11 Aralık 2015 Cuma

18 Haziran 2015 Perşembe

ŞEHR-İ MÜBAREK RAMAZAN "Sahur-İMSAK Çelişkisi ve İlâhi Hakikat" Mustafa Nevruz SINACI

SAHUR-İMSAK ÇELİŞKİSİ VE İLÂHİ HAKİKAT
Mustafa Nevruz SINACI
            Eğer nasip ve müyesser olursa inşallah bu hafta; Hazreti Âdem Ata’mızdan günümüze değin, peygamber gönderilen bütün kavimlere (ümmetlere) farz olan mübarek Orucu tutmaya; Ramazan ayını idrake.; Bu kutsal ayın feyiz, rahmet, hikmet, sağlık ve medar-ı şifa bereketini yaşamaya; İnsanlık/İslâm âleminin en faydalı ibadetlerinden Şehri Ramazan’a başlayacağız.
            Eğer Yakup’un çocukları Tevrat’ı, Hazreti İsa’yı çarmıha geren sapkın İsrail oğulları da İncil’i tahrif, İblisin söylemleri ile tezyif ve Rab’in ayetlerini tekzip etmeselerdi; Ramazan ayında bütün ehli kitap oruçlu olacaktı. Dolayısıyla bu yüksek rahmet, ulûhiyet ve bereketten gayri Müslimler ne yazık ki yararlanamayacak ve çok büyük bir nimetten mahrum kalacaklar. 
            Ancak; Kâinatın en yüce ilmine mazhar ve İslâm’ın ekmeli (Âl-İmran 19) Hatem-ül Enbiya ile müyesser Müslümanların önemli bir meselesi var. Şu anda dünyanın en fakir, geri kalmış, az gelişmiş, küffara 12 yılda 10 milyon Şehit veren; Başta Nyanmar putperetsliğinin Arakan bölgesi olmak üzere:, Doğu Türkistan (Çin), Afrika, Irak ve Suriye’de, insan aklının alamayacağı; Hiçbir vicdanın kabul edemeyeceği bir şiddet, şeamet, baskı, eziyet, zulüm ve soykırıma maruz; Diri, diri yakılan ve esir pazarlarında satılan milyonlarca Müslüman var.
            Buna mukabil, sözde İslâm ülkelerinin (İslâm’a aykırı olmasına rağmen) Firavundan intikal Kralları, Yezitten mülhem Sultanları, Nemruttan mütevaris ifrit-iblis devlet başkanları ve müstebit Başbakanlarının istibdadı küffara rahmet okutacak derecededir. Üstelik sair ehli kitap ve umum küffarın idarecileri oldukça mütevazı, kendilerince dürüst, yalandan-talandan uzak, hak’sızlık/yolsuzluk yapmayan kimseler iken; Yukarda bahse konu İslâm düşmanlıkları malûm Müslüman ülke yöneticileri ise Karun Kâfirini kıskandıracak derecede zenginler!..
            Üstelik bu zenginlikleri haram (gasp-irtikap, HAK’sızlık ve yolsuzluk ürünü), sözleri yalan-yanlış, kendileri hırs, ihtiras, ahlâki zafiyetle malûl kifayetsiz muhterislerdir. Bunlardan Hak, adalet, eşitlik, ilim, ahlâk, barış ve hukuku hâkim kılanları tenzih ederim. Velâkin, İslâm ülkelerinde yaşanan hak’sızlık, yol’suzluk ve suçlarla mücadele etmedikleri, kötüleri şiddetle cezalandırmadıkları için suçludurlar. (Hak’sız: Allahsız, dinsiz, imansız, kâfir demektir.) İşte bu nedenle İslâm âlemi sıkıntılı; Dünya Müslümanları ise ekseriyetle mezalime maruzdur!..              
MESELÂ SAHUR, İMSAK VE SABAH MESELESİ
            Diyanet İşleri Başkanlığı’nca izin verilen günümüz takvimleri ve imsakiyelere göre: Bu yıl Oruç’un ilk günü 18 Haziran 2015 Perşembe, imsak: 03.15, güneş: 05.13, Akşam/İftar: 20.28.. Yani bu demektir ki! Bu Ramazan Oruca gece 03.15’de başlanacak ve akşam 20.28’e kadar: Tam 17 saat 13 dakika oruç tutulacaktır. Üstelik Haziran ve Temmuz sıcağının yakıcı etkisi ve en uzun günlerin dayanılmaz baskısı altında. Üstelik haksız ve gereksiz yere!..  
            Şehri Ramazan’ın sonu 16 Temmuz 2015 – Perşembe günü de durum aynı. İmsak: 03.34. Güneş (Sabah): 05.26, akşam: 20.25!.. Başlangıca göre 19 dakika uzama ve akşama nazaran 2 dakika kısalma! Sonuçta 30 günlük süre içinde değişim sadece: 17 dakika. Yani, fark eden bir şey yok. Eğer, Allahın âyetle ile ilgisi olmayan Diyanet imsakiyesine uyarsak yandık. Yani kutsal bir ibadet, işkenceye dönecek demektir!.. 
            Peki; Oruca Başlama Vakti Kur-an’a Göre Nasıl Olmalı?
            Bakara Suresi 183: “Ey iman sahipleri! Oruç sizden öncekilere yazıldığı gibi, sizin üzerinize de yazılmıştır. Bu sayede korunmanız umulmaktadır.” Anlaşılıyor ki oruç bizlerin korunması maksadıyla çok hayırlı bir ibadet olarak emredilmiştir. Böylece Allah bizler için faydası olan oruç konusunda kuranda çok detaylı bilgi vermekte ve özellikle: Üstelik yemin ederek ‘bu dini sizler için kolaylaştırdım’ demektedir. Sahur, İmsak ve Oruca kolaylık getiren Ayet ise (Bakara 187): “Tan yerinin, beyaz iplik siyah ipten sizce seçilinceye kadar yiyin için, sonra da orucu gece oluncaya değin tamamlayın..” Nasıl ki, akşam güneşin batması ile iftar ediliyorsa; Makul zamanda Sahura kalkılarak, gün ışımadan, sabaha en yakın zamanda imsak (kapama-niyet) ile orucun bağlanması gerekmektedir.
            Dolayısıyla bu Ramazanda Ezanla sahura kalkıp; 45 dakika içinde imsak yapmalıdır.      
