13 Ekim 2010 Çarşamba

İnanç Sömürüsü Üzerine Düşünceler...
Prof. Dr. Ramazan Demir
AKDENİZ.EDU.TR
İnsanı insan yapan değerlerin başında, akılla düşünebilme ve irdeleyebilme özelliği gelir. Eğer bir insan aklını kullanmıyorsa, sadece söyleneni yapıyorsa, o insanın “akla ihtiyacı yok” demektir. Birileri onun yerine düşünüyor ve üretiyor, sonra emrediyor, o da kul-köle misali itaat ediyor, verilen emre uyuyor demektir...
Peki, o takdirde, insan kılığındaki bu varlıklar “gerçekten” Tarının emriyle “secde edilen” varlık insan mı?
İşte tartışma konusu olan obje de budur...
**
Akılla İnanmak...
Peki, bir insan aklını kullanmıyorsa nasıl, neyle inanacak?
Tanrının emridir; “akılla inanmak ve akılla ibadet etmek...”
Hal böyle olduğuna göre, insanların din ticareti yapan din tüccarlarına aldanıp inanmaması gerekir.
Gel gelelim ki iş öyle olmuyor.
Din tüccarlarının söylemlerine kanıp onların direktiflerine göre hareket ediyor insanlar...
Adam önüne koymuş bir tezgâh, mütedeyyin Müslümanlara “sırat köprüsünden geçiş biletlerini” satıyor...
Bu din tüccarları her gün farklı boyutlarda yalan söylüyor, bugün kara dediğine yarın beyaz diyor, bugün “yapmadım” dediğini yarın “yaptım” diyebiliyor; sonuçta yalan temelli, siyasal ya da kuramsal menfaat amaçlı bir din bezirgânlığı... Tanrım sen aklıma mukayyet ol...
Her durumda ve zamanda zeytin yağ misali üste çıkma manevraları yapmayı da ihmal etmiyorlar; çünkü kendilerine kayıtsız ve şartsız “biat” edenleri nasıl olsa “din ticareti” ile kandıracağını biliyorlar.
Hele işin içine kişisel ya da siyasi menfaat girdiyse, iş daha karmaşık hal alıyor.
Günlük hayatımızda din ticareti birçok şekillerde gerçekleşiyor.
Adeta bir “tabu” olan konuyu satırlarla dile getirmek dahi birilerini rahatsız edeceğini tahmin etmek zor değildir. Bu nedenle de samimi Müslümanlardan kimse işin ürerine gitmiyor... Allah selamet versin bir zamanlar M. Şevket Eygi konuyu dillendirmişti de söylenmedik laf kalmamıştı..!
**
İstismarcı tabelalar...
Siyaset arenasında her türlü yalan ve dolanı marifet sayan bir zihniyetin yaygın haline günlük hayatımızda da çok karşılaşırız. Şimdilerde çevremize baktığımızda, insanımızın nasıl bir kandırmaca içine sürüklendiğini görüyoruz...
İnanç hortumculuğu, duydu istismarı, din ticareti derya deniz...
Sokakta gözlerimle gördüğüm bazı tabelaları örnek vereceğim; bakar mısınız şu tabelalara; “iffet giyim”, “Medine alçı”, “kasem inşaat”, “hıra matbaacılık”, “ihlâs ticaret”, “ehlisünnet ticaret” “devrisaadet manav”, “hicret ticaret”, “helal gıda”, “kutlu ticaret” ve benzeri pek çok diğerleri...
Biraz daha etrafımıza bakarsak, bunların sayısını çoğaltabilirsiniz...
Amaç, saf vatandaşı, “duygu-din-inanç çağrışımlı” tabela ismiyle aldatmak, inançlı vatandaşın cebini hortumlamak...
En azından bunların bir kısmının bu amaçla yapıldığı, yaşanan olaylarla bir gerçektir…
Bunlar “din” adına yapılmaktadır...
Benim inancım, kutsallığım bana karşı “sömürü silahı” olarak kullanılmaktadır...
İnançların hortumlanmasıdır bunlar...
Her hareketi sahtedir bunların...
Varmak istedikleri, doğru sandıkları yanlışa ulaşmak için sürekli hayal kurarlar; unutmamak gerekir ki hayallerin son kullanma tarihi yoktur...
Hele bu hayaller insanı Yaratanla, kutsallıklarıyla, manevi duygularıyla aldatmak amacını taşıyorsa, kullanma tarihi sonsuz ve sınırsızdır.
