15 Kasım 2010 Pazartesi

KURBAN MAKALELERİ HAKKINDA AÇIKLAMA, YORUM VE KATKILAR...

Date: Sun, 14 Nov 2010 16:35:03 +0200 Subject: TEMİZELLERGURUBUBİZ.COM
Herkesin kurban kesmesi gerekmiyor, Dinde böyle bir mecburiyet yoktur...
From: ARZU KAYA ÖZOK; e.MAİL: arzukayaozok@gmail.com

**
""İslamiyet'te kandil geceleri yoktur!"
Peygamberin ana rahmine düştüğü gece diye gece olur mu? İlahiyatçı İhsan Eliaçık Bloomberg HT'de 'Gülin Yıldırımkaya ile HT Gündem' programında Yıldırımkaya'nın sorularını yanıtladı.
Daha önce http://www.facebook.com/l/08dcd;Haberturk.com'dan Hande Köseoğlu'na verdiğiniz röportajda, kurban kesmenin Şaman kültürü olduğunu, İslamiyet'le ilgisi olmadığını, sadece Hacca gidenler ve yakınlarının kesmesi gerektiğini söylediniz. Şaman kültüründen gelip de bizim İslamiyetle ilgili sandığımız başka ne var?
Herkesin kurban kesmesi gerekmiyor, dinde böyle bir mecburiyet yoktur. Hacca gidenler kurban kessin yeter. Eğer çok yardım etmek isteniyorsa birbirlerinin borçlarını ödesinler, faturalarına yardımcı olsunlar, sokak çocuklarına sahip çıksınlar…Bir sürü yardım edilebilecek, dayanışma gösterilebilecek, yardımlaşılabilecek yer var. Ben daha önce de ifade etmiştim: Türkiye'de bir derin din var, bir de görünen din var. Nasıl ki derin devlet var bir de görünen devlet var dinde aynen öyle,...
"İslamiyet'te kandil geceleri yoktur!"
Peygamberin ana rahmine düştüğü gece diye gece olur mu?
İlahiyatçı İhsan Eliaçık Bloomberg HT'de 'Gülin Yıldırımkaya ile HT Gündem' programında Yıldırımkaya'nın sorularını yanıtladı.
Daha önce http://www.facebook.com/l/08dcd;Haberturk.com'dan Hande Köseoğlu'na verdiğiniz röportajda, kurban kesmenin Şaman kültürü olduğunu, İslamiyet'le ilgisi olmadığını, sadece Hacca gidenler ve yakınlarının kesmesi gerektiğini söylediniz. Şaman kültüründen gelip de bizim İslamiyetle ilgili sandığımız başka ne var?
Herkesin kurban kesmesi gerekmiyor, dinde böyle bir mecburiyet yoktur. Hacca gidenler kurban kessin yeter. Eğer çok yardım etmek isteniyorsa birbirlerinin borçlarını ödesinler, faturalarına yardımcı olsunlar, sokak çocuklarına sahip çıksınlar…Bir sürü yardım edilebilecek, dayanışma gösterilebilecek, yardımlaşılabilecek yer var. Ben daha önce de ifade etmiştim: Türkiye'de bir derin din var, bir de görünen din var. Nasıl ki derin devlet var bir de görünen devlet var dinde aynen öyle, derin din 2000 yıldır değişmeyen Şamanizm'dir. İnsanlar değiştiklerini zannederler ama değişmez. Türkiye'de en güçlü ritüeller, Şaman ritüelleridir. Şamanlığın temelini de oluşturan beş şey var ve bunun üzerine bir İslami kılıf geçirilmiştir. Birincisi Gök Tanrı inancıdır, ikincisi Gökte Tanrı yerde Şaman inancıdır yani 'hoca, şeyh, pir, veli, evliya, baba, dede' bunların hepsi, eski Şamanlar'ın yerine geçmiştir. Şamanizm'de din adamı olmazsa olmazdır, tek başına Tanrı'ya ibadet edemezsin muhakkak bir aracıya ihtiyacın vardır. Üçüncüsü atalar kültüdür, atalara bağlılık esastır, doğru onlardadır, atalar şu anda türbelerde yatmaktadır ve türbelere hücumun sebebi bu atalar kültüdür.
-- O zaman türbe ve adak kültürü de Şamanizm'e dayanıyor?
Evet, buna bağlı olarak ataların hatıraları kutsal gün ve gecelerde yaşamaktadır ve kandil geceleri de oradan geliyor. Her bir kandil gecesinde bir atanın, ulunun anılmasıdır ve bu İslami dönemde Hz. Muhammed'e dönüşmüştür. Hz. Muhammed'in ana rahmine düştüğü gece diyor. Böyle bir gece olur mu? Her şeyden evvel bu ayıptır. Bu eski kültürden İslami kılıfa dönüşmüş bir söylemdir.
-- Kadir Gecesi'ni bu söyleminiz dışında mı tutuyorsunuz sadece kandillerden mi bahsediyorsunuz?
Kadir Gecesi var evet ama o da bizde bilinen anlamında değil. Esasen Kadir Gecesi'nde kandil kutlaması yapılmaz. Kadir Gecesi demek, Kuran'ın size indiği gece demektir ve toplanıp kutlamaya gerek yoktur. Kuran'ı okursunuz ve sizin ruhunuza, vicdanınıza Kuran inmeye başlar. ' Bu ışığı gördüm ve bundan sonra böyle yaşayacağım' dediğiniz andan itibaren sizin Kadir Geceniz başlamıştır. Dördüncüsü de kurban kesmektir, Şamanizm'de kurban kesmek dinin direğidir. Namaz yoktur, Kâbe yoktur, kıble yoktur her yerde kurban vardır.
-- O zaman kurban Şamanizm'de biraz İslamiyet'teki namazın yerine denk geliyor diyebilir miyiz?
Evet, biraz öyle gibidir. Beşincisi de domuz eti yememektir. Eski Türk takviminde domuz yılı vardır, uğursuzdur ve o yılda domuz eti yenmez. Bu saydıklarımdan bazıları İslam'da da var, hacda kurban kesmek, domuz eti yememek vb. Fakat bunlar Şamanizm'deki gibi değil. Şamanizm de bütün bunları yapmanın bize sevap kazandıracağını ve bütün günahlardan arınılacağını söyler. Siz türbeye gittiğinizde, kandil gecesine katıldığınızda, hayvanın kanını akıttığınızda, domuz etini yemediğinizde günahlarınızdan tamamen arınırsınız. Her günah işledikten sonra siz bunları yaptığınızda temizlenirsiniz. İslamiyet'te böyle bir şey yok.
-- Kandil geceleri için ''Peygamberimizin ana rahmine düştüğü gece' diye anılıyor böyle gece olur mu?' dediniz. Peki, kandil gecelerini kim çıkarmış? Bu geceyi kutlama nereden gelmiş ve kandil gecelerinde ne yapmamız gerekiyor?
Bunlar Hz. Peygamber zamanında yoktu. Sahabeden kimse kandil gecelerinde bir araya gelip kutlama yapmamıştır. Bunalar sonraki yıllarda imparatorlukların etrafındaki saray ulemasının halkı mabetlere toplamak ve orada denetimi sağlamak için icat ettikleri gecelerdir. Zaten mabetler namaz kılmak için yapılmamıştır, imparatorluğun gücünü göstermek için açılan tapınaklardır. Allah'ın gücünü görmek istiyorsanız Sultan Ahmet Camii'ne bakmaya gerek yok, gökyüzü çatı yeryüzü döşektir. Gökyüzüne bak Allah'ın büyüklüğü oradadır. Camiler imparatorun gücünü göstermek için yapılmıştır ve halk orada toplanır cuma namazlarında, kandil gecelerinde itaate alıştırılır. İşin kökenine gittiğiniz zaman yani Mekke ve Medine'de Peygamberimizin saf uygulamasına gittiğimiz zaman bunların hiçbirini göremezsiniz.
-- O zaman böyle bir şeyi kutlamamız mı gerekir? Kandil Gecesi'ni normal bir gün gibi o günde normal ibadetini sürdürerek geçirmeli diyorsunuz öyle mi?
Kandil gecelerinin dini hiçbir değeri yoktur ama sosyolojik değeri vardır. Halkımız o günlerde mabetleri doldurmaktadır, sosyolojik bir olaydır, insanlara 'dağılın gidin' demenin de bir anlamı yok, madem oraya toplandı insanlar bir şeyler anlatmak lazım denilebilinir. Ama bu sosyolojik açıdan, örfen bir şey ifade eder. Allah 'neden kandil gecelerinde camilerde toplanmadınız, bana şu kadar ibadet etmediniz?' diye kimseye sormaz. Böyle bir mükeffelliyetimiz yoktur. Akıp gelen tarihsel kültürden kopmak istemiyorsanız bunlara katılırsınız. Bunun kökeni İslamiyet değil, Asya halklarının, Mezopotamya havzasında yaşayan halkların kültürüdür.
-Hiçbir savunma aracına sahip olmasak bile, dişimiz tırnağımızla zayıf ve dermansız kolumuzla mücadele ederek şeref ve haysiyetimizi, namusumuzu korumayı kaçınılmaz görüyorum. Tarih, bize vatan uğrunda canını, malını esirgemeyen milletlerin asla ölmediklerini göstermektedir. Ben hayatımı, hiçbir zaman milletimizden üstün görmedim ve görmeyeceğim. Her an memleketim için şerefimle ölmeye hazırım.’
Mustafa Kemal Atatürk...
-
Üç barış vardır: Birinci barış, en önemli barıştır. İnsan ruhundadır o. İnsan, kainatla ve kainatın bütün güçleri ile olan ilişkisini, beraberliğini farkettiğinde, kainatın merkezinde Büyük Ruh'un durduğunu ve bu merkezin her yerde, her birimizin içinde olduğunu farkettiğinde birinci barış sağlanmıştır. Bu gerçek barıştır, diğerleri sadece bunun akisleridir. İkinci barış iki fert arasında olan barıştır. Üçüncü barış ise iki millet arasında yapılır. Fakat hepsinden önce, anlamalısınız ki 'gerçek barış' dediğim birinci barış, insanın ruhundaki barış yoksa ne fertler ne de milletler arasında barış olabilir.
Kızılderili Atasözü
***
Date: Sat, 13 Nov 2010 20:06:58 +0000 From: gurmangonulal@yahoo.com.tr
Subject: Ulu orta çarpıtmalarla önüne gelen müçtehit olamaz, belki maskara olur.
To: gercek.demokrat@hotmail.com 14 KASIM 2010

***
Sayın Mustafa Nevruz Sınacı yazınıza cevap veren Prof Dr. Alaeddin Yalçınkaya ya yazdığım ve bir türlü gitmeyen yazımı size de gönderiyorum. Eğer siz ulaşır ve gönderirseniz sevinirim.
Sayın Prof Dr. Alâeddin Yalçınkaya;
Tanışmıyorken sizi rahatsız ettiğim için affınıza sığınırım. 67 yıl süren ömrümün 55 yılında her düzeyde insana fen dersleri ve mesleki eğitimler vermiş biriyim. Dini duyguları yüksek bir aile ortamında büyüdüm. Çok küçükken Kuranı hatim ettim ve yine çok genç yaşımda (34) kimsenin etkisi altında kalmaksızın özgür irademle Hacca gittim. Altı sene evvel 61 yaşımda iken devlet memurluğundan emekli olduktan sonra gençliğimde aile büyüklerinin kadiri tarikatına mensup bir doktor arkadaşım söyledikleri aklıma geldi. Doktor arkadaşım Peygamberimiz döneminde Cuma namazlarında okunan hutbede halkın dertlerinin konuşulduğunu ve onların çeşitli konularda bilgilendirildiklerini ifade ediyordu ve devamla bu gün de değişik konularda uzman olan (doktor, mühendis, avukat ) gibi kişilerin konuları ile ilgili halkı bilgilendirmelerinin daha doğru olacağını söylüyordu. Bu düşünce bana doğru gelmişti. Bu söylemi biraz daha ileri götürürsek eğitimli kişilerin dini konularda da cahil kişilerin fetvalarından etkilenmemeleri için bilgi sahibi olmaları gerekiyordu.
Mühendis olduğum için kendime bir yol çizmeliydim ve bu yol Allahın Kuranına da ters düşmemeliydi. Allah Kuranında oku diyordu, dinle demiyordu. Ve yine ben Kuranı aklı olana farz kıldım diyordu. Bir başka sözüyle de anlayasınız diye bu kitabı sizin kendi lisanınızla indirdim diyordu. Bir başka ifadesi de aracıyı kaldırdım idi.
Şimdi aklı olan insan sorar Allah benim lisanım olan Türkçe bir kitap indirmediğine göre Araplar birinci sınıf ve okuyup anlayacaklar, peki diğerleri Arapça bilmedikleri için başkasından mı öğrenecekler. Hani aracı kaldırılmıştı. Bu ikilemde aklıma müracaat ettim ve cevabını da buldum. Kuranı rafa kaldıranların kıskacından kurtulmak için Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürkün kendi cebinden para vererek Elmalılı Hamdı Yazıra Tercümesini yaptırdığı kuranı okudum. Sonra ondan uzaklaşmadan Eski Diyanet İşleri Başkanı Prof Dr. Süleyman Ateşin 6 ciltlik Kuran ayetlerinin iniş sebepleri ile birlikte meali ve tefsirini okudum. Herkesin yaptığı gibi aklımda tarttım ve Allahın emrine uyup aracısız olarak anladığım kadarı ile ona bağlandım.
Sayın Yalçınkaya ben Kuran Kurban Bayramında Kurban kesmeyi emreder mi? diye bir yazı yazmıştım. Diyanet işleri başkanlığına gönderdiğim bu yazımı okuyan ve kendisini hiç tanımadığım Mustafa Nevruz Sınacı’nın gönderdiği mail de sizin kendisine yazdığınız cevabi yazınızın keskin ve Prof unvanınızla çelişen “Ulu orta çarpıtmalarla önüne gelen müçtehit olamaz, belki maskara olur.” Sözünüz üzerine yazıyorum. Doğruyu Allah bilir bizler ve sizler sadece aklımızın erdiği kadarını alırız. Ben dini konularda bir şey söylersem muhakkak okuduğumu yanlış anladıysam Allaha sığınırım diyorum. Ya siz?
Ben Diyanet İşleri başkanlığına 23.6.2010 tarihinde TERÖR konusunda ne yaptınız diye de bir yazı ile sormuş ve eğer bir şey yapmazsanız 72 milyon insanın vergilerinden oluşan bütçeden aldığınız maaşlarınızdan payıma düşeni helal etmem demiştim. Dün camilerde terör konusunda vaizler verileceği ilan edildi. Keşke bana bir teşekkür etseydiler.
Siz Mustafa Nevruz Sınacıya Kurban kesme konusunda ahkâm kesme diye bir ifadede bulunuyorsunuz. Keşke benim yazımı da okuyup lisanı münasiple Kurandan uzaklaşmadan benim Kurandan aldığım ifadeleri yine Kurandan ifadelerle düzeltseniz diyorum.
Allah herkesi doğru yola yönlendirsin.
Allah herkese uydurulan değil indirilen Kuranın yolunda yürümeyi nasip etsin.
13.11.2010
Gürman Gönülal
Elek. Yük. Mühendisi

4 Kasım 2010 Perşembe

kurban bayramı, hacc farizası ve "kurban kesmek" üzerine düşünceler...

KURBAN ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Mustafa Nevruz SINACI
Gerçekte ülkeyi idare etmekten aciz; bilerek, kontrollü, koordine ve organize pahalılık, kaçakçılık, kayıt/kapsam dışılık yoluyla, kendilerine bir yandaş - yoldaş sınıf yaratma çabası içinde kıvranan politik-ACI’lar; Fayda yerine zarar, sorun, sıkıntı, ziyan, hasar üretiyor; İyi İnsanları çileden çıkartıyor, günlük hayatı zorlaştırıyor, halkın yaşama sevincini baltalıyor, milli/moral ve manevi değerleri törpülüyor, dürüst yurttaşa zulmediyor, bezginlik veriyorlar!..
Örneğin: Doğu ve Güney Doğu’nun büyük bölümünde elektrik, su, telefon, doğalgaz gibi tüketim ücret bedelleri tahsil edilemiyor. Aynı bölgede devlete maliyeti ve halka negatif yansıması milyarlarca doları bulan canlı/cansız hayvan/et/benzin/mazot/sigara/alkol, elektrik, elektronik mal kaçakçılığı; Patlayıcı madde, uyuşturucu, silâh ve yasa dışı mühimmata dayalı ticaret yapılıyor… Ülkede organ mafyası, kara para çetesi, insan ve kadın tacirleri cirit atıyor.
Üstelik bu ihmal ve suiistimalin bedeli “haksızca” diğer bölgeler halkına ödetiliyor!..
Politik-ACI’lar, her vesileyle iğrenç yalanlar söyleyerek hakikati ret, inkâr ve yaşanan trajediyi perdeleme cihetine gitseler de, vahamet ortada. Dolayısıyla bu kaotik hayat şartları, halkı alternatif çözümler üretmeye, meşruiyetini yitiren palyatif yönetim unsurlarına karşı pasif direniş ve vaki uygulamaları sorgulayıp kamu vicdanında yargılamaya yöneltmektedir.
Sebebi hikmeti et/beslenme sorununa dayanan ve yönetim aczinden kaynaklanan bir direniş, ilmi dayanak ve vahyi mesnetten kopukluk nedeniyle cari uygulamalara baş kaldırma, sorgulama, yargılama ve irdeleyiş şimdilerde “KURBAN” konusunda gözleniyor.