Zira beyaz iplik ve siyah iplik karanlık ve aydınlığın buluşma noktasını temsil eder. Burada güneşin doğmuş olması bahis konusu değildir. Böyle olsaydı Âyette güneş doğduğu zamana kadar denirdi. Öyleyse örnek olarak verilen fecr vakti ne zaman olabilir? Örnekten anlaşılan şu: Gecenin bitişi, gündüze ilk adım vakti ve karanlığın artık gün aydınlanmasıyla baktığımız şeylerin fark edilme anıdır. Kaldı ki eğer Allah, “dini sizler için kolaylaştırdım” diyorsa, kullarını saniyelerle sınırlı bir oruca asla mahkûm etmez.
Şu hale nazaran, Sahura (normal vaktinde okunması gereken) sabah ezanından bir saat önce kalkılabilir. (Zaten, Ramazanda Ezanlar, tam da sahura kalkma zamanına çekilmektedir.) Rabbin Ayeti gereği: “Tan yerinin beyaz iplikle siyah ipliğin (çıplak gözle) seçilinceye kadar” yenilip içilir. Sabaha en yakın vakitte de niyet edilerek günün orucuna başlanır. Aksi takdirde, milyonlarca insanı çok erken vakit oruca başlatmak, büyük bir gaflet, cehalet ve hıyanettir ki, bunun vebali büyüktür. Hesabı verilebilir mi bilinmez!.
Dahası: Güneşin tamamen batıp havanın karardığı anın, “gündüzün geceye geçiş anı” olduğunu bilmişiz de, neden zifiri karanlıkta orucu başlatmak isteriz? Bu yaman çelişki niçin? Akşam Ezanının okunduğu vakti hatırlayın, gecenin zifiri karanlığı değil, ama zahir olmaya başladığı ilk zamanlardır. İşte Rabbimiz oruca başlama vaktini (verdiği örnekte olduğu gibi), “baktığımızda beyaz ile siyahın fark edildiği zamanı” çok net tarif etmesine rağmen, birileri kendi düşüncelerini “Kur-an’dandır diyerek” Allah’ın emirlerini görmezden gelmiş. Yetki ve sorumlu Diyanet İşleri Başkanlığı da seyirci kalmıştır. Durum bu!. Allah ümmileri affetsin.
KONUYU BİRAZ DAHA AÇALIM
            Sahur Ramazan gecesinde, oruç tutmak niyetiyle kalkıp; bu maksatla kalkmaya, yiyip içmeye denir. Hadîs-i şerifte "Sahura kalkın, çünkü onda bereket vardır" buyrulmuştur. İmsak ise yiyip içmeye son vermek, oruca fiilen başlamaktır. Sahur; İftar yemeğinden sonra kişinin yeniden yiyip içecek hale gelmesi ile gerçekleşir. Bunun belli bir saati yoktur; ancak tutulacak oruca medar olsun, oruçlunun açlık ve susuzluk çekeceği zaman asgarîye insin diye “sahurun mümkün olduğu kadar geciktirilmesi”, iftarın ise vakit girer girmez yapılması tavsiye edilir.
            Sahurun son vakti, tan yerinin ağarmaya başlamasıdır. Bu vakte ‘fecr-i sadık’ denir.
            Sahur bitince başlayan zaman imsak’tır. Yani İmsak, sahurun bittiği ve orucun fiilen başladığı andır. Kuran-ı kerim, "Tan yeri ağarması sebebiyle tarafınızdan siyah ip beyaz ipten iyice ayırt edilinceye kadar yiyin ve için" (Bakara: 2/187) buyurmaktadır. Burada geçen siyah ipten gecenin karanlığı, beyaz ipten de, doğu ufku boyunca beyaz bir ip gibi başlayıp, sonra kalınlaşarak yayılan tan ışığı kastedilir. Günümüzde tan olayının başlaması; yani sahurun sona ermesi ve İmsak vakti hesapla daha önceden belirlenmekte, takvimlere yazılmaktadır. Ancak, bu takvim ve imsakiyeler genellikle yanlış, ihtilâflı ve çok tartışmalı ve ilgili âyete aykırıdır!
            Oruca Başlama ve Takvimlerimiz:
            Oruca ikinci fecrin doğmasıyla, yani sabaha en yakın vakitte başlanıp; Akşam güneş batıncaya kadar devam edilir. Güneşin ufukta kaybolmasıyla iftar edilir. Dağlıkta, dağların üzerinden güneş ışıklarının çekilmesi beklenir. Sabaha doğru doğu ufkunda iki çeşit ağarma olur. Birincisine, 'fecr-i kâzib' yani 'yalancı tan' denir. Bunun dinen bir hükmü yoktur.
            İkinci fecir: Doğuda gökle yerin birleştiği çizgi boyunca yayılan aydınlık; Tan yerinin ağarmaya başlamasıdır. Bu anda Sahura son verilip oruca başlanır. Aynı anda “sabah namazı” vakti de girmiş olur. Bunda bütün mezhepler ittifak etmişlerdir. Ayrıca Diyanet İşleri Bşk.lığı Din İşleri Yüksek Kurulu 21 Ocak 1982 günlü kararıyla; Uygulamalarda görülen bazı bid’at ve yanlışlıkları kısmen düzeltmiş, saptanan yeni olumsuzlukları da düzeltme yoluna girmiştir.  
            Umarım Sahur ve İmsak konusu da ivedilikle düzeltilir; 17 saat oruç zulmü sona erer!
            NETİCE OLARAK:
Özellikle, ORUÇ ayının yaz dönemini kapsayan uzun ve sıcak günlere denk geldiği yaz aylarında fark edilen “Sahur ve İMSAK” konusunda vaki ve hali hazır ısrarla sürdürülen inat ve yanlışlık acilen ele alınır; Asgari 1.5-2 saatlik hata düzeltilir, milyonlarca Müslüman eziyet, zulüm ve Hak’sızlıktan kurtarılır. Sırf bu nedenle (hastalık, yaşlılık, güçsüzlük, zayıflık ve sair sebeplerden dolayı) oruç tutamayanlar da, böylece oruçlarını tutarlar inşallah...

