. Sentetik bir gerçeklik bu. Petrol tüketiminden moderniteye, ulus-devlet anlayışından genetiği ile oynanmış gıda ürünlerine, sentetik ilaçlardan dayanağı olmayan finans ürünleri ile donatılmış bir ekonomik yapıya kadar çok geniş bir alanı kapsayan bir dünya. Ve hepimizin algılarının doğal bir gerçeklik olarak algıladığı bir dünya bu. Bunun yanında, bu sentetik düzenin tüm saç ayaklarını sorgulayan bir global düşünce hamlesi var. Buna ekolojik uyanış da deniyor. Bu sorgulayan kesimin en etkin olduğu yer, Birleşmiş Milletler bünyesinde düzenlenmekte olan İklim konferansları. Bir öncesi Kopenhag'da olan bu konferansların sonuncusu da geçenlerde Meksika'nın Cancun kentinde gerçekleşti. Detayımız şurada gizli: Wikileaks'i kurgulayanları düzeni sorgulayan kahramanlar olarak görenler, her nedense Wikileaks'in global gündemi işgal ettiği günün özelligini pek dikkate almadılar. Sızıntıları basına verdikleri gün, başta petrolcüler olmak üzere düzenin tam da kendisini temsil eden, sentetik dünya savunucularının geçiştirtmek istedikleri bir gündü; Cancun iklim konferansının başlama günüydü. Ve sızıntılar sayesinde global gündemde konferansın esamesi bile okunmamış oldu.
Önemli bir detay mı? Koordineli olma ihtimali var mı, yoksa sadece tesadüf mü? Yorum getirmek kolay değil. Fakat, New York BM'nin merkezi ve ekolojiye duyarlı örgütlenmelerin de bir nevi merkez üssü ve bu şehirde bugünlerde bu suali soran çok kişi var. Olabilir de olmayabilir de. Bilgiler artık bol olabilir ama aralarında bağlar yakalayabilmemiz için daha özgün niteliklere de gerek var gibi. Haliyle, bu ve bunun gibi kolayca yadsınan detaylar gündeme sunulunca kendi kendimize şu soruyu soruyoruz: algılarımıza ne oldu?
Burada artık sorun şudur; Wikileaks ve benzeri fenomenler neyi değiştiriyor? Yarın başka Wikileaksler de olabilir. Bilgi çağı bizleri yeni bir evreye "bilinç çağı"na getirdi. Bu çağda, önümüze gelen bilgileri tasnif edip yorumlayacak, algılama kapasitesi bir değer ve güç haline geliyor. Hatta buna toplum ve ülke bazına genelleyerek bilinç sermayesi de diyebiliriz. Genel bir gözlem, algılarda bir uyanış hamlesi var olduğu yönündedir.
BİLGİ ÇAĞINDAN BİLİNÇ ÇAĞINA
Bilgi 1990'ların ekonomisinde yegane değer ölçütü olduğu ve internet sayesinde herkese açıldığı için bu döneme bilgi çağı dedik. Bilgi artık dünyanın kullanımına açılmış bir sermaye idi. Bilgi görünmez, bulunmaz bir yeraltı dehlizi değil, gözler önünde gün yüzünde bir okyanus gibi. Bilgi bolluğu da önümüze artık yepyeni açmazlar çıkarmakta. Bu sefer bu okyanusta yolumuzu nasıl bulacağız suali ile başbaşayız. Hangi konuda hangi bilgiyi istesek, internete girdiğimizde birkaç tuşa basmakla o konuda üstümüze bilgi yağıyor. Dil, bu okyanusta bizi seyahat ettiren gemiler gibi ise, algılarımız yani bilinç kapasitemiz de pusulamız oluyor. Bugün sorun algılarımız da.