Bazı vatandaşlar ile konuyla alâkalı STK’lar şöyle beyanlarda bulunuyor:
“Bir yanda gırtlağı kesilerek katledilen binlerce hayvan diğer yanda canlı-canlı derileri kürkleri soyulan/sökülen hayvanlar!... Burada bir acı veya zulüm hiyerarşisi yapabilir miyiz? Sonuç olarak; biri diğerinden daha az zalim değil...” (haykod)
“Ayrıca, kurban da beslenme temelli bir amaç yoktur. Köklerine baktığımızda kan akıtmakla ilgili olduğunu ve zaman içinde buna bir ‘yardımlaşma-dayanışma’ süsü verilmiş olduğunu görürüz. Ama kurbanın temelinde tanrı için kan dökmek ve ibadet vardır.” (haykod)
“Kürk endüstrisi ile kurban karşılaştırması yapacak olursak, kürkün zengin elitlerin zevki; kurbanınsa daha alt veya orta sınıflardaki insanların inancı olduğunu görebiliriz. Şimdi çok uluslu marketler veya şirketler bunu tekelleştirmeye doğru götürüyor..,” (hayvan ekoloji)
“Ne dersiniz? Kürk mü? Kurban mı? Katliam ifadesi daha yakışıyor. Birinde besin, diğerinde lüks var. Kürk bir ihtiyaç değil israf, hayvanlar için büyük zulüm, vahşet, işkence. Çünkü deri hayvana ıstırap vermeden elde edilebilir. İnsanlar öyle görüyor!.. Deri ve kürk bir arada kullanılınca vahşet büyük ölçüde gizlenmiş oluyor. Zira kürk, hayvanın kanını emmesin diye özellikle canlı, canlı yüzülüyor. Çok zalimce. (Hamiyet Şahin)
“Hayvanların kurtuluşundan yana olan tüm bireylere çağrımızdır!
Kurbanlık olarak yetiştirilen, doğumlarından ölümlerine kadar çektikleri acı ve zulüm göz ardı edilen milyonlarca hayvan, katliam (kurban) günleri için pazarlanmaya hazırlanıyor. Medya, her sene olduğu gibi ekonomik krizin vurduğu kurbanlık satışlarından ve kurban günlerindeki kanlı görüntüleri işaret ederek daha modern katletme biçimlerinden dem vuracak olsa da bizler önceki senelerde olduğu gibi bu sene elimiz kolumuz bağlı oturmayacağız.
Hayvanların kurtuluşundan yana ve onların hakları olduğuna inanan tüm bireyleri, kurban günlerinde eve kapanmamaya, sokağa çıkıp insanlara bu kültürün ne kadar acımasız ve zalim olduğunu hatırlatmaya çağırıyoruz. Bayram sabahı uyandıklarında insanlara, o günün kendileri için bayram olduğunu, ama hayvanlar için aslında bir kıyamet günü olduğunu hatırlatmak, katledilen hayvanlar için ağlayıp sızlamaktan daha etkilidir.
Kurbanları kesimden kurtarmak her ne kadar yapılacak en doğrudan eylem olsa da, potansiyellerimizi bilerek hareket etmemiz daha dürüst bir tavır olurdu. Şu an bu çağrıyla, birçok eylemde olduğu gibi az da olsa risk barındıran, ancak herkes için uygulanabilir olan başka bir eyleme sizleri davet ediyoruz.” (Hayvan Özgürlüğü İnisiyatifi)
KURBAN ÜZERİNE
“NEGATİF” DÜŞÜNCELER
Mustafa Nevruz SINACI
Konuyla ilgili vakıf, dernek vd, STK görüşlerini aktarmaya devam ediyoruz:
“Birkaç gün öncesinden başlayarak bayram günlerinde de devam eden bir kampanyayı öneriyoruz. Bizler, İstanbul'un birçok semtinde, mahalle ve ana arterlerde kurbanın aslında bir zulüm ve katliam olduğunu duvarlara yazacak, hayvan boğazlamayı ve boğazlatmayı öven, teşvik eden pankartları tahrip edeceğiz.
Mahallelerde, semtlerde ve ana arterlerdeki duvarlarda bu zulmü teşhir eden ne kadar çok yazılama olursa ve katliamın reklâmını yapan dokunaklı pankartlar ne kadar çok tahrip edilirse hayvanların kurtuluşu yönünde etkinin daha fazla olacağını düşünüyoruz. Elbette ki aynı oranda karşı tepkiyi, muhafazakâr kesimden de alacağımızı düşünüyoruz, ancak hiçbir gerekçe bu zulme seyirci kalmamızı haklı gösteremez.
Şayet daha etkili başka bir öneriniz yoksa sizleri o günlerde kurban katliamına karşı eş zamanlı tepki vermeye ve güçlü bir etki yaratmaya davet ediyoruz. Eylemimiz çok karmaşık veya zorlu süreçleri içermiyor. İhtiyacımız olan şeyler sadece; zulme karşı öfke, birkaç sprey boya, bir maket bıçağı ve tercihen birlikte hareket edebileceğimiz insanlar... Sabah uyandıklarında mahalle duvarlarında "Kurban Katliamdır!" yazılamalarıyla karşılaşan insanların üzerindeki şok etkisini düşünün! Ve bunun bütün şehre yayılmış olduğunu düşünün! Olumlu veya olumsuz, bir şok etkisi ve bir tepkiyi yaratacağından şüphe yok!
Katliam günlerinde evlere kapanıp 3 maymunu oynamaktansa, sokakta, hayvanlara yaşatılan zulme karşı yapabileceğimiz daha hayırlı işler olduğuna inanıyoruz. Bu konuda yapılacak her türlü faaliyet ve eylemi destekliyoruz.”
DİB’nın Çağrı, Araştırma, Yaklaşım ve Yorumları:
“Kurban kesmeyin derim. Kurban Bayramı'nda kesilecek hayvanlar, Türkiye'de canlı hayvan rezervini tehlikeye mi sokacak? Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu, "Kurban Bayramı'nda kesilecek hayvanların, Türkiye'nin canlı hayvan rezervini tehlikeye sokabileceği" iddiaları üzerine çalışma başlattı. Konuyla ilgili veri toplanmasını isteyen Bardakoğlu, "Bir tehlike görürsem 'Bu yıl kurban kesilmeyebilir' derim" mesajı verdi.
Türkiye'de hayvancılıkta yaşanan kriz, et ithalatını gündeme getirirken, bu yıl Kurban Bayramı'nda kesilecek hayvan sayısının sorunu daha da derinleştireceğinden korkuluyor. Başta meslek odaları ve sivil toplum kuruluşları olmak üzere ilgili birimlerin bu konudaki uyarılarını dikkate alan Bardakoğlu, şunları söyledi:
“Verileri toplattırıyorum. Tarım ve Köyişleri Bakanlığı, konuyla ilgili sivil toplum örgütleri ve meslek odalarının elindeki verileri bildirmeleri talimatı verdim. Gelen bilgiler ve onlarla yapacağımız değerlendirmeler sonucunda bir karara varacağız.”
Kimileri 'Kesilmesinde bir sakınca yok' diyor, kimileri de 'Kesmeyelim' diyor. Tüm kesimlerin değerlendirmelerini alacağız. Eğer bu yıl kurban edilecek hayvanların, canlı hayvan stokunu olumsuz şekilde etkileyeceği sonucu ortaya çıkarsa, biz de bu konuda fikrimizi söyleriz. Bir tehlike görürsem 'Bu yıl kurban kesilmeyebilir' derim.
Dişileri kesmeyin!.. Kıtlık, doğal afetler ve benzer gelişmelere bağlı olarak kurban kesiminden vazgeçilebilmesinin dinen bir sakıncası olmayacağı vurgusu yaparız. Ancak, hiçbir olumsuz gelişme olmaması halinde dahi, özellikle dişi hayvanların kurban edilmemesi gerekir. Kısır olduğu kesinleşenler dışında dişilerin kurban edilmesi doğru olmaz.
Pakistan örneği: Örneğin bir süredir, vekâletle kurban kesimi yoluyla Pakistan'da
kurban kesiyorduk. Ancak Sayın Başbakan'la hafta başında Pakistan'a yaptığımız ziyarette de oradaki temsilcilerimize şunu söyledim: Burada kurban keseceğiz diye, ülke halkına zarar vermeyelim. Çünkü sel nedeniyle binlerce hayvan telef oldu. Bir de biz kurban keseceğiz diye
halkın elindeki hayvanları alırsak onlara, iyilik değil, uzun vadede kötülük yapmış oluruz.”
Sonuç: DİB, Türkiye’de ki hayvan stokunun yeterli olduğu ve kurban kesilebileceği açıklamasında bulundu. Fakat, “kurban” sorunu vuzuha kavuşmadı!.. 25 Ekim 2010
DİYANET;
BİD-AT’LER VE KURBAN
Mustafa Nevruz SINACI
“Diyanete başörtüsünü sordular geçtiğimiz günlerde. ‘Biz bilmeyiz, siyaset bilir’ türü bir cevap verildi. Yani başörtüsünün dini vecibe olup olmadığına cevap verilmedi. İş kurban kesimine geldi. Komşularına canlı hayvan ihraç eden, et satan Türkiye’de hayvancılık can çekişiyor. Sekiz yılda nasıl bu hale geldi kısmını geçelim. Neticede iktidar canlı hayvan ithaline başladı. Boy boy anguslarla tanıştık. Et fiyatı inmedi fakat milletin gözü doydu.
Canlı hayvan yetmeyebilir, önümüz Kurban Bayramı. Diyanet İşleri Başkanı canlı hayvan rezervini tehlikeye sokabileceği iddiaları üzerine, “Kurban kesmeyin diyebiliriz” derken, siyasilerce kulağı mı çekildi!.. anlayamadık!.. Akabinde basın toplantısı düzenleyerek “Herhangi bir sıkıntı ile karşı karşıya değiliz. Bu itibarla kurban kesimini etkileyecek bir şey söz konusu değil'' dedi Bardakoğlu. Hayvancılık gerçekten krizde mi? Yoksa AB’ye verilen taahhütler mi yerine getiriliyor orası bilinmiyor!..
Ayrıca o basın toplantısında başörtüsü konusuna da açıklık getirdi
DİB Başkanı; “Başörtüsü dini bir vecibedir, bir kadının başörtüsünü takması İslâm’ın ön şartı değildir. Bir kadın başını örtse de örtmese de kendisi Müslüman olduğunu söylüyor ise Müslümandır. 14 asırdır kadınlar dini vecibe olarak gördükleri için başlarını örtmüşlerdir. Kurumumuz da her dönemde 'başörtüsü örtülmeli’ dedi.” (18 Ekim 2010) Bardakoğlu’nun başörtüsü konusunda söyledikleri sorguya muhtaçsa da, şimdilik konumuz değil. Diyanet her iki konuda, keskin bir u dönüşü yaptı onu söyleyeyim yeter.” (Neval Kavcar)
Sayın Kavcar, DİB Başkanı Bardakoğlu’nun, sorguya muhtaç çelişkili beyan ve keskin ‘u’ dönüşünü irdelemek ve eleştirmek istemiyor! Ancak, DİB’in sorguya muhtaç fiil, muğlak söylem ve izahı mucip eylemleri pek çok!.. Örneğin, Cuma’ya dâhil edilen Zuhr-u ahir, vaktin sünneti gibi bid-at’den olan namazlar; Fitre, sadaka ve zekât gibi yardımlarda, maksada aykırı inisiyatif ve tasarruflar; Kul hakkı, suç/günah ve af gibi istismar edilen kavramlar; Hacc, Oruç ve nihayet Kurban ile alâkalı sayıları yüzleri bulan bid’at, bid’at-ı hasene, adet ve hurafeler...
KURBAN İSTİSMARININ ÖTEKİ (kirli) YÜZÜ!..
Yukarda sözü edilen bid’at, sapma, istismar, suiistimal ve hurafeler İslâm’a vahamet derecesinde zarar veriyor. Müslümanların dünya lideri, kür’e-i arz’ın adalet güneşi, efendileri ve inkişafın (gelişmenin-yükselmenin) dinamosu olmaları gerekirken, tam aksine “geri kalma nedeni” gibi gösterilmeleri, bu kör inat, yanlışlarda ısrar, ihtiras ve menfaat hırsındandır.
Kurban vurgunu; Ankara Emniyeti'nce başlatılan Operasyonla gözaltına alınan ve aralarında LÖSEV, Deniz feneri derneği, Mehmetçik Vakfı başkanlarının bulunduğu 31 kişi adliyeye sevk edildi. THK Genel Başkanı Osman Yıldırım'ın serbest bırakıldığı operasyonda gözaltına alınanlar; vekâletle bağışlanan 215 bin hayvanın sadece 3'te birini keserek, yaklaşık 60 milyon TL haksız kazanç elde ettikleri iddia ediliyor. (ANKA, 23 Aralık 2009)
İşte, yıllardır sürüp giden aldatmaca, kandırmaca, nitelikli dolandırıcılık, organize din ticareti ve apaçık insanlık düşmanlığı. Olayın içinde, kamuoyunda saygınlığı ile bilinen büyük firmalar, Cumhuriyet kurumları, TSK ilişkili vakıflar, varlık nedeni soygun/vurgun olan sözde yardım dernekleri var. Bu menfur ve melânet güruh tarafından sahte evrak düzenleniyor, hile, desise yapılıyor. İhalelere fesat karıştırılıyor. Dini vecibeler, insani boyut, hak-adalet, hukuk ve ahlâkla bağdaşmayan fiil ve tasarruflarla Müslümanlar soygun ve vurguna kurban ediliyor. Suçlular arasında, Allahın belâsı, domuzlaşmış, alçak-menfur ve melânet noter vekilleri, vakıf denetçileri, veteriner hekimler, din görevlileri, kombina sahipleri, stk başkanı, şirket sahipleri ve çalışanları var. Suçlular, kesilmesi gereken hayvanları kesilmiş gibi gösterip sahte belge tanzim ederek, haksız/haram kazanç sağlıyor, suçlarını sahtekârlık ve yalancılıkla örtüyorlar.
Bu menfur eylemin bir-kaç yıllık faturası milyonlarca kurban ve trilyonlarca TL!..
Ulvi bir ibadet, uhrevî mükâfat, af, rahmet/bereket ve mağfiret kapısı olarak görülen kurban nelere kaadir!.. Algılama-uygulama biçimindeki yanlış bakınız nelere vesile olmakta.
Sebep: Ancak Kâbe’de (Hac’da) ifası caiz kurban kesiminin, yanlış mekânda icrası…
BAYRAM, “HACC” VE KURBAN (1)
Mustafa Nevruz SINACI
Istılah da, (Kurban Bayramı’nda) sadece “harem-i şerif’te, yani Kâbe-i Muazzama da” Hacc farizasını yerine getirenler kurban kesebilir.
Akika, adak ve kefaret gibi haller dışında; Özellikle de, “Kurban Bayramına özgü bir ibadet” biçiminde algılanarak kurban kesmemek gerekir.
Zira Kurban kesmek ancak Hacda farzdır veya aynı manada vaciptir.
Peygamber Efendimiz sadece hacda kurban kesmişlerdir.
Kur-an’ı Kerim, sadece hac yaparken kurban kesmeyi emreder.
BUNA GÖRE:
“Kurban kesmek ancak, Hacc (Kâbe/Mekke-i Mükerreme/ Mescid-i Haram) da farz veya aynı manâda vaciptir. Bu iki terim aslında aynı şeyi ifade eder. Bunun dışında kurban kesmek müstehap (Sevilmiş şey, yapılması sevaplı olan. Peygamber Efendimizin bazen yapıp bazen terk eylediği, farz ve vacibin dışındaki sevaplı işler. Sevaplı iş, nafile, mendup, fazilet, edeb, tatavvu) sünnetlerdendir.
Hacda kurban kesemeyenin 3 gün orada 7 gün döndükten sonra oruç tutması farzdır.
Artık Mekke'de kesilen kurbanların fakir ülkelere gönderilme imkânı vardır.
Geçmişte, Kâbe’de kesilen Kurbanların telef ve zayii olması Selefiyeci Vahhabilerin dar kafalılığından kaynaklanmakta idi.” (Fazıl Agiş, Emekli Öğretim Görevlisi, Müçtehid ve Fakih)
“Kurban kesmek, hacc ibadetini yerine getirenler için bir vecibedir.
Ancak Türkiye’de ‘zengin’lerin yerine getirmesi gereken bir ibadet biçimi olarak algılanmaktadır. Bununla birlikte, kurban etinin bir kısmının fakirlere dağıtılması kaydı şartıyla bunun (uygulamanın) hayırlı bir “gelenek” olduğu söylenebilir. (Prof. Dr. Ömer Özsoy, Prof. Dr. İlhami Güler, Sistematik Kur’an Fihristi; 364)
“Kurban, haccı yaşayanların bayramıdır.
İhramlanıp Arafat’ta gündüzleyen, Meş’ar’e doğru akan, Müzdelife’de geceleyen hacılar, ertesi sabah şeytan taşlar, tıraş olur ve ihramdan çıkarlar. Artık hacc tamam olmuş sayılır. Arafat’ta yaşadığı muarefe, yani Rabbiyle tanış olma sınavından geçen, Meş’ar’de gece boyu kendi içine dönüp şuurlanma sınavı veren hacı, artık bayram sabahına tıpkı Ramazan Bayramı sabahı yaşadığımız gibi bir tür çözülme ya da serbestleşme ile girer.
İhramda iken tek bir kıl bile koparılmasına izin verilmezken, bir yeşil yaprağı koparması yasakken, bayram sabahı bir canı, bir hayvanı boğazlamak üzerine vacip olmuştur. Hacının ihramı, bu anlamda Ramazanın orucuna benzer. Oruçlu Ramazan Bayramına dili çözülmüş; hacı ise Kurban Bayramına eli çözülmüş olarak girer.
Kurban Bayramı sabahı, hacıdan bir önceki gün yasaklananları yapması emredilir.
Kıl koparamazken tıraş olması istenir.
Bir yaş yaprağı bile koparması men edilmişken kurban kesmesi istenir.