1 yorum:

AHMET NEDİM KAYA dedi ki...
Biliyorsunuz ki gerçekleri söylemek herkesin harcı değildir.
Önce doğruyu bulmak ve öğrenmek, sonra hakikatı cesaretle söylemek, yazmak ve tebliğ etmek, çağımızdaki İslam Dünyası'nın maalesef en büyük korkusu, cahilliği, tembelliği ile iman ve inanç eksikliğidir.
(Yalnız Fizik profesörlerimizede öğlen tatili yapmak hakkını çok görmeyin !)

Konu mademki İmsak, Sahur ve İftar vakitlerinin tespit ve tayinidir, onlara Ebul-İz , İbn-i Sina ve Astronomi alanındaki buluşları ile günümüzde dahi bilgilerinden, tabiiki maalesef başta batılı dediğimiz Hristiyan aleminin faydalandığı üstün insanları hatırlatmakta yarar görüyorum.

Astronomi alanındaki Müslüman Bilim Adamları ve Buluşları
-Maaşallah (? – 815) meşhur islam astronomlarındandır.
-Battani (858 – 929) dünyanın en meşhur 20 astrononumdan biridir.
-Ebu’l Vefa (940 – 998) meşhur bir astronomi bilginidir.
-İbni Yunus (? – 1009) Galileo’dan önce sarkacı bulan astronomdur.
-Beyruni (973 – 1051) dünyanın döndüğünü ilk bulan bilim adamıdır.
-Cabir Bin Eflah (12. yüzyıl) ortaçağın en büyük astronomlarındandır.
-Necmeddinü-l Mısri (13. yüzyıl) çağının ünlü astronomlarından.
-Bitruci (13. yüzyıl) Kopernik’e yol açan, öncülük eden astronomi bilim adamıdır.
-Kadızade Rumi (1337 – 1430) çağını aşan büyük bir astronomi bilgini. Türklerin ilk astronomudur.
-Şemsettin Halili (? – 1397) büyük bir astronomi bilginidir.
-Uluğ Bey (1394 -1449) çağının en büyük astronomu, ünlü bir alim ve hükümdardı.
-Ali Kuşçu (? – 1474) ünlü bir Türk astronomi bilginidir.
-Takiyyüddin Er Raşit (1521 – 1585) İstanbul Rasathanesi’ni ilk kuran, çağından çok ileride ve asrın önde gelen astronomi alimidir.

-Astronomi alanındaki diğer meşhur İslam Alimleri: Muhammed Bin Musa (9. yüzyıl), Dinaveri (815 – 895), Sabit Bin Kurra (? – 901), Macriti (? – 1007), Zerkali (1029 – 1087), İbni Rüşd (1126 – 1198), Nasirüddin Tusi (1201 – 1274), Kazvini (1203 – 1283), Kemaleddin Farisi (? – 1320), Seyyid Ali Reis (? – 1562)

İnsanı kahreden ise, Batılı dediğimiz milletler bu bizim Müslüman Alim’ lerimizi yaklaşık 1000 senedir takip eder ve müslüman bilgilerini kendilerine mal eder ve yayımlarlar, bizde 150 sene sonra batı ne yapmış diyerek onları takip etmeye çalışırız, veya rüşvet almak vermek konusunda garip garip fetvalar veririz.
Yasin Suresi, Ay, Güneş ve Kainatın yapısını ve belirlenmiş yörüngeleri üzerinde sistemlerini bozmadan ama hergün değişik konumlar almalarını anlatır. Bize bu bilgi ne amaçla veriliyor acaba ?
Selam ve saygılar
Ahmet Nedim Kaya

25 Mayıs 2015 Pazartesi

Seçim Kutsal; Cumhuriyet, Demokrasi ve Lâiklik İnsanlık Onuru; OY ve SANDIK Namustur.

Namuslular da, EN AZ "namussuzlar kadar" cesur, atılgan, çalışkan ve sağlam; Bilhassa çok onurlu, mutlak sorumlu ve her daim bilinçli, "farkında" olmalıdırlar!..

Her derece ve düzey SEÇİM'lerde; Seçim sürecinin en onurlu biçimde; Eşit, adil, saydam ve dürüst işlemesini sağlayamayan; Sandığa var gücüyle sahip çıkmayan; Seçim öncesi hazırlık dönemi ve sandık başı ile seçim sonrası hile-desise, alçaklık ve nitelikli sahtekârlıklara karşı "YETERLİ VE GEREKLİ" önlemleri almayan ve "ta ki, gerçek, adalet ve hakikat tecelli edinceye kadar" tam bir dirayet, yüksek irade ve faziletle hukuk mücadelesi vermeyen Parti "keellem yekün yok", mensupları ve bilhassa sorumlu yöneticileri onursuz, sorumsuz, namussuz, insanlık, adalet, hukuk ve millet düşmanı hükmündedir!... 
ÇÜNKÜ!.. 
"Hüküm ve Hikmet, sadece ve yalnızca ADALET ile kaim ve mümkündür"
B İ L İ N E  

5 Mayıs 2015 Salı

Ermeni (Yunan, Bulgar, Sırp, Arap, Çin) Mezalimi ve Dâhili Bedhahlar!..