Peki, buna nasıl engel olunur?
Önce akılını kullanacak ve sorgulayacak insan olmak...
Sonra vicdanın sesini dinleyecek...
Bu duruma, ancak ve ancak insanın ölçümleme merkezi olan vicdanı duyarlı hale gelirse engel olabilir...
**
Din insan içindir...
İlahiyatçılar da, mürşit ata dedelerim de, benim kalbim de “İslam demek, Kur’an demektir” diye ses vermekte...
‘Ona aykırı her şey yalan ve riyadır’ demekte…
Doğrudur, akılla düşündüğümüz zaman bunu görüyoruz...
Ancak, akan berrak nehre başka şeyler de karışır...
Her şeyin sahtesi olduğu gibi İnsanın da...
İnsanın değerini anlamak, Kur’anı anlamaktır...
Biraz sorgulama yapalım; din ne için var olmuştur?
Kötüleri doğru yola getirmek için...
Değil mi?
Çünkü din, günahkârlar için, sapıklar için gelmiştir!...
Herkes “melek” olsaydı dine gerek olmazdı!...
Tıpkı hastalık olmasaydı doktor, ilaç olmayacağı gibi...
**
Peygamber adını sömürenler...
Din tüccarlarının kullandığı diğer ana istismar konusu, Tanrının vahiyle gelen emirleri insanlara tebliğ etmekle görevlendirdiği peygamberlerdir. Peygamber hakkında olmadık rivayetler, uydurma hadisler icat edip, O’nun ismini kullanarak, din sömürüsü yapıyorlar. Öylesine saçma-sapan hurafeler anlatılıyor ki, sanki İslam’ın esası, çoğu zaman kaynağı belli olmayan aktarma “rivayetler” den ibaret imiş gibi bir hava yaratılmaktadır! Saf Müslümanları aldatmakla sanki görevlendirilmiş cüppeli-takkeli-sakallı din ticaret simsarlara rağbet edilmekte... Eğer mümkün olsaydı, peygamber bugün dünyaya geri gelseydi, kendi ismini istismar eden bu cahil mecnunları mutlaka kapı dışarı eder, onların sarıklarını yakardı; kendisi de papyon ya da kravat takardı...
**
Peygamber sevgisi...
Peygamber sevgisi lafta değil özdedir…
Samimi olarak peygamber sevgisini içten duyanlar, bunu da ifade etmişlerdir. İşte şu yaklaşım samimiyetin ifadesidir; peygambere ulaşmanın zorluğunu anlatmak için bu ifade önemlidir: “Seni sevmek belki haddim değildir ama yine de seni seviyorum...”
Dinimizde peygamber sevgisi çok farklı olduğu kadar ona yakın olmanın zorluğunu da bu söylem iyi yansıtıyor.
Onun için peygamberi sevmek kolay bir iş değil!...
İlginç bir noktayı daha burada ifade edelim; peygamber ile kölesi “Zeyd” arasında çok özel bir yakınlık, sevgi bağı vardır. Bu nedenledir ki “Zeyd” ismi, sahabenin dışında, Kur’an’dan geçen tek isimdir. Çünkü peygambere köle olmayı en üst makam olarak telakki eder. “O’na köle olmak sultan olmak demektir” yaklaşımını temsil eder... Marifet, “köle” olmaktan öte peygambere yakın olmak mutluğu saklıdır bu ifadede…
Ayrıca köle bile olsa “insan” olarak taşıdığı değeri üstün tutmanın bir göstergesi… Bu, Tanrının takdir ettiği bir derecedir...
**
Peygambere yakın olmak ve onun sevgisini kazanmak için yıllarca ibadet edenler de olmuştur.
Dindarlığın samimiyete dayandığı düzey, Allah’a akılla dua etmektir.
Çünkü ibadetin aslı duadır.
Tüm dinlerde ve kitaplarda dua vardır.
O dinin mensupları dua aracıyla Yaratana ulaşmaya çalışırlar.
İşte somut bir örnek; Paskal ömrünün son 7-8 senesini manastırda geçirerek Allah’a dua eder.
Bu, O’nun ne kadar meşhur bilim insanı ya da mucit olduğu ile de ilgili değil... Bu yakarış, insanın kendi ekseninden düzen merkezine girmesiyle başlayan bir yakarış, bu denli dirayetli bir yaklaşım...