Eli çözülmüştür artık. Şeytanı taşlamaya da hak kazanmıştır. Müzdelife’de yaşadığı şuurlanma / bilinçlenme sırasında toprağı kazarak topladığı taşlarla birlikte, eliyle ettiği / edeceği ne kadar kötülük varsa şeytanın yüzüne savuracaktır artık…
Hacı Kurban Bayramının sabahına ferahlamış olarak girerek, sınavlarını geçmiş, engelleri aşmış olarak girer. Gün, kelimenin tam anlamıyla bayramdır artık.
Haccı yaşayanlar bu bayramı iyi bilir, iyi hisseder.
Kurban kesen elin kendi nefsinin (vücudunun) emrinde olmadığını, şeytana taş atarken eliyle ettiği şerlerin kendinden geldiğini, kestiği kurbanın ve hatta kendi kılının da kendi mülkü olmadığını bilerek eder bayramını. Öylece kurban ‘kurban’ olur; Rabbine “yakınlaşma” günü olur. Kurban bir can sınavıdır. Kurban bir yakınlık sevdasıdır.
Kurban bir varlık sorunudur. Elimizdeki bıçak önce canımızın boynuna değer, varlığımızın boyutlarını keser ve Rabbimizden uzaklığımızı ölçer.”
(Senai Demirci, www.muhammedmustafa.net)
BAYRAM, “HACC” VE KURBAN (2)
Mustafa Nevruz SINACI
Yukarda ve önceki yazılarda açıklandığı üzere ‘kurban kesmek’ Hac ibadeti dâhilinde ve bu anlamda bir vacip olarak kabul edilmiştir. Dolayısıyla Kurban Bayramı, Müslümanların Mekke, Haremi Şerifte, yani kutsal Hacc mahalli olan Kâbe’de toplanarak; yıllık mutat İslâm kongresi vesilesiyle birbirleriyle kucaklaşmaları, ümmetin sorunlarını müşavere ve müzakere etmeleri ile Hacc’la birlikte yeniden hayat bulmaları nedeniyle (geride kalanlarca) yapılan bir kutlamadır. Kutlama, Kâbe de kurban kesim ile birlikte ‘bayram namazı’ merasimi ile başlar.
Mekke dışında, hacca denk, geleneksel ve dinsel bayram olarak idrak edilen bu kutlu merasimin amacı: Alnımızın değdiği kıble kadar yakın, tek bir secdeyle gidip gelinecek denli yanımızdaki; İnsanlığın ilk mâbedi ve çevresinde yaşanan mübarek hac sevinci, kutsi heyecan ve telaşı idrake gayret etmektir. Haccı, hacıların gönlüne girerek yaşamaktır. Hayatları hac’la yeniden hayat bulan ve adeta yeniden doğan büyüklerimiz, yakınlarımızın feyiz, af-mağfiret, bereket ve rahmetini paylaşmaktır.
İşte, Bayrama, kurban bayramına öylece varmak ve sanki ‘biz’de Haremi Şerif’te, Kâbe huzurunda, Hacer-ül Esved karşısında imişiz gibi’ tali bir ibadet şuuru içinde idrak etmek gerekir!.. Kurban bayramından maksat yakınlık ve yakınlaşma manâsına gelen kurb, müminin cisim/madde çeperini aşarak Allah'a yaklaşması demektir. Unutmayalım ki, kurban, kelime anlamı ile Allah'a yakınlaşmak gayesiyle, O'nun verdiği mallardan, kurban edilmesi mümkün olan birini, yine O'nun rızası için HACC’da boğazlamak demektir.
Bu husus, Bakara Suresi: 196, Al-i İmran Suresi: 183, Mâide Suresi: 2, 27, 95, 97, Hac Suresi: 28, 33, 34, 36, Saffât Suresi: 107, Fetih Suresi: 25 ve Kevser Suresi: 2. âyetleri ile Hz. Aişe (ra) ve Sahabe’den Ebu Hureyre (ra), Zeyd İbnu Erkam (ra), İbnu Abbas (ra), Ümmü Bilâl Binti Hilâl (ra) Uveymir İbnu Eskar (ra) ve Hazreti Cabir (ra)’ın naklettikleri Hadis-i Şerifler ile sabittir.
Şu hale nazaran: Başta Namaz, Oruç, Zekât ve Hacc olmak üzere her biri ilâhi emir ve tıpkı ‘H2O’ gibi orijinal formülden ibaret ibadetler; Orijinal biçim, emredildikleri usul, esas ve şekilde algılanarak uygulanırsa doğru olur. Temel âdet (evrensel kural) ve ibadetlerde zaruret harici tolerans yoktur. Ancak tali (tamamlayıcı, bütünleyici) ibadetlerde bu düşünülebilir.
Örneğin: Kurban Bayramı bir “kavurma bayramına” benzetilemez, dönüştürülemez!..
İslâm ve iman’ın şartlarını noksansız uygulamayan; Doğruluğu-dürüstlüğü, adalet ve fazileti emretmeyen, kötülükten men etmeyen (emri bil maruf, nehyi anil münker); Kur-an’da vahiyle sabit haramlardan sakınmayan, yasaklara aldırmayan, basiret, adalet, ibadet ve medeniyet ile ilgili emirleri uygulamayan; İslâm âleminin kalkınmasına, gelişmesine, yükselmesine katkıda bulunmayan kişinin Müslümanlığından söz edilemez!.. Namaz kılmayanın, oruç dâhil ‘ibadet’ yollu yaptığı hiçbir eylem makbul ve muteber sayılamaz. Müslümanlar zahire (görünene) göre hükmeder. Gaybı sadece Rab bilir. İlim ve iman ile amel etmek, eylem ve söylemde bir olmak insan ve İslâm olmanın en ve tek belirgin işaretidir.
İslâm’da ilmin kaynakları, tatbiki iman ve ibadet dayanakları Ayet, Hâdis, İcma-i ümmet ve içtihat olup; Ülkemizde kurulu DİB ve benzeri kurum/kuruluşların, (Müslüman halkın rey, rıza ve muvafakati ile seçilmemiş olmaları nedeniyle) hüküm irsali, yorum ve içtihat’a hak ve yetkileri yoktur. Bu tür kurumlar, yerleşik İslâm ümmetinin ibadet, mâbed, imar, inşa, idame ve ihyası ile namaz kıldırma memurlarının idaresi gibi muamelat işlerini tedvir vazifesi ile kaimdir.
Müslümanlıkta, İsa ve Musa şeraitlerinde olduğu gibi bir ruhban sınıfı yoktur.
İcma-i ümmet ve içtihat hakkı bizatihi Müslüman ahali, âlim ve ileri gelen müminlere aittir. Dolayısıyla DİB adına bir kişi çıkıp da: Kurban bayramında “kurban kesilir” veyahut da “kestirmeyiz” deme hakkına sahip değildir. Tıpkı başörtüsü konusunda ayet, hadis dışında tek bir kelime edemeyeceği gibi; tarikat ve cemaat tasallutu olmaksızın; Hak rızası için, adalet ve faziletle ümmeti temsil eden müminlerin reyi ile tertip ve teşekkül edinceye kadar!..
BAYRAM, “HACC” VE KURBAN (3)
Mustafa Nevruz SINACI
Dönem itibarıyla, muharref şeraitle yönetilen Hıristiyan ve Musevi/Yahudi yönetim unsurları tarafından İslâm âlemi, Müslüman ülkeler ve halkları adeta bir hasım ve düşman olarak algılanmakta;, Başta Irak ve Afganistan olmak üzere pek çok İslâm ülkesine tasallut, işgal ve tecavüz edilmiş bulunulmaktadır.
Yanı sıra, Müslümanların ağırlık, yoğunluk ve çoğunlukta olduğu ülkelerin hiç birisi hâkim, hükümran, özgür ve bağımsız değildir.
Fakirlik, cehalet ve geri almışlık; Düne kadar dünyayı peşinden sürükleyen Müslüman ülke ve halkların önde gelen sorunudur.
Bunun başlıca nedeni:
Müslümanların insan hakları, adalet ahlâkı, eşitlik ve hukukun üstünlüğü ilkelerinden sapmış; Ticaret ve siyasette fazileti terk etmiş; Kur-an’ı Kerim’in emir ve yasaklarını bir kenara itmiş, gözden çıkartmış ve tefessüh etmiş, gaflet ve dalalet içinde “batı bataklığına” batmış olmalarından kaynaklanmaktadır.
Sebep:
Mezhepçiliğin hâlâ ön plânda tutulması ve içtihat kapılarının açılmamasıdır.
Oysa zaman, ittihad (işbirliği) ve tevhid (birlik) zamanıdır.
Bu nedenle İslâm da içtihat kapısı asla kapatılamaz, kapalı tutulamaz.
Çünkü İslâm dininin güncelliğini, güzellik, tazelik, sadelik, asra önderlik ve kamu vicdanına istikamet kazandırması dirilik ve zindelikle mümkündür.
Bu imkân ise ancak içtihat kapılarının açık olması ile kabil ve mümkündür.
Örneğin, Şiiler hiçbir zaman müçtehitsiz kalmadıkları içindir ki, her çağda hâsıl olan sıkıntı ve sorunlara çareler, çözümler üretmiş ve uygulamışlardır.
Buna mukabil Sünnilerde (ehlisünnet ve’l cemaat mezheplerinde) Abbasi halifesinin Memluklulara sığınmasının akabinde Sultan Baybars'ın emriyle dört Mezhebin içtihadına bağlanmak şartıyla birlikte “bu yapılan içtihatların dışında” içtihat yapmak yasaklanmış ve bu yasak asırlar boyu süregelmiştir.
Bu da ayrı ve önemli olay olup Ümmeti bağlamaması gerekir.
Keza, İmam-ı Gazali’nin benzer bir hükümle “bundan böyle içtihad kapıları kapanmıştır” demesi İslâm’a ve Müslümanlara bin yıldır çok büyük zararlar vermektedir.
İşin doğrusu:
Saltanat sahipleri, işgalci ve sömürgeciler, düzenlerini rahatça sürdürmek için, şeytanî bir kurnazlıkla, “İçtihat kapısı kapanmıştır.” hükmünü koydurmuşlardır.
Öyle ki, mezhep içtihatları dokunulmaz tabular hâline getirilmiş; Kur-an’ın önüne geçirilen bu akaid (kural) ve içtihatların, tabii ki günümüz ihtiyaçlarını karşılaması mümkün değildir. Çünkü insan dünyayı tanıdıkça, yeni ihtiyaçları olmakta, sanayi geliştikçe, her alanda bilgiler geliştiğinden, daima yeni içtihatlara ihtiyaç duyulmaktadır.
Tıpkı kurban vs ibadetlerin uygulanmasında olduğu gibi…
EK’LER:
Ek: 1) KURBAN AYETLERİ:
Bakara Sûresi (196) Haccı da, umreyi de Allah için tamamlayın. Eğer (düşman, hastalık ve benzer sebeplerle) engellenmiş olursanız artık size kolay gelen kurbanı gönderin. Bu kurban, yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. İçinizden her kim hastalanır veya başından rahatsız olur (da tıraş olmak zorunda kalır)sa fidye olarak ya oruç tutması, ya sadaka vermesi, ya da kurban kesmesi gerekir. Güvende olduğunuz zaman hacca kadar umreyle faydalanmak isteyen kimse, kolayına gelen kurbanı keser. kurban bulamayan kimse üçü hacda, yedisi de döndüğünüz zaman (olmak üzere) tam on gün oruç tutar. Bu (durum), ailesi Mescid-i Haram civarında olmayanlar içindir. Allah'a karşı gelmekten sakının ve Allah'ın cezasının çetin olduğunu bilin.
Âl-İ İmrân Sûresi (183) Onlar, "Allah bize, ateşin yiyeceği bir kurban getirmedikçe hiçbir peygambere inanmamamızı emretti" dediler. De ki: "Benden önce size nice peygamberler açık belgeleri ve sizin dediğiniz şeyi getirdi. Eğer doğru söyleyenler iseniz, niçin onları öldürdünüz?"
Mâide Sûresi (2) Ey iman edenler! Allah'ın (koyduğu din) nişanelerine, haram aya, hac kurbanına, (bu kurbanlıklara takılı) gerdanlıklara ve de Rab'lerinden bol nimet ve hoşnutluk isteyerek Kâ'be'ye gelenlere sakın saygısızlık etmeyin. İhramdan çıktığınızda (isterseniz) avlanın. Sizi Mescid-i Haram'dan alıkoydular diye bir takımlarına beslediğiniz kin, sakın ha sizi, haddi aşmaya sürüklemesin. İyilik ve takva (Allah'a karşı gelmekten sakınma) üzere yardımlaşın. Ama günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın. Allah'a karşı gelmekten sakının. Çünkü Allah'ın cezası çok şiddetlidir.
Mâide Sûresi (27) (Ey Muhammed!) Onlara, Adem'in iki oğlunun haberini gerçek olarak oku. Hani ikisi de birer kurban sunmuşlardı da, birinden kabul edilmiş, ötekinden kabul edilmemişti. kurbanı kabul edilmeyen, "Andolsun seni mutlaka öldüreceğim" demişti. Öteki, "Allah ancak kendisine karşı gelmekten sakınanlardan kabul eder" demişti.
Mâide Sûresi (95) Ey iman edenler! İhramlı iken (karada) av hayvanı öldürmeyin. Kim (ihramlı iken) onu kasten öldürürse (kendisine) bir ceza vardır. (Bu ceza), Kâ'be'ye hediye olarak varmak üzere, öldürdüğünün dengi olup, içinizden iki âdil kimsenin takdir edeceği bir kurbanlık hayvan; veya yoksulları yedirmek suretiyle keffaret; yahut onun dengi oruç tutmaktır. (Bu) yaptığı işin kötü sonucunu tatması içindir. Allah geçmiştekileri affetmiştir. Fakat kim bir daha böyle yaparsa, Allah ondan intikam alır. Allah mutlak güç sahibidir, intikam sahibidir..
Mâide Sûresi (97) Allah; Ka'be'yi, o saygıdeğer evi, haram ayı hac kurbanını ve (bu kurbanlara takılı) gerdanlıkları insanlar(ın din ve dünyaları) için ayakta kalma (ve canlanma) sebebi kıldı. Bunlar, göklerde ve yerde ne varsa hepsini Allah'ın bildiğini ve Allah'ın (zaten) her şeyi hakkıyla bilmekte olduğunu bilmeniz içindir.
Hac Sûresi (28) Gelsinler ki, kendilerine ait bir takım menfaatlere şahit olsunlar ve Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği (kurbanlık) hayvanlar üzerine belli günlerde5 (onları kurban ederken) Allah'ın adını ansınlar. Artık onlardan siz de yiyin, yoksula fakire de yedirin.
Hac Sûresi (33) Sizin için onlarda belli bir zamana kadar bir takım yararlar vardır. Sonra da kurbanlık olarak varacakları yer Beyt-i Atik (Kâbe)'dir.
Hac Sûresi (34) Her ümmet için, Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerine ismini ansınlar diye kurban kesmeyi meşru kıldık. İşte sizin ilahınız bir tek ilahtır. Şu halde yalnız ona teslim olun. Alçak gönüllüleri müjdele!
Hac Sûresi (36) kurbanlık büyük baş hayvanları da sizin için Allah'ın dininin nişanelerinden kıldık. Sizin için onlarda hayır vardır. Onlar saf saf sıralanmış dururken (kurban edeceğinizde) üzerlerine Allah'ın adını anın. Yanları üzerlerine düşüp canları çıkınca onlardan siz de yiyin, istemeyen fakire de istemek zorunda kalan fakire de yedirin. Şükredesiniz diye onları böylece sizin hizmetinize verdik.
Sâffât Sûresi (107) Biz, (İbrahim'e) büyük bir kurbanlık vererek onu (İsmail'i) kurtardık.
Fetih Sûresi (25) Onlar, inkar edenler ve sizi Mescid-i Haram'ı ziyaretten ve (ibadet amacıyla) bekletilen kurbanlıkları yerlerine ulaşmaktan alıkoyanlardır. Eğer, oradaki henüz tanımadığınız inanmış erkeklerle, inanmış kadınları bilmeyerek ezmeniz ve böylece size bir eziyet gelecek olmasaydı, (Allah Mekke'ye girmenize izin verirdi). Allah, dilediğini rahmetine koymak için böyle yapmıştır. Eğer, inananlarla inkarcılar birbirinden ayrılmış olsalardı, onlardan inkar edenleri elem dolu bir azaba uğratırdık.
Kevser Sûresi (2) O Halde, Rabbin için namaz kıl, kurban kes.
***
Ek: 2) KURBAN’A DAİR
HADİS’İ ŞERİFLER:
Hz. Aişe (ra) anlatıyor: “Resûlullah (sav) buyurdular ki: “Hiç bir kul, kurban günü, Allah indinde kan akıtmaktan daha sevimli bir iş yapamaz Zîra, kesilen hayvan, kıyamet günü boynuzlarıyla, kıl1arıyla, tırnaklarıyla gelecektir Hayvanın kanı yere düşmezden önce Allah (CC) indinde yüce bir mevkiye ulaşır Öyle ise, onu gönül hoşluğu ile ifâ edin”
Ebu Hureyre (ra) anlatıyor: “Resülullah (sav) kurban kesmek istediği zaman iki tane büyük şişman çift boynuzlu alaca, hadımlaştırılmış koç alırdı Bunlardan birisini Allah (CC)’ın birliğine ve kendisinin peygamberliğine şehadet eden ümmeti adına keser, diğerini de Muhammed ve ÂI-i Muhammed aleyhissalâtu vesselam adına keserdi.