Ermeni Mezalimi ve Dâhili Bedhahlar
Mustafa Nevruz SINACI
Yüz yıllık kuyruklu yalan, kirli iftira ve iğrenç furya!.. 24 Nisan 2015 günü de (her yıl olduğu gibi, tekrar) menfur bir kör iddia, inkâr maskesi ve timsah gözyaşları numarasıyla tam bir hayâsızlık, ahlâksızlık ve mürailikle:, “hepimiz Ermeni’yiz” ilenmeleri biçiminde, necip Türk Milletinin sinesi, memleketin Şüheda toprağının barış ikliminde “ihanet çığlıkları atıp (Tanınma, Tazminat ve Toprak) tehditleri savurarak” sökün etti!...  
Aynı gün Çanakkale’de anlamlı bir zaferin 100. yılı, ezeli baş düşman büyük Britanya İmparatorluğunun iştiraki ile anıldı. Günlerden Cuma. Bütün Cami şeriflerde üç aylar konulu hutbeler irad ediliyor; Bilumum vahşi batılı vampir, yarasa, kene ve sülük (emperyalist) illeti, İblis, Ebu Cehil, Şeytan şürekası, fetret anıtlarında kin kusar; Alçakça uydurulmuş yalanlarla kirletilmiş meydanlarda tehditler savurur, bazı haçlı Kiliseleri ve işbirlikçi Havralarda hamasi merasimler icra edilirken.; Bizim ‘merhametten maraz doğar’ kabilinden zincirleme ihanetlere maruz, kalleşlik, alçaklık, cinayet, şeamet ve plânlı soykırımlardan mağdur ülkemizde, ibadet şuuru konulu vaazlar ve Çanakkale’de tören var!..
Adama sorarlar: Senin Diyanet İşleri Başkanlığın ne iş yapar?
El İman, minel Vatan umdesi ile kaim İslâm’ın âlimleri nerde?..
Şu hale bakın…
Ne müthiş bir ironi!..
Bir yanda soykırım yalanı; Nefret, fetret, baskı, tehdit ve haçlı çığlıkları;
Diğer tarafta bedhah gafleti, Endülüs Rehaveti ya da dönme-devşirme muhabbeti!..
Hani 1937’de, malûm diyaspora menfurları İngiliz dolduruşuna gelip, ezeli ve sinsi düşmanlarının kalleş tuzaklarına düşerek, benzer söylemelere cüret etmek gafletine duçar olmuşlardı. Dönemin Türkiye Cumhuriyeti Cumhur Reisi Mustafa Kemal ATATÜRK derhal ve en ağır surette derslerini verdi. Ki, bu dersin etkisi, ta 27 Mayıs’a değin sürdü ve bu büyük kudret karşısında korkuyla sinip, seslerini kestiler. Lâkin 27 Mayıs kalkışması ile Atatürk’ün Anayasası ilga, Cumhuriyeti imha edildi. Hak, adalet ahlâkı, demokrasi, lâiklik ve hukuk rafa kaldırıldı. Devleti isyan, ihanet, kan ve kalleşlikle ele geçiren “karşı devrimci” Cumhuriyet düşmanı halk partisi şürekâsı, ilk önce, CHP içinde yuvalanan koza, kripto, dönme-devşirme, mason ve misyoneri legalleştirip ortalığa salıverdi.
Sonra, insan hakları, adalet-hukuk, huzur ve barış mabedi Türkiye Cumhuriyeti, Sivas Kampı ile birlikte ‘Kürt Sorunu’; Akabinde, sözde hak ve özgürlük istemlerine dayalı anarşi; Paralelinde ise, gerçekte 1921 Kars Antlaşması ile halledilmiş olmasına rağmen tam bir yalan, iğrenç furya ve iftira kampanyası biçimi hortlatılan (uyandırılan) ‘Ermeni soykırımı’ rüzgârı yaratıldı!.. Yetmedi, sinsice geliştirilip, CHP’nin makûs rahminde nevzuhur “anarşi, terör ve tedhiş” sorunumuz oldu. Arkasından Asala. İhanet, şer ve şeamet (siyaset) ortamı olgunlaşıp-uygunlaşınca, dönem istihbaratı kullanılarak PKK eşkıyası teşkil ve dönme-devşirme politik ACI’lar tarafından eğitilip-donatılarak teşekkül ettirildi!.. 
Düşman tahrik ediyor; Hakaret, alçaklık ve küstahlık dinmiyor…
Türkiye aleyhine düzen kuran ve dolap çeviren hainlere “DUR” denilemiyor!..  
Bu zaman zarfında Ermenistan okullarında Türk Bayrağına sürekli hakaret ediliyor, Şanlı Bayrağımız dünyanın gözü önünde cadde, sokak ve okul meydanlarında ayaklar altına alınıyor, şerefsizce, soysuzca çiğneniyor ve 20’ye yakın İslâm ülkesinde “Ermeni soykırım” abideleri.; Utanç, yalan, iftira ve ağlama duvarları dikiliyor; Çoğu ülkede Türklere atfedilen soykırımlar yalanları ders olarak okutulmakta; Başta Ermenistan olmak üzere, Suriye, Rusya, Yunanistan, Bulgaristan, İran, Irak, Lübnan, Suudi Arabistan ve Mısır’da “Ermeni soykırımı” dâhil, Türk ve Osmanlı hakkında bin türlü hakaret, yalan-dolan, fesat-furya, iftira ve uydurma “bilgi kirliliği” tarih diye okutuluyor...