Paskal romatizmadan dertli bir insan olmasına ve son derece acılar içinde kıvranmasına rağmen, bu acılarını, Tanrıya yaklaşımın aracı olduğunu düşünerek dua etmiştir...
Paskal, dualarında şöyle ifade ediyor; “Beni sana yaklaştıran her şey, beni senden uzaklaştıran acılardan daha kıymetlidir. Romatizmalarım sana yaklaştırdığı için şükrediyorum.”
Bu ifade müthiştir...
İnsana karşılıksız hizmetin, Allaha hizmet demek olduğunu kavrama anlayışıdır...
Acıların kaynağında Allaha ulaşma olduğu anlayışı...
Acısına rağmen, varlığını muhtaç olduğu Tanrı fikrine ulaşmak için engin iman sahibinin anlayışı...
İlk secde edilen varlığın insan olduğunu bilmesine rağmen, bunu sağlayan Tanrının engin gücüne sığınma isteği...
Tüm bu değerler ve yargılar, ancak farklı bir frekansta olabilir...
Paskal bu frekansı yakalamıştır...
**
İlk secde insana...
“Tanrıya karşı gelerek insana secde etmeyen şeytandır.”
Bu ifadeyi çok kez duyarız.
Bunun esas başlangıcını bilmeyiz.
Durup dururken tüm meleklerin insana secde edilmesi neden emredildi?
Bu konuda bilgisi olanın, ilahiyatçıların bir kısmı bilebilir, çok fazla olduğunu sanmıyorum. Yaratan önce bir sınava tabi tutuyor Âdem ve tüm melekleri... Bilginin değerini insanlara anlatmak için; bilenle bilmeyenin bir tutulmaması gerektiğinin mesajını vermek için...
İşte bu sınav esnasında sorulan soruya Adam doğru cevap verdiği için, Yaratan da tüm meleklere, Âdem’e secde etmelerini emretti. İşte bu aşamada bir melek olan Şeytan secde etmedi. Yani bilginin üstünlüğünü kabul etmedi...
Çünkü bilgi insanın onurudur, şerefidir, değeridir, üstünlüğüdür...
Yaratan, Âdem’i bilgi ile donatma ayrıcalığını yaparak insanlığa bilginin ve bilmenin vazgeçilmezliğini mesaj olarak vermiştir; bilginin üstün gücünü, değerini anlamaları için...
Şeytan buna karşı gelmiştir...
Bunun için diyoruz ki ilk secde Allaha değil, insana yapılmıştır...
Bu nokta son derece önemlidir...
Bu üstünlük de tesadüf olsun diye insana tanınmamıştır. Çünkü evrendeki varlıklar içinde, bilgiyi üreten ve yayan, bilgi sentezi yapan, kendi kendini kınayan, eleştiren, düşünen tek varlık insandır!...
İnsanda olup ta hiçbir varlıkta olmayan diğer bir değer de vicdandır.
Özel bir boyutu ve anlamı vardır vicdanın...
Vicdan yanılmaz; çünkü insanın içindeki Tanrı’nın sesidir vicdan...
Onda hile-hurda olmaz, eksik-gedik de...
Bilgi eksik, yanlış olabilir; akıl hata yapabilir; vicdan bunları yapmaz...
İlham-irfan vicdandan gelir...
Vicdan, iç muhasebe merkezidir, ayar merkezidir insanın...
Bu merkezin yansıması, kendini bilmektir...
Kendini bilen az hata yapar.
Kendini bilen, hata yapınca da geri dönüş yapmasını bilir, özrün farkına varır; özür dilemek, gururu -kibirli olmayı- yenmek demektir...
Kibir ve gurur kişinin ruhunu kirletir, insan sevgisini yok eder.
Sevgisiz insan içi boş bir kovaya benzer; insan sevgiyle vardır, sevgi olduğu için yaptığı iyilikler vardır...
Onun için atalarımız; “iyilik dile komşuna, iyilik gelsin başına” demişler...
Ne kadar anlam yüklü bir ifade...
Bu idrakte olabilmek hayatın gerçeklerini kavramak demektir...
Bu kavrayış, hayatın boyutunu anlatır.
Hayat yerinde durmuyor ki...
Belli yaşa gelmenin de bir bedeli var, emeği de...
Sıhhatte olduğun müddetçe varlığını hissedersin, hayatı anlamak için hareket şarttır. Hayatta hareketlilik esastır.
Çünkü hayat bir bisiklete benzer, pedal çevirdikçe sürer...
**
Kader...