Sermayesi "bilgi" olan bir evreden sermayesi "bilinç" olacak yeni bir evreye geçiyorsak, bilinçlerimizi şekillendiren algılarımızı gözden geçirmemiz kaçınılmazdır. Fransız devrimi ile başlayıp endüstri devrimi ile hızlanan ve yeni evrelerle bireyin tüm algılarını şekillendiren sentetik gerçeklikler dünyasını iyi gözlemlemeliyiz. Böyle bir ayrıma bizleri taşıyan süreç, biyolojiden ekolojiye, psikolojiden sosyolojiye uzanan bir bütünü şekillendirdi. Ve bireyi çevreleyen tüm alanlarda sentetik bir gerçeklik yarattı. Bir yandan bu kurgu insanlığa tarihinin en büyük sıçramasını yaşatırken, diğer yandan da bireyi doğasından hızla uzaklaştırdı. İnsan özüne ve doğasına yabancılaştı. Artık bir yol ayrımındayız. Ve daha da ötesi şimdi bir kırılma noktası yaşanıyor. Bu kırılma noktasında bilinç öne çıkıyor. Kırılma noktası; sentetik gerçekliği sorgulamak ya da sorgulamamak. Kısacası, sentetik evrende insanın özüne ve dünyanın doğasına yabancılaşmış bir gerçeklik varken; organik diye de adlandırabileceğimiz bir ikinci evrende ise insanın doğal özüne ve dünyanın özgün doğasına dönebilmişlik arayışında olan bir gerçeklik var. İkinci evrene dair algılar bu bilgi okyanusunda çok daha işlevsel.
SENTETİK EVREN NASIL OLDU
1. Ulus-Devlet olgusu bireye sentetik kimlikler giydirdi. Bu sadece Türkiye'de değil, dünyanın her köşesinde böyle oldu. Bürokrasilere, hiyerarşilere, emir-komutalara, ideolojilere, yani envai türlü sentetik güç merkezlerine bireyin hür ve doğal irade kapasitesini feda ettik. Doğa ile aheng içindeki hürlük hissini körelttik. Kendisi ve çevresi ile barışık olamayan nüfuslar ve kollektif nefret sınıflamaları böylesi bir sentetikliğin yan ürünleri oldu.
2. Başta petrol olmak üzere fosil yakıtların enerjideki egemenliği atmosferi sentetik atıklara boğdu, boğmakta. Ülkelerüstü, devletlerüstü bir kartel halinde böylesi bir enerji kültürü statükolaştı. Algılarımız bu kurgunun alternatifini imkansıza yakınmış gibi bir ihtimale yerleştirdi. Neticede teneffüs edilen hava artık eski hava olmaktan çıktı. Daha da önemlisi, karbon salınımı öyle noktalara ulaştı ki artık telafisi olamayacak sınırı geçtik. Ve algılarımız bunu gündelik yaşamda tamamıyla kanıksamış hal aldı.
3. Gıda ürünleri sentetikleşti: Kimyasal gübrelerden kimyevi koruyuculara, genetiği ile oynanmış tohumlardan sentetik şekere kadar. Doğanın bir parçası olan biyolojimizi sentetik ürünlerle besler olduk. Obeziteyi kanıksadık. Böylesi gıda tüketiminin nice yan etkisini algılarımız gerçeklik olarak kabullenir oldu. İngilizce'de bir deyim vardır, "what you eat is what you are" (ne yersen sen osundur). Açıkçası biyolojik olarak başkalaştık.
4. Ekonomi, sentetik finans ürünleri ile kurgulanmış bir sisteme yerleşti. Bu da bireyin ekonomik faaliyetlerindeki değerlendirme algısını sürekli etkiler hal aldı. Neye niye yatırım yaptığını algılama ihtiyacı hissetmeden bireyler birikimlerini ihtimaller alemine gönderir oldu. Tüm gelecekler ve birikimler rahatlıkla risklere bağlanabilir hale geldi. Bilinçsiz borçlanma hayat anlayışı halini aldı. Öyle ki 2008 finans krizinin kökenlerinde tamamıyla bu algı kaymasının rolü gözlemlendi.