Hem de Türk hükümetlerinin gözü önünde ve Hükümetin gözünün içine baka, baka!.
            Ta ki, 16 Şubat 1976 günü Beyrut B. Elçilik Başkâtibi Oktar Cirit, kalleşçe, hunharca bir cinayete kurban gidinceye dek! Bu hain cinayetle birlikte ASALA ortaya çıktı. Bu Ermeni örgütü, Türkiye’de huzursuzluğun zirve yaptığı 1979’dan itibaren, 21 ülkenin 38 kentinde 110 saldırı gerçekleştirdi. Alçakça katliamlarda 42 Türk diplomatı ile 4 yabancı hayatını kaybetti. 15 Türk ve 66 yabancı yaralandı. 1980’de ASALA taktik değiştirerek, PKK’nın öncü kuvveti oldu. 1984’de PKK çıktı. Bekaa ve Zeli kamplarında ASALA, PKK militanlarını eğitiyordu!
            NETİCE OLARAK;
Kamu Vicdanı ve Türk Milleti Soruyor:
24 Nisan’da niçin? Camiler, Okul ve meydanlarda Ermeni, Yunan, Rus ve Sırp zulmü kınanmadı? 1976 – 1979 döneminde Ermeni ASALA örgütü tarafından kalleşçe katledilen Türk diplomatlarının öcü ve intikamları niye alınmadı? Sadece 1913 - 1923 yılları arasında Doğu ve Güney Doğu Anadolu’da ‘Ermeni Soykırımına maruz kalan’ kin-kan, nefret, cinayet ve katliam kurbanı iki milyona yakın silâhsız, korumasız, mağdur, masum ve müsemma Türk-Müslüman toplu mezarlarında niçin birer anıt/abide yapılmadı?,
            Şu ana kadar resmen ve kamuoyunun gözü önünde yapılan binlerce kazıya rağmen; Bir tane dahi Ermeni toplu mezarına rastlanılmadığı, bütün dünyaya neden ve niçin hâlâ ilân edilmedi? Dünyanın Ermeni yalanlarına kanmasının sebeplerinden biri de bu değil mi?.. 
Nihayet; Türkiye Cumhuriyetinin Milli (!) Eğitim Bakanlığı, Atatürk ve Menderes döneminde müfredatlarda yer alırken.; 1963’den bu yana Ermeni, Yunan, Rus ve diğer ihanet şebekeleri tarafından Türk Milletine yapılan katliamlar, tehcirler, soykırımlar ve mezalimler “Neden ve Niçin” (Bazı AB ülkeleri, Ermenistan, Yunanistan, Bulgaristan, İran-Irak, Suriye, Lübnan gibi memleketlerde eğitim-öğretim sisteminde ağırlıklı olarak yer alırken) Türkiye Cumhuriyetinin her derece ve düzey okulları ile Üniversitelerinde ders olarak okutulmuyor?
Oysa sadece Ermeni mezalimi değil; Rus, Sırp, Yunan, Arap, Fransız ve sair tehcir, toplu katliam ve soykırımlarının mutlaka ve daima okutularak; Türk Gençliğine “Türk, İslâm ve İnsanlık düşmanları” ile bu menfurların, meş’um mezalimleri öğretilmelidir.   
Bu korkaklık, pasiflik, çekince, sinme, göz yumma ve taviz yarışı niye?
Bu yıl (2015) itibarıyla, EGE’de işgal ettiği Türk Adası sayısı 152’yi bulan, tescilli Türk düşmanı azgın, arsız ve edepsiz palikaryanın dersi ne zaman verilecek? Bu lânetli Rum artıkları had ve hudutlarını aşarak Pontus’u ihya ve İyonya’yı inşa etmeye kalkışıyorlar. Peki, kim bildirecek bu arsız keferelere hadlerini? Düşman kuduz köpekler gibi ürer, deli domuzlar misali dünyada karanlık kâbuslar yaratır ve kendi ürettiği kâbuslar içinde ulurken;
Türk’e savunmada kalmak hiç yakışır ve yaraşır mı?    
Kaldı ki, dış politikanın esası mukabele-i bil misil; Barışın şartı harbe hazır olmaktır.
Lâkin bu milletin, elli yıldır idarecileri hakikatten gafil, sünepe dalkavuk, korkak veya “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” akidesini “sıfır sorun” ütopyası kabilinden “ver kurtul” siyaseti mi sanırlar?.. Çünkü uluslar arası siyasette, alenen düşmanlığa “misliyle mukabele etmemek” korkaklık, alçaklık ve “kendi öz milletine karşı” haksızlık, yolsuzluk ve küstahlıktır.     
            Bırakın millet, düşmanından nefret etsin!..
Mezalimi unutmasın, acıları içine atmasın, yüreğine gömmesin.
            Çünkü Türk Milletinin düşmanları çok kalleş, olabildiğince alçak, ikiyüzlü, çifte standartçı, sinsi, içten pazarlıklı, gaddar, acımasız ve haindir.
            Namerde MERT yaraşır.
Domuz kurduna BOZKURT gerektir, mankurt değil!.. 