Hayat olduğu yerde saymıyor, dedik...
Duraklama yok hareketlilik var; çünkü hareket hayatın kendisidir.
Hayatta baştan sone, kime ne şekilde yaşayacağı, neleri göreceği bilinmez. Yaşanacaklar inancımız bağlamında “kader” olarak ifade edilse de bunun bir sorgulaması yapılmalıdır.
Doğrudur; kaderi takdir eden Allah’tır...
Fakat tedbirini almak da kulun görevidir…
Önlem almadan kişileri yerin dibindeki maden ocağında ölüme göndermek “kader” olamaz...
Maden altında ölenler için, “güzel öldüler” denilemez!!!???
İnsanları terörün kucağına atmak kader olamaz...
Hayatın baharında terörün kurşunlarına, bombalarına hedef olmak kaderde mi yazılı?
Yaratan Allah, terörü de mi plânladı???!!!
Bunu böyle anlamak ve söylemek “sapıklık” tır...
Başta, Yaratan seni sorumlu tutar...
Can sahibini sorgular...
Hata yapan kuldur, hatanın sorumluluğunu “kader” diye Yaratan’a yüklemeye kimsenin hakkı yoktur. Kusur da sevap da kulun işidir; doğrudur, ilk günah ve ilk af Âdeme aittir. Hem ilk günahı işlemiştir hem de Tanrıdan ilk affı almıştır...
Affın kaynağını bilemezsin, çünkü manevi rahmet farklı boyutlardan, belki de farklı galaksilerden, çok yücelerden gelmiştir...
Onu bilmek ve anlamak mümkün değil…
Tanrının varlığı ve birliğini somut olarak göstermek inançsızlık için çok mümkün değil, inanmak boyutunda, bunun işaretlerini her varlıkta görürüz…
Nasıl ki parmaklarımız Allahın birliğini işaret ediyorsa, parmaklarımızdaki izlerden ‘en az farklı 6 milyon izin-motifin’ olduğunu da...
Evrendeki olup biten doğaüstü olaylar ya da şahit olunan mucizelerin ardındaki “sır”ın, kişilerin gücünün ötesinde bir güç olduğuna inanmayanı inandırmak ve ikna etmek, pekâlâ ki mümkün olmaz. Örneğin İsa Peygamberin kör olan insanı iyileştirirken bunun Allah’ın yardımıyla ve izniyle yaptığını inanmayana anlatmak ve onu ikna etmenin zorluğu gibi...
Günümüz yobazları ve bazı haddini bilmez cahil “aydın” geçinenler, olur olmaz örneklerle Allah’ın varlığını ispata kalkarlar!...
Bazı sahte bilim insanlarının ya da sahte dincilerin tanıttığı Allah’a değil, Kur’an’ın, Peygamberin tarif ettiği Allah’a inanmak gerekir...
**
Dinde reform...
Aralıklı da olsa gündeme gelen bir konu var; dinde reform yapmak... Öncelikle şunu iyi anlamak gerek; dinin temelini oluşturan kurallar vahiy yoluyla geldiği için “değişmez” kurallardır.
Bu bağlamda dinde reform olamaz; vahiy yoluyla gelen bir dini nasıl reforma tabi tutacaksınız?
Kur’an’da mı reform yapacaksınız!!!???
Reform istenen Kur’an hükümleri ise, aklen bu mümkün değildir...
Çünkü bu dinin temel kuralları insanlar tarafından yazılmadı ki eline kalemi alsın da önünü arkasını değiştirsin..!
İnsanın kelamı ile yazılmadığına göre insanın müdahalesi de olamaz...
Fakat şu olabilir; din kuralı olmayıp “Arap kültürü” etkisinde kalınarak, dine sokulan Arap kültür kalıntıları sadeleştirilebilir.
Araplaştırma furyasına uğrayan kültürel asimilasyonlar “din” perdesiyle İslam’ın kuralı imiş gibi önerimler ayıklanabilir...
**
Vahiy-bilim farkı...
Tartışma konusu edilen bir diğer konu ise Kur’an ile bilimin farkıdır.
Kuran vahiydir; bilgi verir, telkin eder, ispat etmez...
Fakat bilim dünyevidir; şüpheye ve sorgulamaya dayanır, ispat etmek mecburiyetindedir..
Onun içindir ki bilimsel düşüncede hipotez esas alınmaktadır.