5. Tüketim kültürü tamamıyla irade dışı etkenlerce bireyin karar kapasitesini etkiler bir hale büründü. Öyle ki özellikle Çin'den yola çıkıp tüm dünyaya yayılan sağlıksız ve verimsiz ürünlerin pazar payının devasalığında da böylesi bir algı kaymasının rolünü gözlemler olduk. Çevre, kalite, estetik ve sağlık kaygıları taşımadan üretilmiş mamüller gündelik hayatımıza yerleşti. Algılarımız öyle bir hal aldı ki kaliteli ama çok uzun ömürlü bir ürüne kalitesiz ama çok çok daha kısa ömürlü bir ürünü tercih eder olduk. Kar ettiğimizi sanırken uzun vadede ne zararlar ettiğimizi algılayamaz olduk.
6. Tüketilen sentetik gıdalar bir yandan, sağlık kaygısı taşımadan üretilmiş ve tüketilmiş mamüllerin nice negatif etkileri diğer yandan, kaotik bir sağlıksızlık sarmalına girilmiş olundu. Girildikçe bir diğer yandan da tedavi müptelalığı baş gösterir oldu. Tabiri caizse biyolojik özgürlüğümüzü yitirdik. Bu tüm dünya için geçerli bir açmaz halini aldı. Sentetik ürünlerin bünyemizde var ettiği sorunları yine sentetik ilaçlar ile giderme kültürünü kanıksadık. Bir kısır döngüye hapsolduk.
FARKINDA MIYIZ?
Sonuç olarak, çıkışı olmayan bir sarmal böylece algılarımızı da biçimlendirerek bizlere yeni bir gerçeklik takdim eder hale geldi. Doğa ile ahengli bir gerçekliğin yerini sentetik bir gerçeklik alıvermiş oldu. Bu esnada tabi ki her geçen gün doğanın kendisinden de uzaklaştıkça uzaklaştık. Ve gün geldi, özellikle değişik yörelerden ve birçok kesimlerden böylesi bir düzeni sorgulayan yaklaşımların çıkması ile alternatif bir algı aleminin çatısı kurulmaya başlandı. Bilgi çağının, bilgi okyanuslarını önümüze bocalaması ile de öyle gözüküyor ki bir kırılma noktası yaşanmakta artık. Bakalım, algılarımız doğal hallerine dönebilecek mi? Bakalım bilinç bir sermaye olarak daha sağlıklı ve daha işlevli bir dünyanın var edilmesinde ne denli devreye girebilecek? İnsanoğlu olarak yarattığımız bunca muazzam teknolojiyi yeni bir küresel hamle ile, ekoloji ve insan doğası ile aheng içinde olan bir denkleme yerleştirebilecek miyiz? Ve yükselen bir güç odağı olduğu artık aşikar olan yeni Türkiye böylesi bir kırılma noktasında nasıl bir duruş sergileyecek? 
Esas soru şu: Farkında mı, farkında mıyız?

BÜYÜK BİR BİLİNÇ SIÇRAMASI

2012'DE, BÜYÜK BİR BİLİNÇ SIÇRAMASI OLACAK

Son birkaç yılda kişisel gelişim konusuyla ilgilenenlerin sayısında gözle görülür bir artış yaşanırken, bu alanda en büyük ilgiyi kuantum üzerine yapılan çalışmalar çekiyor. Artık hemen herkesin üzerinde hemfikir olduğu bir şey var o da kendi düşüncelerimizin ve seçimlerimizin hayatımızın gidişatını önemli ölçüde etkilediği... Yani ’ne düşünürsek oyuz’. Kuantum fiziği de bu tezi sağlam temellere oturtuyor. İzmir ve İstanbul’da kurduğu Kuantum Eğitim Danışmanlık Merkezi’nde profesyonel kuantum koçluğu yapan ve bu işin eğitimini veren, ’Kuantum Sıçraması’, ’Kuantum Koçluk Programı’ ve ’Kuantum Diyarında Kelebekleri Özgürleştirmek’ adlı kitapların yazarı Nilda Ferhan Efeçınar, hayatını değiştiren kuantumu şimdi geniş kitlelere yaymaya çalışıyor. Ancak bu yayılma sandığımızdan daha hızlı bir şekilde gerçekleşiyor o kadar ki Efeçınar’a göre çoklu evrenlerin varlığı kanıtlanırsa kuantum fiziği demode bile kalabilir. Efeçınar, takvim yaprakları 2011’leri gösterdiğindeyse insanlığın bir bilinç sıçraması yaşayacağını söylüyor.