25 Mart 2015 Çarşamba

T.C. gidecek, A.Ş. gelecek!.. Mustafa Nevruz SINACI

T.C. gidecek, A.Ş. gelecek!..
Mustafa Nevruz SINACI
            Fikri sefalet, kara cehalet, menfur hırs ve ihtiraslarının zebunu; Adil, saydam ve dürüst olmaktan aciz, zavallı, “güdümlü kifayetsiz muhterislerin” tavan yaptığı ülkemizde çok garip, acayip ve tuhaf şeyler olmaya başladı. Meselâ; Yunanistan 2004 yılından bu güne 16 adamızı fiilen işgal etti, Genelkurmay dut yemiş bülbül gibi sessiz! Şanlı TSK (!)’nın gık’ı çıkmıyor.
Şer, şeamet, fesat ve tefrika ehlinin Kobani dedikleri Ayn El Arap’ta, her ne hikmetse Türk Bayrağı dalgalanıyor. Güneydoğu’nun neredeyse tamamında Türk askeri kışladan, Türk polisi karakoldan dışarı çıkamıyor. Buna mukabil eşkıya her yerde hâkim, anarşi, terör, tedhiş, zulüm, işkence, soygun, vurgun bölgede alçakça kol geziyor. Buralarda devlet yok. Hükümet, idari merci, adalet, özgürlük ve güvenlik adeta eşkıya ya emanet! Tam bir rezillik bu, insanlık dışı kepazelik ve utanç!.. Üstüne üstlük, bölgede hükümetin gücü, başta elektrik olmak üzere; Doğalgaz, su, internet ve telefon bedellerinin tahsiline yetmiyor. Batı’da yaptıkları gibi ‘baskı, icra-i takiple, ihbarla icbar etmek ve hizmeti kesmek’ yerine; İnsan hakları, adalet ve hukuka aykırı biçimde “namuslu-dürüst, onurlu ve sorumlu” Batı Anadolulu vatandaştan haksız tahsil cihetine gidiyorlar. Bunlar Devletin ve hükümetin yapacağı işler değil!..Çok ayıp ve kolaycı.
            AMA NE YAZIK Kİ MUHALEFET YOK!..
            Memleket adeta saldırganların, arsız, hırsız, yolsuz ve soysuzların serbest bırakılarak; Jandarma, asker, polis, hâkim ve savcı gibi adalet, hakkaniyet ve güvenlik unsurlarının “darp edilerek bağlandığı” biçimi tuhaf bir görünüm arz ediyor. Adil ve güçlü, haklılardan yana bir Anayasa akamete uğratılmış vaziyette, eskisi dâhil “en yeni, torbadan taze çıkmış yasalara” dahi uyulmadığı oluyor. Adalet, hakkaniyet, hukukun üstünlüğü, meşru özgürlük ve güvenlik, yedi’den yetmişe, doğudan batıya, bütün vatan satını şamil (kapsayan) bir eşitlik yok. Meselâ, Memurlar, işçiler ve emekliler arasında “Eşit işe eşit ücret” kuralı bitti. Hükümet erk’inin “hüküm ve hikmet” ehliyeti icabı olması zorunlu “Maaş, hak ediş ve ücretler arasında norm ve standart birliği” yok. Üretici-tüketici arasında (serbest rekabet ilkeleri korunmak kaydıyla) idame ettirilmesi zorunlu; “Aracı, tefeci ve komisyonculara %5 ile azami %20’den fazla kâr imkânı vermemek” suretiyle ana unsurların korunması ilkesi göz ardı edilmiş durumda!..
            Hâsılı devletin düzeni bozuk, hükümet ayar tutmuyor, muhalefet mel’un; Vatandaşın kahir ekseriyeti çaresiz; korkutulmuş, bastırılmış ve sindirilmiş vaziyette. İslâm ülkesi desen değil; zira hak, adalet ve hukuk yok. Cumhuriyet, Demokratik, Lâik Hukuk devleti hiç değil; Çünkü en başta memlekette etkili, güçlü ve belirleyici muhalefet, halka ait-halka dayalı kitle partileri, siyasi ahlâk ve siyasette “insan hakları, hukuk, eşitlik ve demokrasi”den eser yok.   
            İşte, tam da bu ortamda memleketin Cumhur Başkanı RTE (16 Mart 2015, Sözcü) yıllardır, “acaba ne zaman baklayı ağzında çıkaracak” kabilinden beklenen lâfı söyledi:  
T.C. gidecek, A.Ş. gelecek…” Haber başlığı aynen şöyle, metin aynen aşağıda:
“T.C. gidecek, A.Ş. gelecek (16 Mart 2015, Sözcü) RT Erdoğan'ın Balıkesir'de yaptığı konuşmasında "Türkiye anonim şirket gibi yönetilmeli" sözleri tepkilere neden oldu. Erdoğan, Başkanlık Sistemi’ni anlatırken ülkeyi bir “anonim şirket” gibi yönetmek istediğini ifade etti. Balıkesir’de konuşan Erdoğan şunları söyledi;
            “TÜRKİYE ANONİM ŞİRKET GİBİ YÖNETİLMELİ”
            “Yeni Anayasa ve Başkanlık sistemini geçmişten bu yana söyledim yine söylüyorum. Bu sistemde ısrar etmek milletimize haksızlık! Yeni Türkiye sizlerin Sivil toplum örgütlerinin işadamlarımızın ellerinde yükselecek. Sizden istirhamım Yeni Türkiye, Başkanlık Sistemi ve yeni anayasayı her fırsatta millete anlatın. Bir Anonim Şirket nasıl yönetiliyorsa Türkiye öyle yönetilmelidir. Yoksa bileklerine bağlıyorlar prangayı, yürü yürüyebilirsen... 400 milletvekili verdiğiniz zaman, yeni anayasa yapılacak ve başkanlık sistemi gelecek.”
            SARAY’INDAKİ PERSONEL SAYISINI ŞİMDİDEN KATLADI
            Ülkeyi şirket gibi yönetmek isteyen Recep Tayip Erdoğan daha şimdiden Saray’ındaki çalışan sayısını 2 bin 700’e çıkardı. Abdullah Gül döneminde bu rakam 718′di…
            PEKİ, ANONİM ŞİRKET NEDİR?
            Anonim şirket, sermayesi belirli ve paylara bölünmüş ve borçlarından dolayı yalnız malvarlığıyla sorumlu olan şirkettir. Tamamı esas sözleşmede taahhüt edilmiş bulunan sermayeyi ifade eden esas sermaye 50.000 Türk Lirasından ve sermayenin artırılmasında yönetim kuruluna tanınmış yetki tavanını gösteren kayıtlı sermaye sistemini kabul etmiş bulunan halka açık olmayan anonim şirketlerde başlangıç sermayesi 100.000 Türk Lirası’ndan aşağı olamaz. Bu en az sermaye tutarı Bakanlar Kurulunca artırılabilir. Anonim şirketin kurulabilmesi için pay sahibi olan bir veya daha fazla kurucunun varlığı şarttır.”
            DAHASI VAR