Tabiata soru vardır, sorunun cevabını aramak ve ispat etmek esastır. Bu bağlamda bilim insanının her söylediği mutlak doğru değildir. Bugün doğru olarak bilinen bir şey, yarın tersi ispat edilince yanlış olarak kaynaklara geçer.
Unutulmamalıdır ki insan bilgi uğruna yaratılmıştır…
Bilgi ve bilim insanla özdeştir...
Bilgiye secde vardır...
**
Yaratılışın sırrı; yaratanını bilmesi, kendini bilmesi ve tanıması uğruna insan yaratılmıştır...
Bilgi ancak ve ancak insanla oluşur ve yayılır…
İlk insan olan Âdem’e meleklerin secde etmeleri/ettirilmenin ardındaki sır ne olduğunu yukarıda belirttik. Tekrarlayalım; Yaratanın, meleklere ve Âdem’e sorduğu sorunun cevabının Âdem tarafından verilmesi neden gösterilerek, meleklerin aslında bilginin önünde, bilginin gücüne ve üstünlüğüne secde ettirilmesidir olay... Bilginin değerinin anlaşılması için bundan daha güzel bir örnek mesaj olabilir mi?
Bilgi ve bilimi insan yapar...
Onun için söylenen ya da yazılan her söz insanı bağlar...
Şu ifade insanların her söylediği sözün sorumluluğunu hatırlatır; “insanlar sözü ile hayvanlar yularıyla bağlıdır.”
**
Güvenilir insan…
Söz verince onu yerine getirmeye mecburdur insan...
Konuştuğun kadar aktif, aktif olduğun kadar konuşmak insana olgunluk verir; ona yakışan da odur...
İnsanlar dehaya, akla, bilgiye inanırlar. Fakat güvenilirlerin arkasından giderler...
Sağlam karakter altın gibidir, altının sahtesini bulmak mümkündür; çünkü değerli olan şeyin sahtesi yapılır..!
Bu bağlamda şu ifade zihinlerde yer bulur; altının sahtesi olur fakat tenekenin sahtesi olmaz...
Her değerin bir karşılığı ve karşıtı vardır; bu, doğanın kanunudur; tıpkı her gecenin bir sabahı olduğunu bilmek gibi; öyle ya, hangi geceyi gördünüz de sabah olmadı?
Sabretmek gerek…
Karanlık gecelerin mutlaka nurlu sabahları olacaktır…
Korku atmosferinde mücadele verenler birer yıldızdır…
Korkaklar, nemelazımcılar, menfaate tapanlar, beynini ve ruhunu satanlar ya da kiraya verenler, saflıklarıyla bilinip de uyumaya devam edenler ise sadece “varlık” olabilirler…
Kategorileri kendi içinde saklıdır…
**
Bilim kendini bilmektir…
İlim, irfan sahibi olmak tabii ki büyük bir meziyettir.
Bunun değerini sözle ifade etmek kolay değildir.
Bir gerçek vardır; somut olan her şey azaldıkça değerlenir, fakat bilim arttıkça değer kazanır...
Bilgi ve bilim, gönül denizinin dibinde bulunan bir incidir...
Bilgiye ulaşabilmek için gönlün pişmesi gerekir…
O halde “ham” olan ve “pişmiş” olan iki farklı gönül var demektir...
Bilim ve bilgi erbabı insanlar tevazu sahibidir; egolarını aşmış insanlardır.
İnsanı yücelten özelliklerin -değerlerin- başında tevazu gelir; tevazu insanı yüceltir, ukalalık ve kibirlik ise alçaltır...
Tevazu sahibi olan aynı zamanda edeplidir de...
İtibarı olan mesleklerin, metaların sahtesinin çok olduğu gibi, tevazu sahibi erdemli ve edepli insanların da sahtesi çoktur...
Edepli olmak, insani gerekliliktir; bu kelimenin yüklendiği derin anlamını, Kur’an’da baştan sona kadar hissedersiniz, çünkü Kur’an’ın ruhunda edep vardır…
Bunu bilmek ve anlamak büyük bir nimettir…
Her nimet şükür gerektirir...
Şükrü yapan da insandır...
Çünkü algılayan, kavrayan, sentezleyen, sorgulayan ve doğru olanı seçip ona inanan ve uygulayan sadece insan...
İşte insanın farkı ve üstünlüğü buradadır…
Eğer sadece beş duyu ile yaşıyorsa bazı insanlar; onlar hayvanlarda da var...
Hayvanlar da yer, içer, görür, işitir, sevişir, ürer ve ölür...