Hz. Ebu Hureyre (ra) anlatıyor: Resülullah (sav) buyurdular ki: “Maddi imkânı olup da kurban kesmeyen namazgâhımıza (Harem-i Şerif) sakın yaklaşmasın”
Zeyd İbnu Erkam (ra) anlatıyor: Resulullah (sav)’ın ashabı: Ey Allah’ın Resulü dediler, (Kâbe’de) bayram günü kesilen şu kurban nedir?. Bu, babanız Hazreti İbrahim aleyhisselâm’ın sünnetidir” buyurdular Ashab: Pekiyi, kurban kesmede bize ne gibi sevap var ey Allah’ın Resûlü!, dediler “Kurbanın her bir kılı için bir sevap” buyurdular Ashab tekrar: “(Kesilen kurban, koyun kuzu gibi) yünlü ise ey Allah’ın Resûlü (sevap nasıl olacak)?” diye sordular. Aleyhissalâtu vesselam: “Yünün her bir kılı için de bir sevap var!” buyurdular.
İbnu Abbâs (ra) anlatıyor: “Resülullah aleyhissalâtu vesselam’a bir adam geldi ve: “Üzerimde bir deve (kurbanı) borcu var Ben onu satın alacak güçteyim Ama deve bulamıyorum ki satın alayım” dedi Bunun üzerine Resülullah aleyhissalâtu vesselâm ona yedi davar satın alıp kesmesini emretti.
Ümmü Bilâl Binti Hilâl, babasından naklediyor: “Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Koyun nev’inden ceza’ (yani altı ayını doldurmuş ve bir yılını doldurandan geri kalmayan dolgun kuzu)nun bayram kurbanı olması câizdir.
Uveymir İbnu Eşkar (ra)’ın anlattığına göre, “Kurbanını bayram namazından önce kesmiş, sonra da durumu Resülullah aleyhissalâtu vesselâm’a açmıştır Aleyhissalâtu vesselâm da kendisine: “Kurbanını iade et (yeniden kes, o kurban yerine geçmez)” cevabını vermiştir.
Hz Câbir (ra) anlatıyor: “Resülullah aleyhissalâtu vesselâm kurban ettiği her deveden birparça etin alınmasını emretti (Toplanan) etler bir çömleğe konulup pişirildi Sonra Resül-i Ekrem aleyhissalâtu vesselâm ve beraberindekiler etten yediler ve et suyundan içtiler.
***
Bu makaleler; Önemle, yazılı, görsel ve işitsel medya’da “yayınlanması”, mümkün olduğu kadar,( adres defterinizde kayıtlı) dost ve arkadaşlarınıza “dağıtım yapılması” ricası ile gönderilmektedir. Teşekkürler. Selam, dua, sağlık ve başarı dileklerimizle,
***
DİKKAT!.. İletişim için :: e.POSTA :: gercek.demokrat@hotmail.com ____________________________________________
e.POSTA : gercek.demokrat@hotmail.com
WEB : http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com,
POSTA : PK, 118 [ 06 442 ] Yenişehir/ANKARA
LÜTFEN DİKKAT: Kaynak göstermek şartıyla yazılar yayına izinlidir.
**
“KURBAN KESMEK” HAKKINDA YORUMLAR:
Kimden: Süleyman Soylu Ofis Tarih: 02 Kasım 2010
Konu: KURBAN BAYRAMI'NIN ANLAMI VE "KURBAN KESME" NİN YERİ: HAREMİ ŞERİF/MEKKE

*
Bu tarz, içi dolu gibi görünen, terimlerle süslü ve insanı sanki "çok alim birinin elinden çıkmış" hissiyatına kaptıran yazılara itibar ederek dini konularda hüküm vermeyiniz veya verilmesine vesile olmayınız.
Bu yazıyı yazan kişi aslında şunu demiş oluyor: "Ben bu dini, hükümlerini, İmam-ı Azam Ebu Hanife'den ve gelmiş geçmiş binlerce alimden, Kuran-ı Kerim'i, sünneti, Arapçayı, hadis fıkıh ilimlerini yemiş yutmuş binlerce insandan ve Sahabe-i Kiram'dan, onlardan sonra gelen Tabiin'den fazla biliyorum.
Tamamen hakim olmadığınız ama yaygın olan bir uygulama ile ilgili olarak şu Hadis-i Şerif'i aklınızdan çıkarmayınız: "Ümmetim, dalalette birleşmez".. Bir uygulama, bütün dünya müslümanları tarafından yüzyıllardır bu şekilde benimsenmişse, bu uyarıya göre doğru olduğuna hükmedebilirsiniz.
Keza Hacc Suresi'nin 34.ayetinde "Biz her ümmete, (kurban kesmeye uygun) hayvan cinsinden kendilerine rızık olarak verdiklerimiz üzerine Allah'ın adını ansınlar diye kurban kesmeyi gerekli kıldık" buyurulmaktadır. Düz mealden hüküm çıkarmak sakıncalı olmakla beraber, en basit anlamıyla bile bu ayette bir işaret sözkonusudur. Keza, bu ayeti takip eden ayetler de bu manadadır.
Son yıllarda şöyle bir moda çıktı. Yaygın olan bir ibadeti veya dini uygulamayı birileri eline alıp, bir iki süslü cümleyle güya analiz ediyor ve bunu yaparken de "Kur'an'da geçmemektedir, peygamber zamanında yoktu" gibi kalıplar kullanıyor. İnsanlar bu cümleleri okuyunca oturup Kur'an-ı Kerim'i tek tek incelemek yerine "aaa bak bu kitapta yokmuş" demeyi yeğliyor.
Bu tür tuzaklara ve ucuzluklara düşmemek ve böyle sivri akıllı akademisyenlerin fitnelerine yüz vermemek gerekir. Bu devletin o insanları prof yapana kadar verdiği emeklere yazık. Bu türden insanlar her dönem çıkmışlardır ama Allah'ın dini, peygamberin sünneti baki kalmış, onlar ise unutulup gitmişlerdir. vesselam
***
Kimden: Gurman Gönülal Tarih: 01 Kasım 2010
Konu: KURAN Kurban Bayramında Kurban kesmeyi emreder mi?
*
Soru: Peygamberimiz Ömründe bir sene hacca gitmiştir, diğer seneler evinde Kurban Bayramında Kurban kesmiş midir? Diyanet önce bunun cevabını vermelidir.
Kurban Bayramının düşündürdükleri
Yıllardır ailecek Kurban bayramlarında Kurban keserdik. Bir gün sokakta hastalıktan ölmek üzere olan bir tavuğu ıstıraptan kurtarmak için tavuk kesim sistemini aynen uygulayarak kesmek istedim. Tavuğu ıstıraptan kurtarmıştım ama o gün bu gün aklımdan hiç çıkmaz. Aldığım canın bende bıraktığı derin üzüntü beni Kurban bayramlarında kesilen kurbanların Kuranda emredilip emredilmediği konusunda araştırma yapmaya itti.
Önce şu tespitimi yapmak isterim. Yıllardır erkeklerin kıldığı Cuma namazını neden kadınların kılmadığını düşünür ve Allahın kadın ve erkek kulları arasında böyle bir ayrımı neden yaptığını kendi kendime sorardım. Benim dinin yorumlanması ve bu güne gelirken ne gibi uydurma hadislerce sapmalara uğratıldığı konusunda ne bir alt yapım nede bazı tarihçi ve yazarlar kadar cesaretim var. Ancak TV lerde tartışan bazı cesur ilahiyatçılar Cuma namazının da kadına farz olduğunu söylüyor ve fakat geçmişte camideki sükûnetin bozulması üzerine o günkü din âlimlerinin kadını Cuma namazına gelmekten men ettiklerini ifade ediyorlardı. Kadın, Âlim söylediği ve işine geldiği için Yüz yıllardır Cuma namazı kılmaz. Peki, bu gün gerçek öğrenildiğine göre neden ve bilhassa din uğruna türban denen kundağa sarılmayı kabul eden kadınlar kılmaz. Acaba Kurandan başka kitapları din diye benimsedikleri için mi dersiniz?
Şimdi gelelim Kurban meselesine;
Ben aklımın erdiği ve Allahın kitabı Kurandan anlayabildiğim kadarı ile açıklamaya çalışacağım. Kurban genel anlamı ile Kuranda üç yerde geçiyor. Biri İbrahim Peygamberin Allahtan bir erkek evlat istemesi ve dileğinin yerine gelmesi halinde de en çok sevdiği bir şeyi Kendisine kurban edeceğini söylemesi olayındaki kurban. Bu gün biz bu kurbana adak kurbanı diyoruz ve Allahtan olmasını istediğimiz bir dileğimizin yerine gelmesi üzerine kesiyoruz.
Kuranda Kurban ile ilgili ikinci sure Hac suresi, Bu surenin 33, 34 ve 36cı ayetleri kurban kesimi hakkında bilgi veriyor. 33cü Ayet tanımlanmış zamanlarda hacca gidenler adak adamışlarsa kurbanlarını hacda kessinler ve bir bölümünü yedikten sonra da kalanını ihtiyaç sahiplerine dağıtsınlar diyor. 34cü Ayette Biz her ümmet için bir kurbanlık hayvan kesme zamanı, kurbanlık hayvan kesme yeri belirledik sözü ile Hacda kesilen kurban mı yoksa Kurban bayramında evlerimizde kestiğimiz ya da bazı kurumlara parasını verdiğimiz Kurbanlar mı tanımlanıyor? Ancak bu tereddüdümüzü 36cı Ayette Kurbanlarınızı Kâbe de kesin ifadesi ile gidermiş oluyoruz diye düşünüyorum. Çünkü bir surenin arka arkaya gelen Ayetlerinin başındaki ve sonundakilerinin bir konuyu ortasındakinin ise bir başka konuyu anlatması yazı tekniğine uygun değildir. Bu nedenle Allahın insanın bile yazı tekniğine uymayan bir anlatımı vaz etmesi düşünülemez. Ayrıca birde bunu bazı insanların ifade edip Allaha izafe etmesini de akıl sahibi inanan insanların kabul etmesi mümkün değildir.
Yine Kuranda kurbanla ilgili olduğu söylenen üçüncü sure Kevser Suresidir. Bu Surede Allah Peygamberimize Ben sana Kevseri verdim sende benim için namaz kıl ve NAHRET demektedir.
1- Bu surenin ifade tarzı emrin peygamberimize olduğunu gösteriyor
2- Eğer bu sure hayır bütün insanları ilgilendirir denirse bu sefer NAHR kelimesinin ne anlama geldiği açıklanmalıdır.
Kuran tefsirlerinden öğrendiğimize göre;
A- Mücahit Atâ ve İkrime ye göre bu Ayet namaz kıl sözü ile Müzdelife deki kılınan sabah namazını ve NAHR kelimesi ile de Minâ da kesilen kurbanı ifade eder. Eğer bu tanım doğru ise ben sana ifadesindeki Peygambere seslenişten namazın kılınması ve kurbanın kesilmesi Hacda bile kafile liderine emredilmiş olduğu anlaşılmaktadır.
B-Hazreti Ali ye göre ise NAHR kelimesi ile ifade edilen namazda sağ eli sol elin bileği üzerine koyup iki eli göğüs üzerine koymaktır.
C- Herhangi bir Mücahit in deyişine göre değil ama Arapçada Develer göğsüne bıçak vurulup kesildiği için de Deve kesmeğe NAHR denmiştir.
Yukarıda ifadeye çalıştığım şıkların hiçbirinde Müslümanların ikamet ettikleri yerlerde Kurban Bayramlarında Kurban kesmeleri emredilmemektedir. Şimdi gelelim aklı olan bir insanın kendi kendine sorduğu ve cevabını aradığı soruya: Yazımın başında Cuma namazını neden kadınların kılmadığını sorguladığımı anlatmıştım. Kadını Kurban ve Cuma namazını da Kurban bayramı gibi düşünürsek insanın aklına şu soru gelmektedir. Bu gün Ülkemizde Kurban Bayramında 5–6 milyon Kurban kesilmektedir. Yasa gereği Kurban derileri Kızılay tarafından toplanır ve başkaca toplayanlar cezalandırılır. Ancak gerçek böyle değildir. Kızılay kesilen kurbanların ancak %15 ini toplayabilmektedir. Bu miktar genel sayı düşünüldüğünde 750 bin deri demektir. Peki, geri kalan 4 milyondan fazla deri nereye gidiyor dersiniz yukarıda toplamaları kanunen suç olan dini dernek ve cemaatlere gittiğini görürsünüz. Düşünün, bu cemaatlerin her yıl ne kadar para kazandıklarını ve sonra da Atatürk ve onun kurduğu Laik Cumhuriyetin yıkılması için verdikleri mücadelede gerekli kaynağın nereden geldiğini anlarsınız.
Şimdi benim bir varsayımım var: Bundan böyle bir güç bu kurban derilerinin tamamının Kızılay a akmasını sağlasa ne olur dersiniz? Sizi fazla yormayayım da varsayımın sahibi olarak ben söyleyeyim. Kadınların Cuma namazından men edildiği gibi kurban kesmenin de Allah tarafından insanlara emredilmediği söylenecektir. Kimler tarafından derseniz Sayın İlahiyat profesörü Yaşar Nuri Öztürk Hocanın dediği gibi Allah ile aldatan dinci baronlar tarafından olduğunu aklı olan herkes görecektir.
Sonuç olarak denebilir ki;
İnsanlar gerçekleri ya akıllarını kullanarak öğrenirler ya da Kadınların Cuma namazından men edildiği gibi kurbandan nasiplenmeyen bu derneklerin Mülga dediklerinde öğreneceklerdir.
Allah gerçek Müslümanları Allah ile aldatan şer güçlerin tuzağına düşürmesin.
Gürman Gönülal Elek.Yük.Mühendisi
***
From: alakaya@yahoo.com Date: 30 Oct 2010
Subject: CUMHURİYET BAYRAMINIZI "BİLMUKABELE" VE YÜREKTEN KUTLARIM. EK DOSYA: KURBAN VE KURBAN BAYRAMI HAKKINDADIR!....
*
Sayın Mustafa Nevruz Sınacı,
Yazılarınızı zaman zaman okuyorum. Ancak Kurban konusundaki yazdıklarınızla milletin kafasını karıştırmaya hakkınız yoktur.
Ulu orta çarpıtmalarla önüne gelen müçtehit olamaz, belki maskara olur.
Bilmediğiniz konuda, zaman zaman bahsettiğiniz komplocuların komplosuna düşmemeniz konusunda sizi uyarıyorum.
İslam'ın inanç ve ibadet esaslarını yıkmak, asırlarca süre gelen emperyalist projenin bir parçasıdır.
Günümüz yeni yetme müçtehit sendromuna kapılanlar da bu projenin en melun oyuncakları haline gelmiştir. İslamiyeti terörle özdeşleştirme yolu da bu tür ulu orta yorumcuların kitleleri kandırması sayesinde gerçekleşmiştir.
Kurban kesip kesmemekte herkes serbesttir. Kesmek din özgürlüğü çerçevesinde bir hak olduğu gibi kesmemek de herkesin kendi kararına bağlıdır. Kurban kesmeme hakkı sadece laikliğin garantisi altında değil, şeriatla yönetilen dönemlerde de kimseye zor ile kurban kestirilemez.
Bununla beraber din adına, dini esasları çarpıtarak Müslümanların kafasını karıştırmaya kimsenin hakkı yoktur.
Bu konuda güvenilir kaynak istiyorsanız her ikisi de Atatürk dönemi bilginlerden olduğu halde eserlerini hür bilgi ve iradeleriyle yazmış olan, kendileri müctehitlik hevesine kapılmadan mevcut kaynakları derleyen:
Ömer Nasuhi Bilmen'in Büyük İslam İlmihali'ni , Kur'an-ı Kerim'deki ilgili ayetlerin tefsisir için de Elmalılı Hamdi Yazır'ın tefsirini öneririm.
Selamlar,
Prof. Dr. Alaeddin Yalçınkaya

23 Ekim 2010 Cumartesi

ORTADOĞU CEHENNEMİ VE
MASUM HALKIN BARIŞ ÖZLEMİ
Mustafa Nevruz SINACI
Genelde Orta Şark biçiminde anılmakta ve tanımlanmakta iken; Terminolojik anlamda ilk kez 1902’de Amerikan deniz tarihçisi ve stratejist A. Thayer Mahan, Avrasya ile Hindistan arasında yer alan bölgeyi ifade etmek için ‘Orta Doğu’ terimini kullanmıştır. Kavram, Avrupa merkezli türetilmiş olması nedeniyle kabul görmüş ve Sanayi devriminden bu güne, “Avrupa Kıtası” ile Uzakdoğu arasındaki bölgeyi tanımlamak için kullanılmıştır. Avrupalı tarihçiler ile Coğrafya bilimcilerine göre Anadolu’da bir Orta Doğu toprağıdır!..
Söylemi siyasi bir kavram olarak irdelediğimizde Orta Doğu’nun diğer birçok kavram gibi batı odaklı ve sübjektif bir kavramlaştırmanın eseri olduğunu görürüz. Dünyanın en eski ve en ilkel (insani yönden mutasyona uğramış) sömürgeci, dolandırıcı/sahtekâr ve hırsızlarları olan vahşi Batılılar, Avrupa’yı dünyanın merkezi olarak ele alıp, diğer bölgelerin bu merkeze olan uzaklıklarına bakarak “yakın”, “orta”, “uzak” şeklinde kategorize etmişlerdir.
Orta Doğu ile Yakındoğu coğrafyasının tarih boyunca hangi açıdan bakılırsa bakılsın önemli bir coğrafya olduğu görülür. Orta Doğu dünyanın en eski ve önemli medeniyetlerine analık, yataklık ve kaynaklık eden medeniyetin doğduğu yerdir. Nitekim dünyada ilk yerleşim alanlarının ortaya çıktığı coğrafya Mezopotamya’dır. Ön Türk damgası taşıyan ilk devlet, ilk siyaset, ilk toplumlar, ilk askeri düzen, ilk buluşlar ve nehir eksenli ilk düzenli yerleşimlere örnek teşkil etmektedir. İlk yazılı hukuk belgeleri, tarım, ticaret ve şehircilik burada ortaya çıkmıştır. Medeniyet denildiğinde ilk akla gelen en önemli unsurlardan biri de yazıdır ve yazının bulunduğu coğrafya da Orta Doğu’dur.