            Ülkemiz ve dünyada anim şirketler, genellikle bir aile, organize grup veya belirli bir maksada matuf olarak seçilmiş zümreler tarafından “kazanç paylaşmak amacıyla” kurulur. Bu gün için anonim şirketlerin tamamına yakın bölümü, dünyada (7 veya 12) kız kardeşler denilen, küresel/evrensel, bütün sektörlere egemen kapitalist-emperyalist vampirlerin elinde veya emrindedir. Bunlara çok uluslu canavarlar denilir ki, hemen hepsi mevcut pek çok dünya devletinden daha etkili, zengin, yaptırım ağırlıklı ve güçlüdür. Dolayısıyla anonim şirketlerin idaresi sahiplerinin de elinde değil, bahusus yeryüzü keneleri, sülük, vampir ve domuzlarının güdümündedir. Gayrisi hakkında yorum sizin!.. Ama medeni siyaset, adalet ve demokrasinin gereği olarak: Devletler bünyesinde, devletin/milletin, hükümetin, HALKIN emrinde, millete tabiî ve vatandaşların huzur, mutluluk ve zenginliği için çalışmak koşuluyla muhtelif şirketler kurulabilir. Ama asla bir devlet şirket gibi düşünülemez ve şirket gibi yönetilemez!..  
MUHALEFET ROLÜNDE
İŞBİRLİKÇİ ŞEBEKELER!..
            Mustafa Nevruz SINACI
            Şimdi düşünüyorum da, eğer 1946-1950 CHP’sinin karşısında tarihi-kadim Demokrat Parti olmasaydı, bu gün Türkiye Cumhuriyetinin hali, her halde Somali’den farksız, Mısır’dan beter, belki de (CHP’nin devrimciliği, müzmin solculuğu ve SSCB hayranlığı nedeniyle vaki) Rus özentisinden dolayı, Afganistan’dan beter olurdu! Nedeni şu: Çok küçük istisnalar hariç olmak üzere bu gün Türkiye, tam da CHP’nin 1940’larda, 50’lerde durduğu yere dönmüştür.
Türk inkılâbı ile ülkemizde kurulan “medeni siyaset”in (Cumhuriyet) ruhunda, özünde var olan “terakki (gelişme/yükselme, muasır medeniyet seviyesini aşma) sisteminin” tam tersine işleyen gericilik/irtica ve yobazlık budur işte! Şu hale nazaran Türkiye, mevcut durum, konum ve düzeyi itibarıyla; Varisi ve/veya bakiyesi olduğu Osmanlı Devleti, diğer bakiyeleri olan çakma devletlerin ekseriyeti ve özellikle Türk İnkılâbına nispetle başarısız; İslâm formu esasıyla dikkate alındığında ise çok az gelişmiş ve çok geri kalmış bir haldedir!..      
SEBEP: Şüphesiz Cumhuriyet, adalet, demokrasi ve lâiklikteki samimiyetsizliktir.   
            SİYASETTE SULTA, CUNTA, İRTİCA, DİKTA VE YOBAZLIK
            Türk siyaset tarihinin onuru, şerefli ve soylu yüz akı Demokrat Parti, sinsi ve emrivaki bir kararla katılmak zorunda kaldığı 1946 seçimleri hariç; Bilumum yerel ve genel seçimlerde ‘teşkilât yoklaması’ yapmış.; İstisnasız bütün adaylar bizzat ‘partiye kayıtlı ve herhangi bir aidat borcu olmayan’ üyelerin katılımıyla, tek etkili, yetkili ve yegâne belirleyici Ön Seçim yöntemi ile belirlenmiştir. Ki bu, insana saygı, demokrasi, hak-adalet, eşitlik, hukuk ve ahlâka saygının açık, net, mert ve tek göstergesidir.
            Parti İçi Demokrasi’nin teminatı, çimentosu ön seçimdir.
            Resmi, yasal ve Hâkim teminatlı “Ön seçim” yapılmayan partide demokrasi;
            İnsan hakları, adalet, eşitlik ilkesi, hukuk da yoktur!.
            Ön seçim millet için bir hak, parti üyeleri için zorunluluk, parti yönetimi içinse ahlâki, hukuki ve insani bir görevdir. Ön seçim yapmamak, açık hali ve tabiriyle “Kitle Partisi” değil, şahıs teşekkülü, siyasi şirket veya harici iştiraklerle güdümlenen organizasyonlar anlamı taşır.
            Her ne kadar mevcut yasal düzen ve cari mevzuat itibarıyla kerhen “mubah” olsa dahi,  esasta aday yoklaması, merkez yoklaması, temayül yoklaması gibi ad’larla yapılan sözde aday tespit, aslında atama ve re’sen tayin usulleri ahlâki, insani, olağan, kabul edilebilir ve normal değildir. Bu uygulamalar halktan kopukluğun, millete rağmen siyaset yapmanın, güdümlü bir siyasi organizasyon olmanın ya da vesayet, tasallut, sulta, cunta ve dikta gibi insanlık dışı kara ve karanlık mihraklara dâhil bulunmanın işaretidir. Sebebi de: Halka güvenmemek, insanlara inanmamak ve bilhassa milletle devlet aleyhine bazı işler çeviriyor olmaktır. Aksi takdirde ön seçim yapmak açıklığın, şeffaflığın, saydamlığın, namuslu-dürüst, demokrat olmanın yegâne göstergesidir. Ayrıca demokrasi, adalet ahlâkı, eşitlik ilkesi ve evrensel hukukun gereğidir.
            Öyleyse ÖN SEÇİM yapmayan partiye oy vermek ne kadar doğrudur?
            Millete güveni ve saygısı olmayana, millet ne kadar inanıp güvenmelidir? 
            Çünkü “Ön Seçim” yoksa mutlaka “organize işler”, karanlık dehlizler ve kapalı kapılar ardında menfur, çirkin ve ahlâk dışı pazarlıklar vardır.   
Ancak, 2820 Sayılı siyasi partiler kanunu ile kanun gereği 07 Haziran 2015 Seçimleri için Yüksek Seçim Kurulu tarafından hazırlanıp yürürlüğe konulan Seçim Takvimi’ne göre.; 29 Mart 2015 Pazar günü yapılacak “yargı gözetimi ve hâkim teminatlı ön seçimler” için, seçime girme hakkı bulunan kaç parti resmen başvurdu dersiniz?
YASAL ÖN SEÇİM İÇİN BAŞVURAN TEK PARTİ CHP!..
İster inanın ister inanmayın, ben 20 Mart 2015 Cuma günü önce İnternet ortamında uzun bir araştırma yaptım. Bulduklarıma inanamadım. Sonra saat: 18.00’de Yüksek Seçim Kurulu’ndan teyit aldım. Buna göre: 298 sayılı Kanun'un 19., 2820 sayılı Kanun'un 41/(a) ve Yüksek Seçim Kurulunun 2 Şubat 2015 tarihli ve 112 sayılı kararı ile kabul edilen "Siyasi Partilerin Önseçim veya Aday Yoklaması Yöntemleriyle Aday Tespitine İlişkin Usul ve Esaslar Gösterir 125 sayılı Genelge"nin 6. maddesinin (b) bendi uyarınca, 29 Mart 2015 Pazar günü yapılacak resmi, yasal, açık, dürüst ve demokratik “ön seçimde” sadece CHP, (maalesef o’da örgütlü İllerin tamamında değil, sadece % 85’inde) ÖN Seçim yapacak.