Hâlbuki insan olarak beş duyu ile yüksek değerler yapmak gerekiyor.
İyilik yaparak ruhun yüceliğini göstermek, beş duyunun dışına taşmak demektir..
Derin anlam yüklü kelimelerle ifade edilen erdemliğin, tevazünün, edebin hamuruna karışmak, ruhun derinliğinde bunları hissetmek...
Zira manalar, kelimelere binerek yol alırlar...
Bu yüce değer yüklü özellikleri ruhun derinliklerine işlemek gerek...
Çünkü ruh bedene binmiş durumda...
Ruh bağlamında önem vurgulamak için meşhur bir ifade vardır; biraz kural dışı görünse de bir gerçeği anlatması bağlamında söylenmesi önemlidir. Beden ruhu yönlendirebilirse insanı “ahır”a, ruh bedeni yönetirse insanı “Ahir”e götürür...
**
İyi örnek olmak...
İnsan yaşamında kalıcı izler bırakmak temel gayedir. Bunu başaran insanlar topluma en yararlı olanlardır. Bunu ya bıraktıkları eserlerle ya da hizmetlerle belgelerler. Bazı insanlar da herhangi bir eser bırakmadan “iyi şeyler” yapabilir. İyi şeyler geniş kapsamdadır. Birey olarak hiçbir eser bırakamıyorsa, “yanlış” örnek olmamak, asgari arzusu olmalıdır. Önemli olan güzel örnek olmaktır.
Bunun başarmanın ilk adımı nefsini, yani egolarını yenmektir…
Nefsin kafasını ezmeden, nefsi kelepçelemeden düşman yenilemez...
Nefsin esiri olan yanlış yapar; iyilik yerine kötü örnek olur…
Gerçek “dindar” insan, nefis için değil, Allah’a kulluk görevi için mücadele verir… Nefisle mücadele etmek gerek...
Yanlış örnekler zaten çoktur...
En önemlisi yanlışı emsal almamaktır; aksi halde yanlışlar çoğalır...
Yanlış örnek nedeniyle bağcının yetiştiremediği sultani üzüm yerine koruklar çıkar… O zaman da koruklar meydanı işgal eder; koruktan da pekmez yapılmaz ki!...
Geçmiştekilerden iyi örnekler almak gerek...
Geçmiştekiler devirlerinin yıldızıydılar...
Kültürün de, dinin de önderleriydi...
‘Kafama rahmet yağsın’ diye Kur’anı yukarıya asmadılar...
Bu cehaleti hiç yaşamadılar...
Onları örnek alarak iyi örnek olma gayreti göstermek gerekir...
İyilik için, iyileri çoğaltmak için, güzelliğin ve iyi örnekliğin cazibe merkezi olunmalıdır... Örneklemek gerekirse, sudaki karpuzu kendine çekmek için suyu kendine çekmek gerekiyor... İnsan ilişkileri de benzerdir; insana baskı değil sevgi ve muhabbetle yaklaşmak gerekir ki kazanabilesiniz...
**
Çağı anlamak ve yaşamak...
Hayatta doğru-yanlış, düzgün-eğri, yalan-gerçek bir aradadır…
Tıpkı karanlık ile aydınlık gibi...
Bunlar yan yana giderler...
Ruhen kirlenmemiş bir insan, akıl dünyasında varlığını sürdürmelidir ki bu ikilemleri fark edebilsin...
Akıl dünyasında süren hayata, eğitim ve siyaset hizmet eder...
İnsan sorunlarını çözmek için var olan siyaset, eğer amacından farklı ve yanlış uygulanırsa, toplum zarar görür...
Türk toplumu bu zararları yaşıyor...
Örneğin Avrupa’nın kapısında kırk yılı aşkın süredir beklemekte olan Türkiye yeni bir yol arayışında...
Güya “medeniyet projesi” olarak takdim edilen AB ortaklığına üye olma hayali ve ümidi giderek sönmektedir.
Birilerine göre ‘uygun olmayan’ aile yapımızı ‘AB standartlarına uygun olarak hazırlamayı’ önerseler de, bunun çok taraftar bulmadığı bir gerçektir.
Onlara göre “liberal bir aile yapısını” geliştirmek, çağdaşlaşmak için kendimizi ‘düzeltip geliştirmek’ gerekirmiş...