İlk alfabe, ilk rakamlar ve ilk yazılı anlaşma Orta Doğu coğrafyasının ürünüdür.
Özetle; Tarih bu coğrafyada başlamış ve bu coğrafyada da yazılmıştır. Orta Doğu aynı zamanda insanlığın en çok sınandığı ve binlerce (dünyada en çok) Peygamberin gönderildiği netameli bir yerdir. Sodom ve Gomore, Lut ve Hut kavmi gibi tarihin en ahlâksız ve sapkın kavimleri bu coğrafyada hüküm sürmüşlerdir. Hâsılı bugün olduğu gibi dünü de cehennemdir.
Bunların günümüze kadar intikal tohum ve torunları b.İsrail, Filistin kavmi, Berberi, Habeş ve Araplardır. Adem A.S.’dan sonra 2. Ata Hazreti Nuh Peygamber sürecinde, Hz. İbrahim ile oğlu İsrail (Yakup)’in oğulları olup; Kendilerinin Yasef dedikleri Yusuf’un soy kütüğüne mensup Türk milleti ile Arap-Filistin ve İsrail halkının hiçbir yakınlığı ve akrabalığı yoktur. Zaten bahusus kavimlere on binlerce Peygamberin gönderilme nedeni de; Son derece geçimsiz, istikrarsız, istikametsiz, arsız, kötülük ve ahlâksızlığa pek yatkın olmalarındandır.
Petrol kaynaklarının % 60’ını barındıran bir alan, çok önemli bir geçiş noktası, kutsal toprakların bulunduğu bölge olması ve önemli suyollarının bu coğrafyada yer alması; Orta Doğu’yu stratejik açıdan önemli kılmakta; Bu da tüm dünyanın gözlerinin bu bölge üzerinde yoğunlaşmasına sebep olmaktadır.
Bu ne nedenlerden dolayı Orta Doğu, hem “sahipsiz ve kimsesiz” hem de “hısımı, akrabası çok” olan antimonik (paradoksal) bir coğrafyadır. Tarih boyunca “Orta Doğu adına Orta Doğu için” söylemi bu hısımların mottosu haline gelmiştir. Bunca hısım akrabanın, bu kimsesizin sahip olduğu mirasa göz koymuş olması da Orta Doğu denilince akla bin türlü sorun gelmesine neden olmakta; “Küresel ve bölgesel seviyede de, Orta Doğu her an yüksek derecede, geniş kapsamlı sorun potansiyeline sahip bir bölge olarak önümüze çıkmaktadır.” Bölgedeki her sorun için de “karışanı da karıştıranı da çok” dememiz uygun düşecektir.
Orta Doğu’da tarihten günümüze sorunlara baktığımızda; Türkiye açısından, 1. Dünya Savaşı ihanetleri, Türk düşmanlarına yardım ve yataklık, Ermeni-Kürt ve Süryani unsurlarını kullanarak bölücülük, Avrupa ve ABD destekli isyanlar, Türk milleti aleyhine iftira, tefrika, mezhep ve nesep kavgaları; Cumhuriyet döneminde, Anadolu’dan zuhur bütün anarşi, terör-tedhiş, din, iman ve İslâm karşıtı suç unsurlarına, ASALA dâhil yardım/yataklık!...
İktisadi anlamda öne çıkan sorunlar ise: Kalkınma, Petrol ve Su Sorunu..
Dolayısıyla 1900’lü yıllardan bu yana, sorunlar sarmalı ile birinci derecede muhatap;, ıstırap-çile, korku-elem-keder, aç-açık-açlık-yokluk, kıtlık, sefalet ve cehalet içinde kıvranan, zavallı, talihsiz bir halk!.. Arapların ekseriyeti, Filistin halkının %99’u ve bir kısım İsrailli…
Yıllardır cevabı aranan soru şu: Ortadoğu’ya barış gelir mi? Gelirse nasıl gelir
Bölgede çekilen çileye, derin ıstırap ve cehennemi hayata, yerel masum halkın, İslâm âlemi ve insanlığın barış özlemine, istemine, ızrar ve ısrarlı talebine rağmen!..
Din tüccarı ‘baronlar’, küresel ‘domuzlar’ ve bölge yöneticisi ‘piyonlar’ ne yapıyor?
İBRET İÇİN BAKIN:
ABD Suudi Arabistan’dan sonra İsrail`e milyarlarca dolarlık silah satıyor!
ABD, S. Arabistan'la 60 milyar dolarlık silah anlaşmasının üzerinden henüz bir ay bile geçmeden, ikinci büyük silah anlaşmasını İsrail'le yaptı. İsrail, Türkiye'nin de ortağı olduğu F-35 savaş uçaklarını satın almak için 2.75 milyar dolarlık anlaşma imzaladı. Tanesi 100 milyon dolara mal olacak 20 uçağın İsrail'e 2015'le 2017 arasında teslim edilmesi bekleniyor.
İsrail, Ortadoğu'da savaş kabiliyetini geliştirmek için ABD'den F-35 savaş uçağı satın almak için uzun zamandır görüşmelerini sürdürüyordu. ABD ile İsrail arasındaki görüşme dün New York'ta anlaşma ile sonuçlandı. İsrail Savunma Bakanlığı yetkilisi Ehud Shani ile ABD Hava Kuvvetleri Uluslararası İlişkilerden Sorumlu İkinci Komutanı Heidi Honecker Grant'ın imza attığı anlaşma, Ortadoğu'da daha hızlı silahlanmanın önünü de açmış oldu.
Anlaşmadan sonra bir açıklama yapan İsrail adına yetkili Ehud Shani, "Bugün İsrail'in bölgedeki askeri gücünü üst seviyeye çıkarmak için çok önemli bir adım atıldı. Bu anlaşma ile ekonomiye önemli para akışı olacak ve ekonomik büyümenin devamı sağlanacak" dedi. İsrail ile ABD arasındaki F-35 anlaşması sonrası bir açıklama da İsrail'in Washington B. Elçisi M. Oren'dan geldi. Oren, "Dünyanın en gelişmiş savaş uçağı F-35'le İsrail savunma kabiliyetini üst seviyeye çıkaracak. Bu adımla Ortadoğu'da tek veya bir grup tarafından gelen tehditlere karşı kendini daha iyi savunacaktır" dedi.
ABD, kısa bir süre önce Suudi Arabistan'a tarihinin en büyük silah satışı anlaşmasını imzalamıştı. 60 milyar dolarlık anlaşma çerçevesinde Suudi Arabistan'a onlarca F-15 savaş uçağının yanı sıra Apache, Blackhawk ve Little Bird helikopterleri satılacak. Ancak Suudi Arabistan'ın aldığı F-15 savaş uçaklarının F-35'lere göre savaş kabiliyetinin çok daha düşük olduğu belirtiliyor. F-35 savaş uçaklarının savaş kabiliyetinin geliştirilmesi için hala Ar-Ge çalışmaları devam ediyor. Bu savaş uçaklarının, İsrail'den radara yakalanmadan İran'a ulaşabilme kapasitesi bulunuyor. Radarda görünmezlik dışında, sesten hızlı uçabilme, kısa kalkış ve dikey iniş özelliklerine sahip bulunuyor.
TÜRKİYE DE F-35 PROJESİNE ORTAK:
Türkiye JSF (Joint Strike Fighter) projesine 12 Temmuz 2002'de yedinci uluslararası ortak olarak katıldı. Türkiye yapacağı F-35 üretimi ile ilgili olarak karşılıklı anlayış muhtırası imzalamıştı. Türkiye 116+18 adet F-35A "CTOL/Hava Kuvvetleri (Geleneksel kalkma ve inme) versiyonu" siparişinde bulundu ve bu uçaklar için 11 milyar dolar ödeyeceğini açıkladı.
Türkiye'ye satılacak uçakların motor bölümü ve bazı kısım parçaları Türkiye'de üretilecek. İlk F-35 teslimatının 2014 yılında yapılması planlanmakta.
Türkiye'nin de ortağı olduğu, radarda görünmeme özelliği ile hayalet uçak olarak anılan son nesil savaş uçağı F-35 geçtiğimiz Mart ayında ilk dikey iniş testlerini yapmıştı. ABD savunma sanayi şirketi Lockheed Martin, F-35'in, Maryland Donanma Üssünde, havada bir dakika kadar sabit kaldıktan sonra, dar bir alana dikey iniş yaptığını açıkladı. L. Martin tarafından üretilen ve ''hayalet uçak'' F-35B Şimşek II, kısa kalkış ve dikey iniş (STOVL) testleri ABD’de Deniz Kuvvetlerine ait Patuxent River Üssü'nde yapılmıştı. F-35B Şimşek II, radarda görünmezlik dışında, sesten hızlı uçabilme, kısa kalkış ve dikey iniş (STOVL) özelliklerine sahip bulunuyor.
Şimdi, soruyorum: Ortadoğu’ya barış bu kafayla mı gelecek?.. Ankara, 14.10. 2010 ***
PROVOKATİF BİR ‘Türkiye Analizi’ VE GERÇEK (1)
Mustafa Nevruz SINACI
Yabancı gözüyle “Türkiye Analizi” konulu bir çalışma içeren mail, bana Eylül ayının başında en az 100 kanaldan geldi. Bunlar arasında fevkalâde itimadı şayan, güvenilir isimler ve muteber gruplar vardı.
“…LE MONDE Türkiye Muhabiri Guillaume Perrier’den; Türkiye analizi!..”
Mezkür analizi çok dikkatle okudum, inceledim ve değerlendirdim.
Şüpheli, maksatlı, kindar ve provokatif bir içerik, ağır tahrik ve ustaca bölücülük!..
Analizin kurulumu kurnazca ve şeytani, bir Anadolu deyimi ile “puştluk” kokuyor..
Gerçek anlamda bir yabancının, Türk olmayan ve fakat Türkiye ve Türk halkı hakkında epey malumat sahibi bir kişinin hazırlayacağı cinsten!..
Aşağıda (belki bir kere daha) okumak zahmet ve külfetine) katlanacağınız üzere; Ülkemizde var olan ve yıllardır karşılıklı anlayış, (sıradan bir ‘vahşi’ batılıyı kıskançlıktan çatlatacak kadar) tolerans, hürmet, muhabbet, sevgi ve barış içinde yaşayan kişi, kimlik ve unsurları “potansiyel azınlık” ihsası ile adeta tahrik ve düşmanlığa teşvik ediliyor.
Stratejik kurulumlu ve hedef kitle bombardımanı (psikolojik saldırı ve asimetrik savaş) niteliği taşıyan bahse konu analizde; ana dil, din, etnisite, ekonomik, sosyal-siyasal ve kültürel formlar arasında derin bir uçurum yaratma, sanaldan esasa doğru kitleleri ayrıştırma ve çözme çabası gözleniyor. Fakat bütün bu öğeler, fitne/fesat ve tefrika tohumları adeta parlak bir barış önerisi, basiretli bir tedbir tavsiyesi gibi ustaca dizelenmiş!..
Sırf iyiliği geliştirsin ve kardeşliği pekiştirsin diye bu “ibretlik” analizi üyesi olduğum 500 grup ve 2000’e yakın WEB sitesi, blog ve elektronik gazetede yayınladım. İnanılır gibi değil ama fevkalade “sağduyulu” tepkiler, makul-mantıklı ve tavsiyeler içeren sonuçlar aldım.
Örnek: Bunlardan sadece bir gazetede “www.bilgiagi.net” de yayınlanan yorumlar:
İbrahimî Feyzullah YALÇIN;
“1. Gurup ülkenin %80′ine yakın, 2. Gurup ülkenin %20′si;
1. Gurup dünyaya açıldı, bilişimde önemli bir seviyeye geldi, çocuklarını okutuyor ve kitap okuma faaliyetine de başladı (son yıllardaki yayınevleri performansını değerlendirin bunu göreceksiniz)…
2. gurup, hiçbir zaman köklü bir kitap okuma, bilgilenme yoluna girmedi (daha çok benliklerini şişiren kitaplar okudular ve okuyorlar)… 1. Gurup bilinçlendi ki, darbe anayasasının yetersiz olduğunu ve dolayısıyla özgürlüğün kısıtlı olduğunu düşünüyor.
2. gurup bu ülkeye üçüncü dünya ülkesi olmasını salık vern bir anayasanın değiştirmesini istemiyor., 1. Gurup ta artık, sosyal aktivitelere katılıyor, konserlere, maçlara gidiyor
2. gurup bu tür aktivitelerin kendine münhasır olduğunu düşünüp hırçınlaşıyor.
Bunları akşama kadar yazabilirim, ama gerek yok; herkes, çoğu şeyi biliyor bu ülkeyle ilgili güzel bir yazıydı Mustafa bey, Teşekkür ederim! Ekim 7th, 2010 at 09:18”
Uğur ÖZALTIN;
“Ben böyle bir iki grubun son kez kapışacaklarına asla inanmıyorum. Kapışmayacaklar barışacaklar ve birbirlerini anlayacaklar. Temel kriterlerde buluşacaklar. İçki içenler de ramazan ayıda oruç tutuyor, namaz kılanlar da tiyatroya gidiyor. Ülkemizde Türk-kürt kavgası büyümez ve bir anlaşma yolu sağlanabilirse ülkemin önü çok aydınlıktır. Fakat bu konsesus sağlanamazsa işte o zaman işler çok karışık ve ufukta bir iç savaş tehlikesi her şeyi mahvedebilir. Allah yardımcımız olsun. Önümüzdeki 2-3 yıl içinde Yunanistan ile ege kıta sahanlığı sorunlarının hortlatılacağını tahmin ediyorum. Kürt sorunu atlatılırsa 2. sorun o olacak gibi bence. Ekim 7th, 2010 at 16:13”
İbrahimî Feyzullah YALÇIn;
“Harikasın uğur Ağabey! Ağzına sağlık! Hassas ve haysiyetli, rikkatli ve dikkatli bir yaklaşım! Ekim 7th, 2010 at 16:53”
Uğur ÖZALTIN;
Sayın Mustafa Nevruz SINACI;
Sevgi saygı ve hürmetler bizden size fazlasıyla ve çok teşekkür ederim samimiyet ve dostluğunuza., Zor günler hep bu halkı birleştirmiştir ve tüm kalbimle inanıyorum ki, ülkemde atan her kalp kendince her ne kadar kişisel hatalara sürüklenmiş olsa da işler memleket sevdasına ve varlık yokluk kavgasına gelince her zaman dış mihraklara haddini bildirmiş ve gerekli cesareti gönlünde hep bulmuştur. Tüm kalbimle inanıyorum ki bu memleket batmayacak bölünmeyecek tam aksine genişleyecek büyüyecektir. Anadolu halkı asla ana toprağına nankörlük etmeyecektir. Birleşeceğiz, her siyasi fikir memleket davasında birleşecektir. İbrahim Feyzullah kardeşime de sevgi ve selamlarımla.,
Ekim 7th, 2010 at 21:21”
Ben yazıyı ve yazarı çok aradım, araştırdım.
Fakat çok ısrarlı olmama rağmen cevap alamadım.
Fakat, Habip Hamza Erdem bey, (isnat edilen) muhabire ulaşmayı başarmış ve cevap almış. Le Monde Muhabirinden aldığı cevap şu:
Sayın Erdem,
Eğer yüzlerce internet sitelerinde dolanan “Le Monde Türkiye muhabiri Guillaume Perrier’nin Türkiye analizi” bașlıklı makalenin orijinalini arıyorsanız;
BU BÜYÜK BİR SAHTEKARLIKTIR!..
Söz konusu olan Ahmet Altan’ın 2007’de Gazete’mde yayımlanan bir makalesinin kopyasıdır. 2007’de Dünya Kamuoyu sayfalarında yer aldı. Bilgi kirliliği yayan siteler Ocak 2010’da o yazıyı benim adımla yeniden yayımlamaya bașladılar ve o gün bugündür de devam etmektedir. Bu büyük bir yalandır. O nedenle makalenin orijinalini bulamıyorsunuz. Yakında görüşmek dileği ile.., Guillaume Perrier 11 Ekim 2010
“Bonsoir, Si vous cherchiez l'original d'un article qui a circulé sur des mails et des centaines de sites internet avec la mention: Le monde Türkiye muhabiri Guillaume Perrier'den Türkiye analizi... C'EST UN HOAX! Il s'agit d'une copie d'un article écrit par Ahmet Altan dans Gazetem en 2007, publié dans les pages Opinion du Monde en 2007. Des sites de pseudo information ont republié ça avec mon nom en janvier 2010 et régulièrement depuis. C'est un grossier mensonge. C'est pour cela que vous n'avez pas trouvé l'original. A bientôt
Guillaume Perrier 11 October 2010”
(1)
Şimdi “mezkür” analizi bu gerçekler ışığında bir kez daha okuyun lütfen!..
Elbette, okumak isterseniz ve/veya eğer okumamışsanız!..
“Analiz, kimilerine göre ‘Türkiye’nin yakın gelecekteki suluboya resmidir.’ Bu nedenle analizi bilgilerinize sunmak ve sizlerle paylamak istedim.
İşte: LE MONDE Türkiye Muhabiri Guillaume Perrier’den;
Türkiye analizi!..
“Türkiye, son ve büyük bir hesaplaşmaya doğru gidiyor.
Bu ülke korkulduğu gibi, ırka ya da dine dayalı bir bölünme yaşamadı. Daha korkunç ve daha temel bir bölünmeye gidiyor.
Cumhuriyet boyunca süren “kültürel bölünme”.
Bu artık iyice keskinleşti.