Kuantum fiziğini, klasik fizikten ayıran farklar nelerdir?
Klasik fizik, madde ve enerjiyi ayrı tutardı. 1930’larda kuantum araştırmaları Max Planck’ın ışığı incelenmesiyle başladı. Planck; ’foton kütlesiz bir enerjidir ve her kütlesiz enerji kütleli enerjinin formunu değiştirir’ dedi ki bu çok önemlidir. Yani düşüncelerimiz kütlesiz bir foton ve enerjidir. Bu enerji, kütleli olan kendi bedenlerimiz de dahil olmak üzere yaşantımızı değiştirebilecek güce sahip. Kuantum, ’madde diye bir şey yoktur, madde denilen her şey yoğunlaşmış enerjidir’ diyor. Klasik fizik ise insan zihninin evrenin şekillenmesinde hiçbir şekilde etkisinin olmadığını söylüyor. Buna göre evren bir saat gibi işler, belli bir mekaniği vardır, insanoğlu bu evrene gelir, yaşar ve gider. Kuantum fiziği ise bu evrenin şekillenmesinde ve yaşamın yönlenmesinde kuantum enerjinin çok büyük bir etkisi olduğunu söyler. En yoğun enerji de düşünce olarak adlandırdığımız insan zihnidir. Buna göre insanlar birçok seçenek arasından birini seçebiliyorlar ve onları yaşayabiliyorlar.
Kuantuma olan ilgi son yıllarda neden bu kadar arttı?
Çünkü bugüne kadar daha kaderci bir zihniyet söz konusuydu. Düşünün, bir anda birileri ’Siz kendi hayatınızı kendiniz biçimlendiriyorsunuz’ demeye başladı. Uzun süre bir çatışma oldu, bunun altında yatan sebeplerden biri de din ve bilimin kavgası. Bugüne kadar gelişen materyalist sistemin tamamen karşıtı olan bir düşünce sistemi olduğundan ortaya çıkmasının geciktiğini düşünüyorum.
Bilim çok çabuk ilerliyor, kuantum fiziğinin bir adım sonrasından bahsetmek mümkün mü?
,
Doğru, geçen yıl CERN’de yapılan deneyde bilim adamları ’Higgs bozonu’ parçacığını yani Tanrı zerreciğini arıyorlardı. Kuantum felsefesinin bir adım sonrası çoklu evrenler... Eğer Higgs parçacıklarının var olduğu kanıtlanırsa o zaman çoklu evrenlerden söz edebileceğiz. Kuantum fiziği der ki; ’bir sürü olasılık vardır, sen bunlardan birini seçer ve yaşarsın’. Yeni kuantum fiziği ise; ’hem su, hem kola hem de kahve içmek istiyorsan evrenlerden birinde su, birinde kahve, diğerinde de kola içersin’ diyor. Akıl karıştırıcı bir durum, paralel evrendeki kendimizden nasıl haberdar olacağız, belki de karadeliklerden bir geçiş olacak... Şu an bildiklerimizle bunlardan haberdar olunamıyor.
BİR ADIM SONRASI PARALEL EVRENLER
2012 yılında kıyamet kopacağına inananlar var. Kuantum düşünce sisteminde bunu nasıl yorumluyorsunuz?
Kıyametten bahsediyorlar ama bu bildiğimiz anlamda değil. ’Kıyam etmek’ ayağa kalkmak, uyanmak, uyanış anlamına geliyor. Zaten bu süreç başladı. Evrende sadece biz yokuz, uzaylılar gibi farklı varlıklar da söz konusu ve belki de bu dönemde onlarla bağlantıya geçilecek. Beklenen ’kıyamet’ bu dünyanın yok olması değil, zihnin farklı bir algılayış modeline geçmesi şeklinde olacak. Maya takvimi 2011 yılında bitiyor. İşte tam o yıllarda büyük bir bilinç sıçraması olacak. Buna bir nevi ’aydınlanma çağı’ da diyebiliriz.