Bunda; CHP içinde çok akılcı, onurlu, sorumlu ve güçlü bir “insan hakları, adalet, hukuk ve Demokrasi mücadelesi” veren; “Parti İçi Demokrasi, Ülke İçin İktidar Topluluğu ve Bileşenleri”nin çok etkili, olumlu ve sorumlulukla icra edilen önemli derecede rolü olduğunu kabul, tespit ve teslim ediyorum. Bu vesileyle mezkür grubu içtenlikle tebrik ediyor, kutluyor ve bütün partilerde böyle inançlı ve bilinçli grupların oluşmasını yürekten diliyorum. (*)
BU, MİLLETE YAPILAN BÜYÜK BİR HAKSIZLIKTIR
Bilindiği üzere, seçime katılma hakkı bulunan 31 parti var. Bunlardan kaçının aday gösterip seçime katılacağı şimdi belli değil. Ama şu an belli olan tek şey: CHP hariç olmak üzere.; Seçime fiilen girecek diğer partilerin tamamının millet iradesine saygısız, başta demokrasinin nezih ilkeleri olmak üzere: Adalet, hukuk ve eşitliğe aykırı biçimde keyfi aday belirleme veya kendi menfur emel ya da muhtemel çıkarları doğrultusunda memur, uşak, kul, köle veya maraba atamadır… 
ÜSTELİK DEMOKRASİ AYIBI VE HUKUKUN UTANCI   
Şu hale ve manzaraya rağmen siyasi partiler asla ve kellâ “Demokrasinin vazgeçilmez unsuru” olamazlar. Ön seçim yapanları tenzih ederek söylüyorum; Olsa olsa, Türkiye’de hak, adalet, eşitlik, demokrasi, insan hakları ve hukukun utancı olurlar. Memleketin hali de bunu açıkça gösteriyor zaten. Usulen muhalefet rolü oynamaya ve yalancıktan muhalefetmiş gibi davranmaya çalışan halk düşmanı, Lânetli kesime bir diyeceğim yok. Fakat, adında “adalet” yazılı sözde “iktidar” partisine de yazıklar olsun!.. 
(*) BASIN AÇIKLAMASI
(Sayın Cengiz Önal Tarakçıoğlu’na teşekkürlerimle)
Parti İçi Demokrasi, Ülke İçin İktidar Topluluğu ve Bileşenleri olarak, yaklaşan Genel Seçimler’de aday belirleme süreci için Ön Seçim yöntemini siyasal ve ahlaksal bir zorunluluk olarak görüyor ve savunuyoruz.
Başlangıçta yadırganan ve ön yargılarla karşılanan bu ilkemiz, üye tabanının ve örgütlerimizin geniş desteği ile Genel Merkezimiz’ce de kısmen benimsenerek uygulamaya konmuştur. Hatta başlangıçta karşı çıkanlar bile bu yöntemin partimizi diğer partilerden ayıran en önemli fark, demokratik bir standart olarak savunmaya ve övmeye başlamışlardır.
Ancak, bu önemli bir adım olmakla beraber yeterli değildir. Partimiz’de yıllarca ve defalarca Milletvekili olanlar, Parti olanakları ile siyaset yapabilen ve kendini rahatça tanıtabilen Parti Meclisi (PM) üyeleri, Partinin en üst kademesini oluşturan MYK üyeleri, Genel Başkan Yardımcıları’nın çoğu ve Genel Sekreter bile ön seçimden çekinerek merkez yoklaması ile yani kendi oyları ile kendilerini ön sıralara yazdırma kolaylığına ve ayıbına kaptırmışlardır…
Bu ayıplı durumdan kendini koruyup ön seçime katılan Genel Başkanımız, MYK ve PM’nin bazı üyelerini kutluyor bu sebeple tüm MYK ve PM üyeleri ve Milletvekillerimize örnek olmasını diliyoruz. Henüz vakit varken onları da aynı siyasal ahlak ilkesine uymaya ve bu büyük ayıptan kurtulmaya çağırıyoruz.
Ülke içinde AKP’nin hak ihlallerine ve gasplarına karşı çıkan Partimiz, kendi içinde bu kadar büyük hak ihlallerine ve siyasal gaspa izin vermemelidir.
Kontenjan hakkı parti içine dönük kullanılmamalıdır. Bilgi birikimi ve deneyimi ile Partimiz’e katkı koyacak, konusunun uzmanı kişiler ile yapılacak seçim ittifakları için kullanılmalıdır. Saygılarımızla...
            CUMHURİYET HALK PARTİSİ
PARTİ İÇİ DEMOKRASİ,
ÜLKE İÇİN İKTİDAR GRUBU
            ANKARA, 20 MART 2015
            ***
            ÖNERİ, YORUM, ELEŞTİRİ VE KATKI
Sayın Sibel Hanım, Mustafa Nevruz Sınacı Bey bir politikacıdır. Elbetteki söylediklerinde doğruluğu olan ifadeleri de vardır. Lakin Tayyip Beyin bu ifadeyi kullanırken gerçekte niçin kullandığını, yani devletin içinde bulunduğu bürokrasiyi azaltarak işlevselliğini artırmayı anlatını ve kastettiğini evlatlarını tanıdığı gibi bildiği halde eski alışkanlığından olsa gerek seçim sathı mahalline girmiş ülkemizde yeni politik manevra denemeleri olduğunu siz de adınızı bildiğiniz gibi düşünebilirsiniz. Bu kadar açık bir beyanı dahi, tekeden süt çıkarma gayreti ile servise verip politik havayı haşlama gayretini ne millet ne de reel sektör yemiyor artık, haberiniz olsun. Biz mahallelerde ve sokaklarda milletin söylemlerine şahit oluyoruz. Bunu paylaşmak isterim. Siz de hevesle bu yazıyı yaydınız ama, milletin son yıllarda ne dediğini veya ne demek istediğini anlamaya gayret etsinler. Gün geçtikçe yaş da ilerliyor. Germek yerine, yol gösterici olmak daha kıymetlidir. İddia ediliyorsa, hikmetli olmak da bunu gerekli kılar. Siz nerde yaşıyorsunuz, bilemiyorum ama Sayın Sınacı bunu bilir.
Selam, hidayete tabi olanların üzerine olsun. Ali YÜCEL, İBB
*
Ali  bey,
Politikacı Tayyip Erdoğan veya Kemal Kılıçdaroğlu veya Devlet Bahçeli ve çevrelerindekilere denir. Mustafa (Nevruz Sınacı) bey ise siyaset bilimcidir.
Aradaki fark çok büyük ve açıktır. Ama tam olarak anlamayabilirsiniz. Tıpkı benim sizin son yazınız olan “Selam, hidayete tabi olanların üzerine olsun.” lâfını anlamadığım gibi...
Arapça, Farsça karışmış. Osmanlı vari, tekerlemeleri bırakıp Türkçe yazarsanız, sizi daha iyi anlayabilirim. Milletimizin ne arzu ettiği ise.. Ilk hilesiz seçimde …muhtemeldir haziranda ortaya açıkça çıkacak ..
Hoşça kalın, SIBEL ERTUNÇ, TURKISHFORUM