Bir yanda; ayakkabılarını sokak kapısı önünde çıkaran, kadınları başı örtülü, erkekleri sokağa pijamayla da çıkabilen, erkek çocukları kahveye giden, kız çocukları tam bir baskı altında yasayan, türkü ile arabesk arası bir müzikten hoşlanan, futbol izleyen, belki de hiç kitap okumamış, hiç dans etmemiş, hiç kari koca birlikte yemeğe gitmemiş, hiç tiyatro seyretmemiş, iyi eğitim alamamış, dini inançları kuvvetli, kalabalık, bir kitle var!...
Diğer yanda ise; ***
PROVOKATİF BİR ‘Türkiye Analizi’ VE GERÇEK (2)
Mustafa Nevruz SINACI
Kız lisesi-Kolej yelpazesinde eğitim görmüş, en azından bir düğün salonunda ya da kolej partisinde dans etmiş, sinemaya giden;, Çok fazla olmasa da kitap okuyan, müzik zevki pop şarkılarla, klasik müzik arasında dolaşan;, Evi nispeten daha zevkli döşenmiş, kızlarının flörtüne göz yuman;
Kadınları modern görünümlü, şarabın kalitesinden pek anlamasa da, kadın erkek bir arada içki içebilen, gazetelere bakan, magazin haberlerini izleyen, kendisini birinci gruba kıyasla çok gelişmiş hisseden, entelektüel düzeyi çok yüksek olmasa da, batı standartlarına yakın bir grup var…
Bu iki grubun yaşam tarzı birbirinden kopuk...
Onları, Batı’daki sınıflar arasında ortak zevk alanları yaratan, müzik, resim, heykel tiyatro ve sanat gibi, birleştirici kültürel zeminler yok. Hayatları, zevkleri, inanışları birbirinden çok farklı… Hattâ birbirine düşmanca.
Birinci grup Cumhuriyet boyunca horlanmış, aşağılanmış, itilip kakılmış.
Şimdi bu grup siyasal olarak örgütlendi.
Kalabalıklar ve her seçimi kazanacak siyasi bir güçleri var artık.
İkinci grup ise azınlıkta…
Ve artık bir daha secim kazanma ihtimalleri yok.
Bu noktada da tarihi bir paradoks ortaya çıkıyor.
Daha Batılı olan “ikinci grup”, Batı’nın siyasi değerlerini kabul ederse, bir daha asla iktidarı ele geçiremeyeceğini bildiği için, git gide Batı’ya ve Batı’nın demokratik değerlerine düşman oluyor. Yaşam tarzı olarak Batı’ya düşman olan birinci kesim ise, iktidarı ancak Batı’nın kriterlerini kabul ederek ele geçirebileceğini bildiği için, Batı’yla ilişkileri geliştirmek ve demokrasiyi kabullenmek istiyor.
Bu kültürel parçalanmada “ordu” önemli bir role sahip…
Eğer, birinci grubu desteklerse ve batı’nın demokrasisi burada kabul görürse, ordu da iktidarını kaybedecek.
Aslında birinci grubun çocuklarından oluşan ordu, kendi iktidarını sürdürebilmek için, kendisine benzemeyen ikinci grupla işbirliği yapıyor.
Bir anlamda kendi köklerine ihanet ediyor.
Bu iki grup, siyasi iktidar için son kez çarpışmak üzere hareketlenmiş gözüküyorlar.
Birinci grup ekonomik olarak da güçlü artık, Anadolu’da üretim yapıyor, malini diş dünyaya satıyor. Para kazanıyor. Siyasi örgütünü destekliyor.
İkinci grup ise parasal olarak da kuvvetli değil artık.
Mevcut iktidarın da baskısıyla giderek ekonomik kazançlarını kaybediyor.
Dış dünyayla iş yapan, dışarıdan borçlanan büyük burjuvazi, Türkiye’nin ancak demokrasiyle normalleşebileceğine inanan entelektüel kesim..
Devletin yapısının değişmesi ve dünyayla bütünleşmesi gerektiğini düşünen bir grup bürokrat, birinci grubun destekçileri!.
Yargı, ordu ve bürokrasinin önemli bir kısmı, ikinci grubun arkasında…
Bu İkinci grup, siyasetle demokrasiyle, iktidarı elinde tutmasının mümkün olmadığını kavradığından, şimdi siyaset ve demokrasi dışında bir çözüm peşinde!..
Mevcut Cumhurbaşkanı’nın seçimi; kavganın keskinliğini ve iki tarafın niyetlerini açıkça ortaya koydu. Ordu destekli ikinci grup artık seçim de istemiyor.
Ve darbe söylentileri gittikçe artıyor.
Cuntalardan söz ediliyor.
Peki, darbe olursa ne olur?
Yaşam tarzı Batı’ya daha yakın olan ikinci grup, orduyla birlikte iktidara gelir. Fakat, Batı’nın desteğini kaybeder. Avrupa buna kesinlikle karşı çıkar. Amerika her zamanki pragmatizmiyle, Kuzey Irak ve Ortadoğu politikalarını, desteklemesi karşılığında darbeyi kabullenebilir aslında. Ama Amerika’nın önünde de ciddi engel var.
“Demokrasi getireceğim” diye Irak’ı işgal eden bir ülke, dünyaya ve kendi kamuoyuna Türkiye’deki “darbeyi” niye desteklediğini açıklayamaz.
Ve Irak faciasından sonra ikinci bir “zorlamayı” gerçekleştirecek gücü yok.
İstese de istemese de darbeye karşı çıkacak.
Silahını ve parasını Batı’dan alan bir ordu ve ülke, Batı’dan koptuğunda ne yapacak?
Sanırım uzun zamandır bunu düşünüyorlar ve korkarım bunun cevabını buldular.
Türkiye’de darbe olursa!
Dünya, tarihte bugüne kadar hiç gerçekleşmemiş, yeni bir oluşumla karşılaşacak.
Türkiye, olası bir darbeden sonra, Rusya ve Iranla ortaklık kurmak isteyecek. Silahı, enerjiyi ve parayı bu iki ülkeden alacak.
Rusya’yla Iran ‘ın elindeki doğal gaz, petrol ve nükleer güç, Türkiye’yi ayakta tutmaya yeter.
Ama Rusya-Türkiye- Iran bloku. Dünyanın bütün dengelerini değiştirir.
Ortadoğu’nun kontrolünü tümüyle ele geçirir.
Avrupa’yı küçük kıtasına hapseder.
Kafkasları, Afganistan’ı, Pakistan’ı kendi gücüne katar.
Müslüman dünyayla yakın bir ilişki kurar.
Petrol kaynaklarına egemen olur. Çin’le işbirliği yapabilir.
Bu gelişme, Avrupa, Amerika ve biraz da Japonya’dan oluşan “Batı” nın, dünyadaki etkinliğini inanılmaz bir bicimde azaltır.
Yeni blok asker, enerji ve para acısından çok güçlenir.
Böylece, Türkiye’deki çatlama dünyada büyük bir çatlamaya yol açar.
Eğer Üçüncü Dünya Savaşı çıkacaksa, sanırım, bu çatlamadan çıkar.
“Asla böyle bir şey olmaz” diyebilirsiniz. ..
Niye olmayacağına dair elinizde çok kuvvetli veriler varsa, söyleyin.
Ama, ya olursa... ki.... bana çok mümkün geliyor.
O zaman ne yapacaksınız?
Bugün Türkiye’de kamplaşan ve bölünen insanların da...
Türkiye’yi Avrupa dışına itmeye çalışan, Eski bir imparatorluk olmanın bir yanıyla; çok görkemli, bir yanıyla; çok zayıf mirasına sahip olan bir ülkeye küstahça davranan, işbirliği yerine “başöğretmenlik” yapmaya kalkan Avrupa’nın da...
Türkiye politikasında “ikili” oynayıp, kurnazlık ettiğini sanan Amerika’nın da... Bu senaryoyu bir düşünmesini isterim doğrusu.
Türkiye’de yaklaştığı görülen kanlı bir çatışmanın, bütün dünyayı yakması sandığınız kadar uzak bir ihtimal değil.”
Şimdi nihai yorum ve değerlendirme size ait!..
14 Ekim 2010 Perşembe
(1) (LE MONDE’daki “Türkiye Analizi’ni” kim yaptı? 12.10.2010, Habip Hamza Erdem, mail: habiperdem@live.fr İlân: CTO, Cihan Türk Olsun, cihan – turk – olsun @ googlegroups . com topluluğu) ***
ŞİMDİ HATIRLAMA VE HATIRLATMA ZAMANIDIR

Mustafa Nevruz SINACI
Dönem itibarıyla, ülkemiz üzerinde oynanan oyunlar yoğunlaşmış, uygulanan menfur senaryolar belirginleşmiş, dâhili hain, dönme ve devşirmeler, harici bedhahların (dış düşman ve işbirlikçilerin) desteği ile “içinde Türk ve Müslüman bulunmayan, bölünmüş / parçalanmış bir Türkiye” heves ve ihtirası adeta hezeyan halini almıştır.
Bu heves, heyecan ve hezeyanı pompalayan, ayrımcılığı teşvik ve tahrik eden işbirlikçi faşist, anarşist, terör ve tedhiş yanlısı (Marksist-Leninist, goşist ve komünist) totaliter unsurlar Batı ile tam bir uyum, anlayış ve işbirliği içinde. Batılılar (AB) ise, bu tür icraatları heyecanla tasvip, tercih ve teşvik ediyor!.. Ancak, yine “ucu açık oynuyor” ve Türkiye’yi asla aralarına almak istemiyorlar. Bütün heves ve ihtirasları, minimum üç, maksimum 47 parçaya bölünmüş bir Ortak. Bunun altyapısı zaten oluşmuş ve anlaşmalar tasvip görmüş durumda!..
ŞİMDİ HATIRLAMAK GEREK!..
Mustafa Kemâl Atatürk niçin, yaşam biçimi, Kültür ve içsel medeniyet yönünde değil; Endüstriyel ve teknik, sanayi ve ticaret istikametinde ilerleme-gelişme yanlısı bir “batı’cı” idi. Yani, açıkça, “mütekabili kabil ilişkiler dışında” batı karşıtı idi. Fanatik, zeka düzeyi düşük ve özgüvenini yitirmiş haymatlos ruhlu bedhahların Batı taklitçiliğinden tiksinir ve nefret ederdi.
Ancak, ne yazık ki 1938 sonrası Halk Partisi bunun tam tersini uygulamaya çalıştı.
Özellikle ikinci dünya savaşı sırasında yaşanan gerilimden de yararlanarak, ülkemize din, iman, Türk Milliyetçiliği ve milli devlet karşıtı fesat, nifak ve insanlar arasına düşmanlık tohumları ekti. Varlık Vergisi yoluyla soyulan, malları gasp ve talan edilen vatandaşın cebren elinden aldıklarını depolamak bahanesiyle Camileri kapattı. İmam Hatip Okulları ve İlâhiyat Fakültesi ilga edildi. Kuran okumak, taşımak, dağıtmak, satmak ve bulundurmak yasaklandı. Otantik Grek ve Lâtin kültürü ile muharref İncil ve türevlerinin yayılması alenen teşvik edildi.
Atatürk zamanında hayatın her yönünde inkişaf eden milli-manevi ve dini değerlerin, birey olarak insanlara bahşettiği yaşama sevinci;, Hayata ve devlete yeniden sımsıkı tutunma, tarihte olduğu gibi tekrar bir cihan devleti yaratma;, Kokuşmuş, iğrenç ve korkunç, kan emici emperyalizmi dünyadan silip atma heyecanı, Vahşi Batı ve içimizdeki melun ve meş’um batı yanlılarını paniğe sürükledi...
GAFLET, DALALET VE HIYANET!..
Gaflet, dalalet ve hıyanetin hüküm sürdüğü, yaklaşık 12 yıllık istibdat döneminde, işte bu günün mürai, sahte Müslüman, din tüccarı, yalancı-talancı, üçkâğıtçı, milli-ilmi ve manevi değerler fukarası kadük neslin ana ve babaları yetişti. “Körün istediği bir göz Allah verdi iki göz” misali, bu hali gözleyen kripto, dönme, devşirme ve sabolar adeta bayram ettiler. Sonuç, bu gün yaşanan bunalım, kronik krizler, insanların aleyhine dönen rejim, kaos ve buhran!.. İlk olarak din, inanç, mezhep ve tarikatlar; Sonra etnik kök, kült, ana dil ve sair menfur maksatlar ve illetlerle milleti birbirine düşürme, kardeşi kardeşe vurdurma, düşmanı sevinçten çıldırtma çabası!. Bu, tam bir gaflet, ilim-irfan ve medeniyete ihanet ve ancak şeytan kulu Ebu Cehil’in tasvip edilebileceği büyük bir “vatana ihanet” furyasıdır...
OYSA!.. Burada şu gerçeğin altını önemle çizmek gerek:
Kâinatta var olan ilk ve tek din İslâmiyet’tir. İslâm’ın şanlı Bayraktarı olan ve O’nu cihana yayan ve insanlık âlemine duyuran Türk milletidir.. Bu ve benzer pek çok nedenle, “her Türk Müslüman’dır. Müslüman olmak ve Müslüman kalmak zorundadır.” Aksi takdirde Macarlar, Bulgarlar ve daha nice örnekleri gibi Türklükten uzaklaşır, yozlaşır. Çünkü insan fıtratına uygun olan tek ilâhi kaynak ve din İslâmiyet’tir.
Ancak Türk milleti, dininden ve diyanetinden uzaklaşmakla bunun bedelini çok ağır bir biçimde ödemiştir. Milli şairimiz merhum M. Akif Ersoy’un dediği gibi ‘toparlanmaz ve kendine gelmezse eğer’ daha da bedel ödemeye devam edecek ve muhtemeldir ki; sonunda ödeyecek bir şeyi de kalmayacaktır. İşte felâket budur.
***
MEHMET AKİF ERSOY’U ANLAMAK GEREK
Mustafa Nevruz SINACI
Merhum, Milli Şair Mehmet Akif Ersoy, Mustafa Kemal Atatürk zamanında ibretlik bir Avrupa seyahati yapar. Dönüşünde ‘orada ne gördün, ne buldun’ diye sorulur. Cevap çok açık, etkileyici ve manidardır: “-Biz İslâm’a inanıyoruz, ama yaşamıyoruz. Onlar İslâm’a inanmıyorlar, ama İslâm’ı yaşıyorlar” der. Diğer bir deyimle onlar; Sünneti İlâhiyi çözmüş ve yaşam boyutuna geçirmişler. Biz ise, sünneti Resulü dahi anlamaktan ve yaşamaktan aciz ve zavallı bir haldeyiz.
Ne kötü, ne acizlik, ne zeval.. Daha da doğrusu-açıkçası:
Bu günkü AB’ye baktığımızda, Türkiye zaviyesinden çok gerici, maddeci, mürteci ve yobaz görünmektedir. Avrupa, tıpkı Atatürk’ün Türk milletine tavsiye ettiği gibi dindardır. Hem de tahrif edilmiş, bölünmüş, parçalanmış, şeraiti Muhammedi’nin gelmesi ile birlikte ilahi hükmü ve hayatiyetini yitirmiş, bâtıl ve inzal olmasına rağmen!.. Her ne olursa olsun batı artık din olmaktan çıkmış, bu muharref öğretiye zorla veya içtenlikle yahut taklidi bir tarzda sahiptir. Hem de, ekseriyetle samimi olarak sahiptir. Amerika, yüce yaratıcının adını doların üstüne yazmıştır. Bunların karşısında komplekse düşen, panik yapan ve panik yaratan din, iman ve ahlâk fukarası kesime, Atatürk’ün din, ahlâk, lâiklik, kadın ve aile hakkında vazettiği bazı vecize ve Türk milletine ‘vasiyet’ niteliği arz eden sözlerini hatırlatmak isterim:
GAZİ MAREŞAL, MUSTAFA KEMAL ATATÜRK DİYOR Kİ:
1- Mânevi kuvvet, özellikle ilim ve iman ile yüksek bir şekilde gelişir.
2- Allah birdir. Şanı yücedir. Peygamber Efendimiz Hazretleri, Allah (CC) tarafından insanlara, dini gerçekleri duyurmaya memur ve elçi seçilmiştir. Bunun temel esası hepimizce bilinmektedir ki, yüce Kuran’da ki; anlamı açık olan ayetlerdir. İnsanlara feyiz ruhu vermiş olan dinimiz, son dindir. En mükemmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor ve uygun düşüyor. Eğer akla mantığa ve gerçeğe uymamış olsaydı, bununla diğer ilâhi tabiat kanunları arasında çelişki olması gerekirdi. Çünkü tüm evren kanunlarını yapan Allah’tır. (1923-Atatürk’ ün S. ve D., Cilt: 2 – Türk İnkılâp Tarihi Ens. Yayını, 1952)
“Hazreti Peygamber Efendimiz, bütün Müslümanların ve kutsal kitap sahiplerinin bildirdiği üzere, Allah tarafından dini gerçekleri insanlık dünyasına duyurmaya ve anlatmaya memur edilmişlerdir ve ismi peygamberdir. Yani, haber ulaştırmakla görevlidir. Ulu Allah, Kur’an-ı Kerim’inde kendisine emirlik, saltanat ve taç vermiş değildir. Hükümdarlık vermiş değildir. Peygamberlik vazifesi ile gönderilmiştir. Tabiatıyla, gerçek vazifesini tamamen kavramış olan Cenab-ı Peygamber bütün dünya insanlarına O’nu duyurdu. Mutlaka ve hepinizce bilinmesi lâzımdır ki, o devirde, meselâ doğuda bir İran devleti, kuzeyde bir Roma İmparatorluğu vardı. Diğer teşkilâtı ve kurulu devletler vardı ve Cenab-ı Peygamber (bu) devletlere gönderdiği peygamberlik mektuplarında buyurmuşlardır ki; Allah bir ve ben O’nun tarafından, size gerçeği anlatmakla vazifeliyim. Hak Dini, İslâm dinidir. Ve bunu kabul ediniz... Ve hattâ ilâve etmiştir, Ben size, Hak Dini’ni kabul ettirmekle zannetmeyiniz ki, sizin milletinize, sizin hükümetinize el koymuş olacağım. Siz, hangi hükümet şeklinde, hangi durumda bulunuyorsanız o yine aynı kalacaktır. Yalnız hak dinini kabul ediniz ve koruyunuz. (1923-G. M. Kemal Atatürk’ün Eskişehir-İzmit Konuşmaları, Arı İnan-Türk Tarih Kurumu, 1982)
DİKKAT EDİLMESİ GEREKEN İKİ MESELE:
1. Seyahat dönüşü ‘muzaffer Avrupa’ hakkında ne diyor Mehmet Akif: “Biz İslâm’a inanıyoruz, ama İslâm’ı yaşamıyoruz. Onlar İslâm’a inanmıyorlar, ama yaşıyorlar.” Peki: İslâm’ı yaşamak ne demek? Milletçe mamur, müreffeh zengin ve mutlu olmak demek!.
2. İslâm Peygamberi, çağın devlet reislerine gönderdiği mektupta ne diyor? “Ben size, Hak Dini’ni kabul ettirmekle zannetmeyiniz ki, sizin milletinize, sizin hükümetinize el koymuş olacağım. Siz, hangi hükümet şeklinde, hangi durumda bulunuyorsanız o yine aynı kalacaktır. Yalnız hak dinini kabul ediniz ve koruyunuz.”
Şimdi tefekkür edin ve düşünün bakalım!...

13 Ekim 2010 Çarşamba

İnanç Sömürüsü Üzerine Düşünceler...
Prof. Dr. Ramazan Demir
AKDENİZ.EDU.TR
İnsanı insan yapan değerlerin başında, akılla düşünebilme ve irdeleyebilme özelliği gelir. Eğer bir insan aklını kullanmıyorsa, sadece söyleneni yapıyorsa, o insanın “akla ihtiyacı yok” demektir. Birileri onun yerine düşünüyor ve üretiyor, sonra emrediyor, o da kul-köle misali itaat ediyor, verilen emre uyuyor demektir...
Peki, o takdirde, insan kılığındaki bu varlıklar “gerçekten” Tarının emriyle “secde edilen” varlık insan mı?
İşte tartışma konusu olan obje de budur...
**
Akılla İnanmak...
Peki, bir insan aklını kullanmıyorsa nasıl, neyle inanacak?
Tanrının emridir; “akılla inanmak ve akılla ibadet etmek...”
Hal böyle olduğuna göre, insanların din ticareti yapan din tüccarlarına aldanıp inanmaması gerekir.
Gel gelelim ki iş öyle olmuyor.
Din tüccarlarının söylemlerine kanıp onların direktiflerine göre hareket ediyor insanlar...
Adam önüne koymuş bir tezgâh, mütedeyyin Müslümanlara “sırat köprüsünden geçiş biletlerini” satıyor...
Bu din tüccarları her gün farklı boyutlarda yalan söylüyor, bugün kara dediğine yarın beyaz diyor, bugün “yapmadım” dediğini yarın “yaptım” diyebiliyor; sonuçta yalan temelli, siyasal ya da kuramsal menfaat amaçlı bir din bezirgânlığı... Tanrım sen aklıma mukayyet ol...
Her durumda ve zamanda zeytin yağ misali üste çıkma manevraları yapmayı da ihmal etmiyorlar; çünkü kendilerine kayıtsız ve şartsız “biat” edenleri nasıl olsa “din ticareti” ile kandıracağını biliyorlar.
Hele işin içine kişisel ya da siyasi menfaat girdiyse, iş daha karmaşık hal alıyor.
Günlük hayatımızda din ticareti birçok şekillerde gerçekleşiyor.
Adeta bir “tabu” olan konuyu satırlarla dile getirmek dahi birilerini rahatsız edeceğini tahmin etmek zor değildir. Bu nedenle de samimi Müslümanlardan kimse işin ürerine gitmiyor... Allah selamet versin bir zamanlar M. Şevket Eygi konuyu dillendirmişti de söylenmedik laf kalmamıştı..!
**
İstismarcı tabelalar...
Siyaset arenasında her türlü yalan ve dolanı marifet sayan bir zihniyetin yaygın haline günlük hayatımızda da çok karşılaşırız. Şimdilerde çevremize baktığımızda, insanımızın nasıl bir kandırmaca içine sürüklendiğini görüyoruz...
İnanç hortumculuğu, duydu istismarı, din ticareti derya deniz...
Sokakta gözlerimle gördüğüm bazı tabelaları örnek vereceğim; bakar mısınız şu tabelalara; “iffet giyim”, “Medine alçı”, “kasem inşaat”, “hıra matbaacılık”, “ihlâs ticaret”, “ehlisünnet ticaret” “devrisaadet manav”, “hicret ticaret”, “helal gıda”, “kutlu ticaret” ve benzeri pek çok diğerleri...
Biraz daha etrafımıza bakarsak, bunların sayısını çoğaltabilirsiniz...
Amaç, saf vatandaşı, “duygu-din-inanç çağrışımlı” tabela ismiyle aldatmak, inançlı vatandaşın cebini hortumlamak...
En azından bunların bir kısmının bu amaçla yapıldığı, yaşanan olaylarla bir gerçektir…
Bunlar “din” adına yapılmaktadır...
Benim inancım, kutsallığım bana karşı “sömürü silahı” olarak kullanılmaktadır...
İnançların hortumlanmasıdır bunlar...
Her hareketi sahtedir bunların...
Varmak istedikleri, doğru sandıkları yanlışa ulaşmak için sürekli hayal kurarlar; unutmamak gerekir ki hayallerin son kullanma tarihi yoktur...
Hele bu hayaller insanı Yaratanla, kutsallıklarıyla, manevi duygularıyla aldatmak amacını taşıyorsa, kullanma tarihi sonsuz ve sınırsızdır.
Peki, buna nasıl engel olunur?
Önce akılını kullanacak ve sorgulayacak insan olmak...
Sonra vicdanın sesini dinleyecek...
Bu duruma, ancak ve ancak insanın ölçümleme merkezi olan vicdanı duyarlı hale gelirse engel olabilir...
**
Din insan içindir...
İlahiyatçılar da, mürşit ata dedelerim de, benim kalbim de “İslam demek, Kur’an demektir” diye ses vermekte...
‘Ona aykırı her şey yalan ve riyadır’ demekte…
Doğrudur, akılla düşündüğümüz zaman bunu görüyoruz...
Ancak, akan berrak nehre başka şeyler de karışır...
Her şeyin sahtesi olduğu gibi İnsanın da...
İnsanın değerini anlamak, Kur’anı anlamaktır...
Biraz sorgulama yapalım; din ne için var olmuştur?
Kötüleri doğru yola getirmek için...
Değil mi?
Çünkü din, günahkârlar için, sapıklar için gelmiştir!...
Herkes “melek” olsaydı dine gerek olmazdı!...
Tıpkı hastalık olmasaydı doktor, ilaç olmayacağı gibi...
**
Peygamber adını sömürenler...
Din tüccarlarının kullandığı diğer ana istismar konusu, Tanrının vahiyle gelen emirleri insanlara tebliğ etmekle görevlendirdiği peygamberlerdir. Peygamber hakkında olmadık rivayetler, uydurma hadisler icat edip, O’nun ismini kullanarak, din sömürüsü yapıyorlar. Öylesine saçma-sapan hurafeler anlatılıyor ki, sanki İslam’ın esası, çoğu zaman kaynağı belli olmayan aktarma “rivayetler” den ibaret imiş gibi bir hava yaratılmaktadır! Saf Müslümanları aldatmakla sanki görevlendirilmiş cüppeli-takkeli-sakallı din ticaret simsarlara rağbet edilmekte... Eğer mümkün olsaydı, peygamber bugün dünyaya geri gelseydi, kendi ismini istismar eden bu cahil mecnunları mutlaka kapı dışarı eder, onların sarıklarını yakardı; kendisi de papyon ya da kravat takardı...
**
Peygamber sevgisi...
Peygamber sevgisi lafta değil özdedir…
Samimi olarak peygamber sevgisini içten duyanlar, bunu da ifade etmişlerdir. İşte şu yaklaşım samimiyetin ifadesidir; peygambere ulaşmanın zorluğunu anlatmak için bu ifade önemlidir: “Seni sevmek belki haddim değildir ama yine de seni seviyorum...”
Dinimizde peygamber sevgisi çok farklı olduğu kadar ona yakın olmanın zorluğunu da bu söylem iyi yansıtıyor.
Onun için peygamberi sevmek kolay bir iş değil!...
İlginç bir noktayı daha burada ifade edelim; peygamber ile kölesi “Zeyd” arasında çok özel bir yakınlık, sevgi bağı vardır. Bu nedenledir ki “Zeyd” ismi, sahabenin dışında, Kur’an’dan geçen tek isimdir. Çünkü peygambere köle olmayı en üst makam olarak telakki eder. “O’na köle olmak sultan olmak demektir” yaklaşımını temsil eder... Marifet, “köle” olmaktan öte peygambere yakın olmak mutluğu saklıdır bu ifadede…
Ayrıca köle bile olsa “insan” olarak taşıdığı değeri üstün tutmanın bir göstergesi… Bu, Tanrının takdir ettiği bir derecedir...
**
Peygambere yakın olmak ve onun sevgisini kazanmak için yıllarca ibadet edenler de olmuştur.
Dindarlığın samimiyete dayandığı düzey, Allah’a akılla dua etmektir.
Çünkü ibadetin aslı duadır.
Tüm dinlerde ve kitaplarda dua vardır.
O dinin mensupları dua aracıyla Yaratana ulaşmaya çalışırlar.
İşte somut bir örnek; Paskal ömrünün son 7-8 senesini manastırda geçirerek Allah’a dua eder.
Bu, O’nun ne kadar meşhur bilim insanı ya da mucit olduğu ile de ilgili değil... Bu yakarış, insanın kendi ekseninden düzen merkezine girmesiyle başlayan bir yakarış, bu denli dirayetli bir yaklaşım...
Paskal romatizmadan dertli bir insan olmasına ve son derece acılar içinde kıvranmasına rağmen, bu acılarını, Tanrıya yaklaşımın aracı olduğunu düşünerek dua etmiştir...
Paskal, dualarında şöyle ifade ediyor; “Beni sana yaklaştıran her şey, beni senden uzaklaştıran acılardan daha kıymetlidir. Romatizmalarım sana yaklaştırdığı için şükrediyorum.”
Bu ifade müthiştir...
İnsana karşılıksız hizmetin, Allaha hizmet demek olduğunu kavrama anlayışıdır...
Acıların kaynağında Allaha ulaşma olduğu anlayışı...
Acısına rağmen, varlığını muhtaç olduğu Tanrı fikrine ulaşmak için engin iman sahibinin anlayışı...
İlk secde edilen varlığın insan olduğunu bilmesine rağmen, bunu sağlayan Tanrının engin gücüne sığınma isteği...
Tüm bu değerler ve yargılar, ancak farklı bir frekansta olabilir...
Paskal bu frekansı yakalamıştır...
**
İlk secde insana...
“Tanrıya karşı gelerek insana secde etmeyen şeytandır.”
Bu ifadeyi çok kez duyarız.
Bunun esas başlangıcını bilmeyiz.
Durup dururken tüm meleklerin insana secde edilmesi neden emredildi?
Bu konuda bilgisi olanın, ilahiyatçıların bir kısmı bilebilir, çok fazla olduğunu sanmıyorum. Yaratan önce bir sınava tabi tutuyor Âdem ve tüm melekleri... Bilginin değerini insanlara anlatmak için; bilenle bilmeyenin bir tutulmaması gerektiğinin mesajını vermek için...
İşte bu sınav esnasında sorulan soruya Adam doğru cevap verdiği için, Yaratan da tüm meleklere, Âdem’e secde etmelerini emretti. İşte bu aşamada bir melek olan Şeytan secde etmedi. Yani bilginin üstünlüğünü kabul etmedi...
Çünkü bilgi insanın onurudur, şerefidir, değeridir, üstünlüğüdür...
Yaratan, Âdem’i bilgi ile donatma ayrıcalığını yaparak insanlığa bilginin ve bilmenin vazgeçilmezliğini mesaj olarak vermiştir; bilginin üstün gücünü, değerini anlamaları için...
Şeytan buna karşı gelmiştir...
Bunun için diyoruz ki ilk secde Allaha değil, insana yapılmıştır...
Bu nokta son derece önemlidir...
Bu üstünlük de tesadüf olsun diye insana tanınmamıştır. Çünkü evrendeki varlıklar içinde, bilgiyi üreten ve yayan, bilgi sentezi yapan, kendi kendini kınayan, eleştiren, düşünen tek varlık insandır!...
İnsanda olup ta hiçbir varlıkta olmayan diğer bir değer de vicdandır.
Özel bir boyutu ve anlamı vardır vicdanın...
Vicdan yanılmaz; çünkü insanın içindeki Tanrı’nın sesidir vicdan...
Onda hile-hurda olmaz, eksik-gedik de...
Bilgi eksik, yanlış olabilir; akıl hata yapabilir; vicdan bunları yapmaz...
İlham-irfan vicdandan gelir...
Vicdan, iç muhasebe merkezidir, ayar merkezidir insanın...
Bu merkezin yansıması, kendini bilmektir...
Kendini bilen az hata yapar.
Kendini bilen, hata yapınca da geri dönüş yapmasını bilir, özrün farkına varır; özür dilemek, gururu -kibirli olmayı- yenmek demektir...
Kibir ve gurur kişinin ruhunu kirletir, insan sevgisini yok eder.
Sevgisiz insan içi boş bir kovaya benzer; insan sevgiyle vardır, sevgi olduğu için yaptığı iyilikler vardır...
Onun için atalarımız; “iyilik dile komşuna, iyilik gelsin başına” demişler...
Ne kadar anlam yüklü bir ifade...
Bu idrakte olabilmek hayatın gerçeklerini kavramak demektir...
Bu kavrayış, hayatın boyutunu anlatır.
Hayat yerinde durmuyor ki...
Belli yaşa gelmenin de bir bedeli var, emeği de...
Sıhhatte olduğun müddetçe varlığını hissedersin, hayatı anlamak için hareket şarttır. Hayatta hareketlilik esastır.
Çünkü hayat bir bisiklete benzer, pedal çevirdikçe sürer...
**
Kader...
Hayat olduğu yerde saymıyor, dedik...
Duraklama yok hareketlilik var; çünkü hareket hayatın kendisidir.
Hayatta baştan sone, kime ne şekilde yaşayacağı, neleri göreceği bilinmez. Yaşanacaklar inancımız bağlamında “kader” olarak ifade edilse de bunun bir sorgulaması yapılmalıdır.
Doğrudur; kaderi takdir eden Allah’tır...
Fakat tedbirini almak da kulun görevidir…
Önlem almadan kişileri yerin dibindeki maden ocağında ölüme göndermek “kader” olamaz...
Maden altında ölenler için, “güzel öldüler” denilemez!!!???
İnsanları terörün kucağına atmak kader olamaz...
Hayatın baharında terörün kurşunlarına, bombalarına hedef olmak kaderde mi yazılı?
Yaratan Allah, terörü de mi plânladı???!!!
Bunu böyle anlamak ve söylemek “sapıklık” tır...
Başta, Yaratan seni sorumlu tutar...
Can sahibini sorgular...
Hata yapan kuldur, hatanın sorumluluğunu “kader” diye Yaratan’a yüklemeye kimsenin hakkı yoktur. Kusur da sevap da kulun işidir; doğrudur, ilk günah ve ilk af Âdeme aittir. Hem ilk günahı işlemiştir hem de Tanrıdan ilk affı almıştır...
Affın kaynağını bilemezsin, çünkü manevi rahmet farklı boyutlardan, belki de farklı galaksilerden, çok yücelerden gelmiştir...
Onu bilmek ve anlamak mümkün değil…
Tanrının varlığı ve birliğini somut olarak göstermek inançsızlık için çok mümkün değil, inanmak boyutunda, bunun işaretlerini her varlıkta görürüz…
Nasıl ki parmaklarımız Allahın birliğini işaret ediyorsa, parmaklarımızdaki izlerden ‘en az farklı 6 milyon izin-motifin’ olduğunu da...
Evrendeki olup biten doğaüstü olaylar ya da şahit olunan mucizelerin ardındaki “sır”ın, kişilerin gücünün ötesinde bir güç olduğuna inanmayanı inandırmak ve ikna etmek, pekâlâ ki mümkün olmaz. Örneğin İsa Peygamberin kör olan insanı iyileştirirken bunun Allah’ın yardımıyla ve izniyle yaptığını inanmayana anlatmak ve onu ikna etmenin zorluğu gibi...
Günümüz yobazları ve bazı haddini bilmez cahil “aydın” geçinenler, olur olmaz örneklerle Allah’ın varlığını ispata kalkarlar!...
Bazı sahte bilim insanlarının ya da sahte dincilerin tanıttığı Allah’a değil, Kur’an’ın, Peygamberin tarif ettiği Allah’a inanmak gerekir...
**
Dinde reform...
Aralıklı da olsa gündeme gelen bir konu var; dinde reform yapmak... Öncelikle şunu iyi anlamak gerek; dinin temelini oluşturan kurallar vahiy yoluyla geldiği için “değişmez” kurallardır.
Bu bağlamda dinde reform olamaz; vahiy yoluyla gelen bir dini nasıl reforma tabi tutacaksınız?
Kur’an’da mı reform yapacaksınız!!!???
Reform istenen Kur’an hükümleri ise, aklen bu mümkün değildir...
Çünkü bu dinin temel kuralları insanlar tarafından yazılmadı ki eline kalemi alsın da önünü arkasını değiştirsin..!
İnsanın kelamı ile yazılmadığına göre insanın müdahalesi de olamaz...
Fakat şu olabilir; din kuralı olmayıp “Arap kültürü” etkisinde kalınarak, dine sokulan Arap kültür kalıntıları sadeleştirilebilir.