Peki, bu bilinç sıçramasını yapamayanları neler bekliyor?
Ruhsal olarak sıkıntı çekeceklerini düşünüyorum. Çünkü onlar, korku ve endişe alanına inecek. Güven ve sevgi enerjisini yaşayan kişilerse, geçişi çok rahatlıkla yapabilecek. Zihnimizin daha yüksek potansiyelini kullanacağımız, aydınlık bir dönem başlayacak. Aslında böyle bir geçişin olacağı dönemi yaşayacağımız için çok şanslı olduğumuzu düşünüyorum.
KRİSTAL ÇOCUKLAR BİZİ GEÇİŞE HAZIRLIYOR
Bir de kristal çocuklardan bahsediliyor, bu çocukların 2012 ile bağlantısı nedir?
Kristal çocuklar, Indigo çocuklardan sonra gelen kuşak. Genetik ve düşünce olarak çok farklılar. Aslında onlar bizlere bir şeyler öğretmek, 2011-2012 yıllarında beklediğimiz geçiş alanına hazırlanmamız için geliyor. Beynimizin bazı bölgelerini kullanmadığımızdan kozmik alan bilgilerinin olduğu bölgeden o bilgileri henüz alamıyoruz. Ama bu çocuklarda bu yetenek var. Telekinezi, telepati gibi yeteneklere sahip bir gruptan bahsediyoruz.
Kirli zihinler kuantumla nasıl temizleniyor?
Siz kuantum koçluğu da yapıyorsunuz, bu sistem nasıl çalışıyor?
Kişiler aslında ne yapmaları gerektiğini bilinçaltı düzeyde bilir, ancak zihin bunu bilmez. Çünkü ego kafasını karıştırır. Zihin geçmişte yaşadığı deneyimlere göre olayları farklı olarak algılamaya meyillidir. Geneller, çarpıtır ya da bozar. ’Ne yapsam başarılı olamıyorum’, ’kimse beni sevmiyor’ vs. hepsi bir inanç sistemidir. Kuantum koçluğunda akıllıca sorularla kişinin asıl yaşadıklarını yüzeye çıkartırız. Sorularla bu kişilerin inanç sistemlerini ilk önce bilinç düzeyinde erozyona uğratıyoruz. Sonra diğer koçluklarda olmayan bir şey yapıyoruz ve bunu bilinçaltına yerleştiriyoruz. Bunun sonrasında insanlar kendi güçlerinin, yapabilirliklerinin farkına varıyor. Kuantum koçluğu çok hızlı ilerleyen bir sistem. 4 ana bölümden oluşuyor; öğrenci, yaşam, nefes ve kariyer koçluğu. Kariyer koçluğu; hem şirketlerin hem de şirket içi çalışanları ilgilendiriyor. Hedef; çalışanların şirketlerinin vizyonunu anlayabilmesi ve bu vizyona uyumlu olarak çalışabilmeleri. Her departman için farklı bir çalışma yapılması gerekiyor.
Kaynak: http://Akşam

Bilinç Çağı; 2012 (Eski Çağ’ın Kıyameti, Altın Çağ’ın Doğuşu) YENİ ANAYASA; Altın Cağın Anahtarı Artık Elinizde, Gönlünüzce …;

Bilinç Çağı

Yeni çağın ayak sesleri, bugünlerde gittikce artan ses tonu ile kulağımıza kadar geliyor. 1980 sonlarında başlayan iletişim çılgınlığı, artık herşeyin herşeyle iletişebildiği günümüzde, son merhalesine ulaşmak üzere. Bu yeni dünya, birçoğumuzun alışkanlıklarını temelden değiştirecek bir etki bütünlüğü yaratıyor. Bu değişim kimimize yeni olanaklar sağlarken, kimimizin hayatını da kabusa çeviriyor. Değişimin oluşturacağı çağın başlayacağı yılı önceden tespit etmek için, bugüne kadar dünyamızın  geçirdiği evrelere bakmamız gerekiyor.
Bilinç çağının başlayacağı 2012 yılı, hem Nostradamus'un kehanetlerinin, hem de Maya takviminin sonu olması hasebi ile önceden kendisi ile ilgili bize bazı ipuçları bırakmış zaten. Marduk adlı bir gök taşının da aynı dönemde dünyaya çarpacağının söylenmesi, bu çarpışmanın sonunda, Amerika  Birleşik Devletlerinin batı kıyısında ki Kaliforniya eyaletinin, ana kıtadan kopacağı ve bir ada halini alacağı da günümüzün astrologlarının kehanetleri arasında.
Benim 47 yaşında olacağım bir yıl olması dışında, nedir bu 2012 yılının özelliği. Çok önceden kurulmuş ebediyet saatinin çalmasına 4 yıl kala, herkesi daha çok kendisine çekmeye başlıyan bir yıl. Batıda pek çok makaleler de, bu yılda zamanın deviniminin değişeceğini ve apayrı bir faza geçileceğini belirten alıntılar yer alıyor. Bu kadar bilinmezin içinde kendimize bir yol bulmaya kalkarsak, işe nereden başlamalıyız? Bu yıla doğru ilerlerken eskiden ya da günümüzde dünyada neler olmakta? Olanlara bakarak gelecekte başımıza neler geleceğini tahmin etmemiz o kadar da zor gözükmüyor.
Birincisi: Günümüzde dünya nufusu hızla artmakta. Artan nufus, beraberinde, dünyanın kısıtlı kaynaklarının daha da hızla artan bir trend de tükenmesini getirmekte. Buzdağları erimekte, dünyayı koruyan ozon tabakası dağılmakta, sular kirlenmekte, ekolojik dengeler bozulmakta, göller kurumakta. Dünya belki de ilk var olduğu günden bu yana, varlığına kast eden bu kadar büyük bir tehdit altına hiç girmemişti.
İkincisi: Hayatın devinimi hızlanmakta. Günler modern çağın insanına artık yetmemekte. Çalışma hayatı, trafik, seyahatler, alışveriş, spor, aylık rutin ziyaretler, eğitim, sağlık problemleri, spor, dinleme ihtiyacı derken günler plan yapmakla ve aralarında boş zaman bulamamakla geçiyor. Bu düzenek, insan pisikolojisinde aynı dünya ekolojik dengesinde olduğu gibi derin erozyonlara sebebiyet vermekte.
Bu ikili süreç, bırakın dünyamızı geleceğe taşıyacak yapı taşlarını oluşturmayı, günümüzdeki modernleşmeye çalışan toplumların bile günlük hayati işlerine büyük sekteler vuracak gözüküyor. Bu kirlenme ve deformasyon karşısında insanlık kendisini yeni çağlara nasıl hazır edebilecek. Zamanla gitgide bozulan eski düzenler olmadan insanlık neyine güvenerek bu hızlı modernleşme sürecini devam ettirebilecek?
Kısaca hem kişisel dünyamız, hem de bizi cevreleyen gerçek dünya, artık bir daralma noktasına doğru hızla akmakta. Hepimiz bir müddet sonra döküleceğimiz çağlayana doğru hızla ilerlemekteyiz. Çağlayanın sesi çoktan kulağımıza gelmeye başladı, ancak kendi başımıza bu gidişe bir dur diyebilme şansımız da pek varmış gibi gözükmüyor. Peki bu gidişe bir dur denmeyecek ise, insanlığın sonunu getirecek bu iki büyük tehdite karşı konmayacak mı? Hep beraber yokoluşumuza seyircimi kalacağız? Nasıl doğa kendi sorunlarını kendi sarmalı içinde hallediyor ise. Nasıl otoburlar çoğlamaya başlayınca, et yiyenler coğalıyor. Et yiyenlerin çoğalması otoburları azaltıyor ve sonra azalan otoburlar, etoburların açlıktan ölmesi sonucunu getiriyorsa. Bu denge hayatın kendi içinde çoğalan ve azalan kefeleri ile yeni duruma kendini adapte edebilme elastikiyeti verebiliyorsa. 2012 yılıda bu gidişe bir dur denecek olan yıla işaret ediyor sanki.