AB’ye ‘korunmuş, eğitilmiş bir aile yapısıyla girmek’ gerektiğini öneriyorlar. Aslında bu öneriler yanlış değil…
Tabii ki aldanma-aldatma noktaları dikkate alınmaz; eğitilmiş, korunmuş, çağdaş algılara sahip bir aile yapısı sadece AB standartları için gerekli değil ki...
Türk toplumu için de gerekli…
Gel gelelim ki ailenin direği olan “anne” eğitimsiz kalsın diye ayrı bir gayret var... Çünkü politik çıkarlar için cahili kandırmak daha kolay... Okutulmayan kız çocukları bunun en somut örneğidir...
Türk toplumu eğer medeni ve uygar nimetlerden yararlanmak istiyorsa, zaten çağdaş ve eğitimli yapıya kavuşması gerekir.
Bu özelliklere sahip olan toplum, mutlaka AB üyesi olması da gerekmez...
AB sadece bazı standartları koymuştur…
Kendini geliştirmek insanın ilk görevidir.
İnsanı yaratan Allah aslında bir risk almış demektir...
Çünkü o insanın; önce kendine, sonra ailesine ve sonunda topluma iyi ya da kötü örnek olma potansiyeli vardır...
İyi olursa ne âlâ, fakat kötü olursa o zaman bu bir risk demektir...
Tanrının onunla uğraşması gerekir!...
**
İlahi cevher...
Yaratılan insan özgür iradesini kullanarak kendini geliştirirse risk olmaktan çıkar. Hayatın ve ölümün anlamı zaten bunun için vardır; amaç insanın kendisini geliştirmesidir.
Bunu başarmanın sırrı yine insanın benliğinde saklıdır.
Kişinin benliğine yerleşmiş bir cevher vardır; bu, “ilahi cevher”dir; bu “ruh” tur... Bu ruh cevheri insanı olumlu ya da olumsuz yönden etkiler ve yönlendirir… Bunun için de ruhun rahmete uğraması gerekir; rahmet, güzel olan ne varsa içinde barındırır...
Hayatın bir parçası da, yaşanmış olanın muhasebesini sağlayacak olan ölümün haklılığıdır!... Yaratanın buyruğudur; “her nefis mutlaka ölümü tadacaktır” diye. Ne demek nefis?
Bunu önceki satırlarımızda ifade ettik.
Tekrarlayalım; benliğindeki “kötü” etiketli istem ve arzuları, yani egoyu, yani “beni” yenmektir; aklı duyguya, mideye, hisse üstün kılmaktır...
Sonuçta, ölümün ardında ulaşılan mekânın, her ne kadar ne olduğu veya ne olmadığı bilinmiyor ise de ve gidip gelen olmamış olsa da, tüm kalbiyle insanın inandığı yer olan “ahiret..”
Aslında ahiret, insan eylemlerinin bir topluluğudur; orası, insanların yaptıkları eylemlerin sinema perdesine aktarılma sahnesidir; her şeyin şeffaf olacağına inanılan bir bütündür...
**
Söylem vukuundan beter...
Bir insanı kırmak ya da üzmek eylemine sebep olan hal ve hareketler vardır. Örneğin bazı şeylerin söylenmesi vukuundan (yapılmasından) beterdir. Örneğin adama ağır bir söz söylemek, ona bir tokat atmaktan daha ağır gelebildiği gibi...
Diğer bir örnek, “kötü” denilen birine bunu söylemekle en büyük şiddeti uygulamış olma durumu...
Adama “hırsız” demeden önce ona yardımcı olunmalı...
Kırıcı duyguyu körükleyen “ben” merkezli tahrike kapılmamak gerek..
Akılla, “ben” merkezli egoya müdahale etmek de bir marifet...
Koca eşine, eş çocuklarına karşı, Müslüman başkasını eleştirmeden; dilinden söz çıkmadan, gözünden “kem” bakış akmadan, rahatsız olanın insan olduğunu bilmeli ve aklıyla müdahil olmalıdır...
Dolayısıyla söylemin vukuundan beter olmasını istemiyorsak aklımızla hareket etmeli, duygularla değil...
Bir gerçeği burada dile getirmekte yarar vardır: Müslümanlığın önündeki en büyük engel Müslümanlardır!...
**
Farklılıkların zenginliği...
Farklılıkların temelinde bilişme, bütünleşme vardır.
Farklılıklar, insanlar arasında marifet ilişkisini de sağlar.
“Yabancı isen gel bilişelim” diyen Yunus Emre bunun önemini iyi vurgulamıştır.