Araplaştırma furyasına uğrayan kültürel asimilasyonlar “din” perdesiyle İslam’ın kuralı imiş gibi önerimler ayıklanabilir...
**
Vahiy-bilim farkı...
Tartışma konusu edilen bir diğer konu ise Kur’an ile bilimin farkıdır.
Kuran vahiydir; bilgi verir, telkin eder, ispat etmez...
Fakat bilim dünyevidir; şüpheye ve sorgulamaya dayanır, ispat etmek mecburiyetindedir..
Onun içindir ki bilimsel düşüncede hipotez esas alınmaktadır.
Tabiata soru vardır, sorunun cevabını aramak ve ispat etmek esastır. Bu bağlamda bilim insanının her söylediği mutlak doğru değildir. Bugün doğru olarak bilinen bir şey, yarın tersi ispat edilince yanlış olarak kaynaklara geçer.
Unutulmamalıdır ki insan bilgi uğruna yaratılmıştır…
Bilgi ve bilim insanla özdeştir...
Bilgiye secde vardır...
**
Yaratılışın sırrı; yaratanını bilmesi, kendini bilmesi ve tanıması uğruna insan yaratılmıştır...
Bilgi ancak ve ancak insanla oluşur ve yayılır…
İlk insan olan Âdem’e meleklerin secde etmeleri/ettirilmenin ardındaki sır ne olduğunu yukarıda belirttik. Tekrarlayalım; Yaratanın, meleklere ve Âdem’e sorduğu sorunun cevabının Âdem tarafından verilmesi neden gösterilerek, meleklerin aslında bilginin önünde, bilginin gücüne ve üstünlüğüne secde ettirilmesidir olay... Bilginin değerinin anlaşılması için bundan daha güzel bir örnek mesaj olabilir mi?
Bilgi ve bilimi insan yapar...
Onun için söylenen ya da yazılan her söz insanı bağlar...
Şu ifade insanların her söylediği sözün sorumluluğunu hatırlatır; “insanlar sözü ile hayvanlar yularıyla bağlıdır.”
**
Güvenilir insan…
Söz verince onu yerine getirmeye mecburdur insan...
Konuştuğun kadar aktif, aktif olduğun kadar konuşmak insana olgunluk verir; ona yakışan da odur...
İnsanlar dehaya, akla, bilgiye inanırlar. Fakat güvenilirlerin arkasından giderler...
Sağlam karakter altın gibidir, altının sahtesini bulmak mümkündür; çünkü değerli olan şeyin sahtesi yapılır..!
Bu bağlamda şu ifade zihinlerde yer bulur; altının sahtesi olur fakat tenekenin sahtesi olmaz...
Her değerin bir karşılığı ve karşıtı vardır; bu, doğanın kanunudur; tıpkı her gecenin bir sabahı olduğunu bilmek gibi; öyle ya, hangi geceyi gördünüz de sabah olmadı?
Sabretmek gerek…
Karanlık gecelerin mutlaka nurlu sabahları olacaktır…
Korku atmosferinde mücadele verenler birer yıldızdır…
Korkaklar, nemelazımcılar, menfaate tapanlar, beynini ve ruhunu satanlar ya da kiraya verenler, saflıklarıyla bilinip de uyumaya devam edenler ise sadece “varlık” olabilirler…
Kategorileri kendi içinde saklıdır…
**
Bilim kendini bilmektir…
İlim, irfan sahibi olmak tabii ki büyük bir meziyettir.
Bunun değerini sözle ifade etmek kolay değildir.
Bir gerçek vardır; somut olan her şey azaldıkça değerlenir, fakat bilim arttıkça değer kazanır...
Bilgi ve bilim, gönül denizinin dibinde bulunan bir incidir...
Bilgiye ulaşabilmek için gönlün pişmesi gerekir…
O halde “ham” olan ve “pişmiş” olan iki farklı gönül var demektir...
Bilim ve bilgi erbabı insanlar tevazu sahibidir; egolarını aşmış insanlardır.
İnsanı yücelten özelliklerin -değerlerin- başında tevazu gelir; tevazu insanı yüceltir, ukalalık ve kibirlik ise alçaltır...
Tevazu sahibi olan aynı zamanda edeplidir de...
İtibarı olan mesleklerin, metaların sahtesinin çok olduğu gibi, tevazu sahibi erdemli ve edepli insanların da sahtesi çoktur...
Edepli olmak, insani gerekliliktir; bu kelimenin yüklendiği derin anlamını, Kur’an’da baştan sona kadar hissedersiniz, çünkü Kur’an’ın ruhunda edep vardır…
Bunu bilmek ve anlamak büyük bir nimettir…
Her nimet şükür gerektirir...
Şükrü yapan da insandır...
Çünkü algılayan, kavrayan, sentezleyen, sorgulayan ve doğru olanı seçip ona inanan ve uygulayan sadece insan...
İşte insanın farkı ve üstünlüğü buradadır…
Eğer sadece beş duyu ile yaşıyorsa bazı insanlar; onlar hayvanlarda da var...
Hayvanlar da yer, içer, görür, işitir, sevişir, ürer ve ölür...
Hâlbuki insan olarak beş duyu ile yüksek değerler yapmak gerekiyor.
İyilik yaparak ruhun yüceliğini göstermek, beş duyunun dışına taşmak demektir..
Derin anlam yüklü kelimelerle ifade edilen erdemliğin, tevazünün, edebin hamuruna karışmak, ruhun derinliğinde bunları hissetmek...
Zira manalar, kelimelere binerek yol alırlar...
Bu yüce değer yüklü özellikleri ruhun derinliklerine işlemek gerek...
Çünkü ruh bedene binmiş durumda...
Ruh bağlamında önem vurgulamak için meşhur bir ifade vardır; biraz kural dışı görünse de bir gerçeği anlatması bağlamında söylenmesi önemlidir. Beden ruhu yönlendirebilirse insanı “ahır”a, ruh bedeni yönetirse insanı “Ahir”e götürür...
**
İyi örnek olmak...
İnsan yaşamında kalıcı izler bırakmak temel gayedir. Bunu başaran insanlar topluma en yararlı olanlardır. Bunu ya bıraktıkları eserlerle ya da hizmetlerle belgelerler. Bazı insanlar da herhangi bir eser bırakmadan “iyi şeyler” yapabilir. İyi şeyler geniş kapsamdadır. Birey olarak hiçbir eser bırakamıyorsa, “yanlış” örnek olmamak, asgari arzusu olmalıdır. Önemli olan güzel örnek olmaktır.
Bunun başarmanın ilk adımı nefsini, yani egolarını yenmektir…
Nefsin kafasını ezmeden, nefsi kelepçelemeden düşman yenilemez...
Nefsin esiri olan yanlış yapar; iyilik yerine kötü örnek olur…
Gerçek “dindar” insan, nefis için değil, Allah’a kulluk görevi için mücadele verir… Nefisle mücadele etmek gerek...
Yanlış örnekler zaten çoktur...
En önemlisi yanlışı emsal almamaktır; aksi halde yanlışlar çoğalır...
Yanlış örnek nedeniyle bağcının yetiştiremediği sultani üzüm yerine koruklar çıkar… O zaman da koruklar meydanı işgal eder; koruktan da pekmez yapılmaz ki!...
Geçmiştekilerden iyi örnekler almak gerek...
Geçmiştekiler devirlerinin yıldızıydılar...
Kültürün de, dinin de önderleriydi...
‘Kafama rahmet yağsın’ diye Kur’anı yukarıya asmadılar...
Bu cehaleti hiç yaşamadılar...
Onları örnek alarak iyi örnek olma gayreti göstermek gerekir...
İyilik için, iyileri çoğaltmak için, güzelliğin ve iyi örnekliğin cazibe merkezi olunmalıdır... Örneklemek gerekirse, sudaki karpuzu kendine çekmek için suyu kendine çekmek gerekiyor... İnsan ilişkileri de benzerdir; insana baskı değil sevgi ve muhabbetle yaklaşmak gerekir ki kazanabilesiniz...
**
Çağı anlamak ve yaşamak...
Hayatta doğru-yanlış, düzgün-eğri, yalan-gerçek bir aradadır…
Tıpkı karanlık ile aydınlık gibi...
Bunlar yan yana giderler...
Ruhen kirlenmemiş bir insan, akıl dünyasında varlığını sürdürmelidir ki bu ikilemleri fark edebilsin...
Akıl dünyasında süren hayata, eğitim ve siyaset hizmet eder...
İnsan sorunlarını çözmek için var olan siyaset, eğer amacından farklı ve yanlış uygulanırsa, toplum zarar görür...
Türk toplumu bu zararları yaşıyor...
Örneğin Avrupa’nın kapısında kırk yılı aşkın süredir beklemekte olan Türkiye yeni bir yol arayışında...
Güya “medeniyet projesi” olarak takdim edilen AB ortaklığına üye olma hayali ve ümidi giderek sönmektedir.
Birilerine göre ‘uygun olmayan’ aile yapımızı ‘AB standartlarına uygun olarak hazırlamayı’ önerseler de, bunun çok taraftar bulmadığı bir gerçektir.
Onlara göre “liberal bir aile yapısını” geliştirmek, çağdaşlaşmak için kendimizi ‘düzeltip geliştirmek’ gerekirmiş...
AB’ye ‘korunmuş, eğitilmiş bir aile yapısıyla girmek’ gerektiğini öneriyorlar. Aslında bu öneriler yanlış değil…
Tabii ki aldanma-aldatma noktaları dikkate alınmaz; eğitilmiş, korunmuş, çağdaş algılara sahip bir aile yapısı sadece AB standartları için gerekli değil ki...
Türk toplumu için de gerekli…
Gel gelelim ki ailenin direği olan “anne” eğitimsiz kalsın diye ayrı bir gayret var... Çünkü politik çıkarlar için cahili kandırmak daha kolay... Okutulmayan kız çocukları bunun en somut örneğidir...
Türk toplumu eğer medeni ve uygar nimetlerden yararlanmak istiyorsa, zaten çağdaş ve eğitimli yapıya kavuşması gerekir.
Bu özelliklere sahip olan toplum, mutlaka AB üyesi olması da gerekmez...
AB sadece bazı standartları koymuştur…
Kendini geliştirmek insanın ilk görevidir.
İnsanı yaratan Allah aslında bir risk almış demektir...
Çünkü o insanın; önce kendine, sonra ailesine ve sonunda topluma iyi ya da kötü örnek olma potansiyeli vardır...
İyi olursa ne âlâ, fakat kötü olursa o zaman bu bir risk demektir...
Tanrının onunla uğraşması gerekir!...
**
İlahi cevher...
Yaratılan insan özgür iradesini kullanarak kendini geliştirirse risk olmaktan çıkar. Hayatın ve ölümün anlamı zaten bunun için vardır; amaç insanın kendisini geliştirmesidir.
Bunu başarmanın sırrı yine insanın benliğinde saklıdır.
Kişinin benliğine yerleşmiş bir cevher vardır; bu, “ilahi cevher”dir; bu “ruh” tur... Bu ruh cevheri insanı olumlu ya da olumsuz yönden etkiler ve yönlendirir… Bunun için de ruhun rahmete uğraması gerekir; rahmet, güzel olan ne varsa içinde barındırır...
Hayatın bir parçası da, yaşanmış olanın muhasebesini sağlayacak olan ölümün haklılığıdır!... Yaratanın buyruğudur; “her nefis mutlaka ölümü tadacaktır” diye. Ne demek nefis?
Bunu önceki satırlarımızda ifade ettik.
Tekrarlayalım; benliğindeki “kötü” etiketli istem ve arzuları, yani egoyu, yani “beni” yenmektir; aklı duyguya, mideye, hisse üstün kılmaktır...
Sonuçta, ölümün ardında ulaşılan mekânın, her ne kadar ne olduğu veya ne olmadığı bilinmiyor ise de ve gidip gelen olmamış olsa da, tüm kalbiyle insanın inandığı yer olan “ahiret..”
Aslında ahiret, insan eylemlerinin bir topluluğudur; orası, insanların yaptıkları eylemlerin sinema perdesine aktarılma sahnesidir; her şeyin şeffaf olacağına inanılan bir bütündür...
**
Söylem vukuundan beter...
Bir insanı kırmak ya da üzmek eylemine sebep olan hal ve hareketler vardır. Örneğin bazı şeylerin söylenmesi vukuundan (yapılmasından) beterdir. Örneğin adama ağır bir söz söylemek, ona bir tokat atmaktan daha ağır gelebildiği gibi...
Diğer bir örnek, “kötü” denilen birine bunu söylemekle en büyük şiddeti uygulamış olma durumu...
Adama “hırsız” demeden önce ona yardımcı olunmalı...
Kırıcı duyguyu körükleyen “ben” merkezli tahrike kapılmamak gerek..
Akılla, “ben” merkezli egoya müdahale etmek de bir marifet...
Koca eşine, eş çocuklarına karşı, Müslüman başkasını eleştirmeden; dilinden söz çıkmadan, gözünden “kem” bakış akmadan, rahatsız olanın insan olduğunu bilmeli ve aklıyla müdahil olmalıdır...
Dolayısıyla söylemin vukuundan beter olmasını istemiyorsak aklımızla hareket etmeli, duygularla değil...
Bir gerçeği burada dile getirmekte yarar vardır: Müslümanlığın önündeki en büyük engel Müslümanlardır!...
**
Farklılıkların zenginliği...
Farklılıkların temelinde bilişme, bütünleşme vardır.
Farklılıklar, insanlar arasında marifet ilişkisini de sağlar.
“Yabancı isen gel bilişelim” diyen Yunus Emre bunun önemini iyi vurgulamıştır.
Bilişmek, farklılıkları anlamaya çalışmaktır...
Çünkü farklılıklar zenginliktir; doğru olarak değerlendirilirse...
Değilse, yabancı emellere-ideolojilere alet olursa, ayrışma sebebi olabilir...
Örneğin ABD’liler ilk kez farklı bir şey görürlerse ona rağbet ederler. Çünkü kaynak yaratıyor kendileri için...
Bu da emperyalizmin ruh hali...
Farklı bakış açısı...
Çünkü farklılıkta “marifet” olduğunu bilirler...
Marifet nedir?
Var olandan-görünen, bilinen- farklı bir özelliğe sahip olmaktır.
Örneğin müzik aleti çalan bir kişinin ayrıca ressam olması ya da şiir yazması onu farklı gösterir; bunların her biri birer marifettir...
Ancak, bir şeyi öğrenmeye kalkarsa insan, yaptığı iş kazandığı üstün özellik marifet olur.
Bilmediğin dili konuşmak, öğrenmek orada farklı tonların olduğunu gösterir; bunu başarmak da bir marifettir…
**
Sonuç...
İnsan olarak sorumlu olduğumuz temel görevlerin başında, önce kendimizi bilmek ve geliştirmek, yanlışlardan uzak durmak, doğruları ve iyiyi seçmek ve uygulamak...
Birey olarak çevremize her hal ve hareketimizle iyi bir örnek olmak...
Mensubu olduğumuz dinin gereklerini yerine getirirken Tanrı-kul ilişkisi bağlamında düşünmek ve sorgulamayı kendimize yöneltmek...
Manevi bağın temeli olan inancı sektörü aracı haline getirmemek, kimseyi diniyle, inançlarıyla baskı altına almamak...
Kimseyi Tanrı ve O’nun Kelamını öne sürerek, menfaat sağlamak üzere kandırmamak, aldatmamak... İnsanı “Allah ile aldatmamak…”
**
Dindar olmak kişinin özgür iradesidir; istediği şekilde inanması, ibadet etmesi, dua etmesi, Tanrıya olan ilişkilerinde bağımsız olması kadar üstün ve tabii bir hak olamaz... Hiç kimse buna engel olamaz, olmamalıdır...
Dindarlık değil de “dincilik” yapıldığında, ya da dindar değil de “dinci” olunduğunda, rahatsız olacak olan kişi sadece birey değil toplumdur da... İnanç sömürüsü yapmak, en hafiften ahlaksızlıktır, günahtır, riyakarlıktır..
Din hayatın bir parçasıdır; evet, din ve inanç sistemleri önce ferdin kendisini bağlar. Çünkü din kötüler içindir, fert içindir...
Din kuralları toplum hayatına uygulandığı takdirde dine de, Yaratan’a da ters gelecek, onaylanmayacak durumlar ortaya çıkar...
Din adına kulun yapmış olduğu hatalar ve yanlışlar, din hanesine negatif puan olarak yazıldığında bunun vebali kim çekebilir?
Ferdin yanlışlarının “din yanlışı” olarak algılanmamsı gerektiğine göre, “dindar” olmaya evet, fakat “dinci” olmaya hayır demek görevimiz...
**
Müslümanlıkla şereflenmiş Türk milletinin başı dik olmalıdır, olmaya layıktır, hakkı vardır...
Tarihte öyleydi, istikbalde de öyle olmalıdır, öyle olacaktır...
Bilimde, teknikte, demokraside, insan haklarında farklı olmak için çok çalışmak gerekir…
Ana rotamız budur...
Büyük hedef bellidir; Gazi Paşa’nın gösterdiği “muasır medeniyetin üzerine çıkmak…”
Bunu başarmak için çağın tüm imkânlarından yararlanmak ve çok, ama pek çok çalışmak...
Gerçekten uzaklaşmadan gerçeği bulmak için çalışmak…
Hiç unutulmamalıdır ki gerçeğin yüzü, gösterilenden çok daha farklıdır ve daha güzeldir...
Tanrıdan dileğim; doğruyu, gerçeği bulmak için, iyi işler yapmak için güç vermesidir...
Ve diğer bir dileğim Tanrıdan; inançlarımızı bize karşı “silah” olarak kullanan, bizleri Allah ile aldatan iki yüzlü politikacıların şerrinden korusun!!!
Muhabbetle, esenlikle, sevgiyle...
www.r-demir.com
www.ramazan-demir.com