Dünyanın fiziksel yapısı da, hepimizin pisikolojik yapısı da insanlığı bu seviyesi ile çok uzaklara taşıyamayacağına gore. İnsanlık bilinci bir çağ atlamadığı müddetce yok olmaya mahkum gibi gözüküyor. Yoksa eski takvimlerin son bulduğu 2012 yılı, insanlığın bu düzeydeki bilincinin öleceği ve yerine altın çağa adım atabilecek bir bilinç seviyesinin ortaya çıkacağı bir yıl mı olacak? Bu güne kadar hep görsel anlamda oluşan çağlar. İşte taş devri, bronz devri, orta çağ, yeni çağ v.s. artık ilk defa kendini bilinç anlamında ortaya koyacak ve yenileyecek. İnsanlık nesli dünyaya ayak basdığı o ilk günden sonra, ilk defa kendi özü anlamında bir çağ değişimi ile karşı karşıya kalacak. Marduk'un dünyaya çarpması sonrasında ortaya çıkacak manyetizma, İsviçre'de yapılan çağın deneyi sonrası oluşacak dalgalar, bize yeni dünyanın kapısını açacak belki de.
Bunlar hepsi bir hayalmi, yoksa bir sihirli el bizleri uzaya gidecek ve yepyeni dünyalarda yaşayacak kaliteye eriştirmek mi istiyor. Doğa, bu zor durumdan kendisini kurtaracak bir formulü gene kendi başına bulmayı becerebilecek mi, ne dersiniz?
Serdar İNAN, 
20.09.2008
2012 (Eski Çağ’ın Kıyameti, Altın Çağ’ın Doğuşu)
YENİ ANAYASA
Anayasa: Bir devletin temel kurumlarının nasıl işleyeceğini belirleyen, bazı ülkelerde yazılı, bazılarında ise yazısız genel kabul görmüş kurallar bütünüdür. Anayasa ile ayrıca kişilerin temel hak ve özgürlükleri güvence altına almıştır.
Anayasa, bir devletin yönetim biçimini belirtir. Devletin temel kanunudur Vatandaşların temel hak ve görevlerini bildirir.
Eski anayasa tanımıyla başladık ama önce yeni anayasanın doğru tanımını yaparak işe başlamalıyız. Yeni tanıma göre yeni anayasa yazılmalı. Yukarıda yazılı anayasa tanımıyla, Altın Çağ’a ışık tutan, bize bakan bölgesel gözlere rol model olan bir ülkenin elifbasının çıkması mümkün değil. Eskide çok etkili olan 1776 yılı Amerika Bağımsızlık bildirgesi de zamanında tüm dünyaya meşale tutmuş ve günümüzde Wall Street olaylarıyla eskidiğini göstermiştir. 236 sene sonra solan bir bildirge de bizim sayemizde belki üç binli yıllara kadar tüm insanlığa ışık tutan bir lazer güdümlü ışık ile değiştirilebilir.
Bağımsızlık bildirgesi, o gün Avrupa’da ki baskıdan, fakirlikten, darlıktan kaçan insanların bir infialle yazdıkları, ama sonra para ile kavuşunca tam uygulayamadıkları bir metin. Bu metin daha sonra 1789’da Fransız ihtilalini tetiklemiş ve dünyamızı günümüze taşımıştır. Bu metinde eksik olan ve bizi geleceğe taşıyacak anayasaya koymamız gereken tat nedir? ‘Önce insan ama gerçekten’ . Örnek vermek gerekirse, tüm insanlığa özgürlük vaad eden bildirge sonrası, siyah ırk kendilerinde rahatlatan bir uygulama göremediler. Siyah ırk bugün bile tam olarak batıda özgür değil. Bu anlayışla gidersek bizim kurgulayacağımız anayasanın yazısı, akılda, dilde kısaca gönülde dahi insan kendini bulmalı, tüm ülke bu yazıt üzerinde antakt kalmalıdır. Bu sebeple anayasanın felsefesi ruhu halkımızla paylaşılmalı, yüce gönüllü ulusumuzun tam katılımı mutlaka temin edilmelidir.
Irk, din, dil temalı değil ama sevgi başlıklı, bölgesel değil ama evrensel, güncel değil ama kıyamete kadar devam edecek eskimeyecek kendini yenileyebilecek bir yazı olmalı. İnsanların bize bakışıyla, bizim onlara bakmamızı gerektirmeyecek, yaratılışın ilk anının perspektifiyle, günümüzün çeşitsel anlayışlarını harmanlayabilecek, ayrılıklarımızda dahi birliğin bulunduğunu hatırlatan bir lezzette olmalıdır. Lisanı huzur veren, yönlendiren, hükmetmeyen ama dileyen arzu eden olmalı, sözde değil özde insancıl olmalı. İnsanı alıp gönüllerde çıkması gereken en yüce yere oturtmalı, yanlışın, doğrunun, hatanın, mükemmelin ayrılmaz parçası olduğunu, iyi insan olabilmenin kötüyü bilmek ve yan yana oturabilmek olduğunu idrak edebilmelidir.
Kısaca sözü bir özdeyişimle kapayayım,
‘Tüm yapraklar aynı olsa idi, nerede kalırdı ormanın güzelliği.’
Mimar Serdar İNAN
29.11.2011
İnanlar Yönetim Kurulu Başkanı
Altın Cağın Anahtarı Artık Elinizde, Gönlünüzce
İletişim çağı neticesinde, artık karanlık hiçbir nokta dünyada kalmadı. Projektörler açıldı ve heryer aydınlandı. Kredi kartları, telefon konuşmaları, alımlar, satımlar, girişler, çıkışlar, artık herşey kayıt altında. Istendiği zaman siz ne yapmışsınız, nereden geçmişsiniz kayıtlara ulaşmak mümkün..
Eskiden bilgi kralların elinde imiş. Krallar bilgiyi kullanarak güçlerine güç katar olayları istedikleri gibi yönlendirirlermiş. Artık bilgi herkesin elinde. Internet bilgiyi ışık hızında her yere saçıyor. Artık herkesin kral olduğu bir döneme giriyoruz. Bu sayede patronlar eskisi kadar güçlü değil. Babalar eskisi kadar güçlü değil. Hatta krallar dahi güçlü değil. Işte Arap baharı işte yıkılan Sovyetler vs, örnekleri çoğaltmak mümkün. Peki bu gücün yayılması dünyada neleri değiştirecek?
Değişmeyen hiçbir ilişki, kural kalmayacak. Tüm dünya düzeni bu çok başlı güçlülük hikayesiyle yeniden yazılacak. Insanlık hiçbir zaman bu kadar birbirine yaklaşmış olmayacak. Artık babalar çocuklarına, ağalar marabalarına, devletler milletlerine yanaşacak. Radikalizm, uc olmak kavramı, bencilik bitecek, bizciler tüm dünyaya egemen olacak.
Şirketler müşterilerine, doktorlar hastalarına, üreticiler tüketicilerine kulak verecek; onların istek ve arzuları çercevesinde işlerini yürütecekler. Internette Serdar İnan diye girdiğiniz zaman önünüze bir dünya açılıyor, benim bile bilmediğim nice bilgi dijital dünyada benim egemenliğim dışında dolaşıyor. Bu olgu beni de size yaklaştırıyor, yaklaştıracak. Beni, ‘biz’ yapan bir olgudan bahsediyoruz, yavaş yavaş hepimizi sarıyor, farkında olanımız var, olmayanımız var. Artık bu yeni düzene kızıp evde durmak, kalmak yok. Bu olgu ancak doğru yönetilmeye layık, yoksa tepenin dağa kızması kadar, olmazı istemiş oluruz. Bu yeni durumun, halin adı ALTINCAĞ. Başlangıç yılı 2012. Yani Maya’lara göre kıyamet! Evet kıyamet ama eski dönemin kıyameti, yeni dönemin ise doğumu.
Altıncağ’ın annesi iletişim çağı’  babası ise ‘www’ .
Hayırlı olsun...
Devamı gelecek!..