Bilişmek, farklılıkları anlamaya çalışmaktır...
Çünkü farklılıklar zenginliktir; doğru olarak değerlendirilirse...
Değilse, yabancı emellere-ideolojilere alet olursa, ayrışma sebebi olabilir...
Örneğin ABD’liler ilk kez farklı bir şey görürlerse ona rağbet ederler. Çünkü kaynak yaratıyor kendileri için...
Bu da emperyalizmin ruh hali...
Farklı bakış açısı...
Çünkü farklılıkta “marifet” olduğunu bilirler...
Marifet nedir?
Var olandan-görünen, bilinen- farklı bir özelliğe sahip olmaktır.
Örneğin müzik aleti çalan bir kişinin ayrıca ressam olması ya da şiir yazması onu farklı gösterir; bunların her biri birer marifettir...
Ancak, bir şeyi öğrenmeye kalkarsa insan, yaptığı iş kazandığı üstün özellik marifet olur.
Bilmediğin dili konuşmak, öğrenmek orada farklı tonların olduğunu gösterir; bunu başarmak da bir marifettir…
**
Sonuç...
İnsan olarak sorumlu olduğumuz temel görevlerin başında, önce kendimizi bilmek ve geliştirmek, yanlışlardan uzak durmak, doğruları ve iyiyi seçmek ve uygulamak...
Birey olarak çevremize her hal ve hareketimizle iyi bir örnek olmak...
Mensubu olduğumuz dinin gereklerini yerine getirirken Tanrı-kul ilişkisi bağlamında düşünmek ve sorgulamayı kendimize yöneltmek...
Manevi bağın temeli olan inancı sektörü aracı haline getirmemek, kimseyi diniyle, inançlarıyla baskı altına almamak...
Kimseyi Tanrı ve O’nun Kelamını öne sürerek, menfaat sağlamak üzere kandırmamak, aldatmamak... İnsanı “Allah ile aldatmamak…”
**
Dindar olmak kişinin özgür iradesidir; istediği şekilde inanması, ibadet etmesi, dua etmesi, Tanrıya olan ilişkilerinde bağımsız olması kadar üstün ve tabii bir hak olamaz... Hiç kimse buna engel olamaz, olmamalıdır...
Dindarlık değil de “dincilik” yapıldığında, ya da dindar değil de “dinci” olunduğunda, rahatsız olacak olan kişi sadece birey değil toplumdur da... İnanç sömürüsü yapmak, en hafiften ahlaksızlıktır, günahtır, riyakarlıktır..
Din hayatın bir parçasıdır; evet, din ve inanç sistemleri önce ferdin kendisini bağlar. Çünkü din kötüler içindir, fert içindir...
Din kuralları toplum hayatına uygulandığı takdirde dine de, Yaratan’a da ters gelecek, onaylanmayacak durumlar ortaya çıkar...
Din adına kulun yapmış olduğu hatalar ve yanlışlar, din hanesine negatif puan olarak yazıldığında bunun vebali kim çekebilir?
Ferdin yanlışlarının “din yanlışı” olarak algılanmamsı gerektiğine göre, “dindar” olmaya evet, fakat “dinci” olmaya hayır demek görevimiz...
**
Müslümanlıkla şereflenmiş Türk milletinin başı dik olmalıdır, olmaya layıktır, hakkı vardır...
Tarihte öyleydi, istikbalde de öyle olmalıdır, öyle olacaktır...
Bilimde, teknikte, demokraside, insan haklarında farklı olmak için çok çalışmak gerekir…
Ana rotamız budur...
Büyük hedef bellidir; Gazi Paşa’nın gösterdiği “muasır medeniyetin üzerine çıkmak…”
Bunu başarmak için çağın tüm imkânlarından yararlanmak ve çok, ama pek çok çalışmak...
Gerçekten uzaklaşmadan gerçeği bulmak için çalışmak…
Hiç unutulmamalıdır ki gerçeğin yüzü, gösterilenden çok daha farklıdır ve daha güzeldir...
Tanrıdan dileğim; doğruyu, gerçeği bulmak için, iyi işler yapmak için güç vermesidir...
Ve diğer bir dileğim Tanrıdan; inançlarımızı bize karşı “silah” olarak kullanan, bizleri Allah ile aldatan iki yüzlü politikacıların şerrinden korusun!!!
Muhabbetle, esenlikle, sevgiyle...
www.r-demir.com
www.ramazan-demir.com

Hiç yorum yok: