MESELE SOSYOLOJİK (1)
Mustafa Nevruz SINACI
Pozitif bir bilim olan Sosyolojinin ana konusu toplumdur. Dar anlamda insan/birey ve toplumun yapısını, toplumsal kurumları, toplumsal ilişkileri, belirleyici sosyal grup, kültür ve bu unsurlardan meydana gelen değişme ve gelişmeleri inceler. Amacı toplumların değişimini, gelişimini, doğal ve sosyal dokusunu araştırmak, elde edilen sonuçların ortaya çıkardığı bilgi, olgu ve öğelere göre genellemeler, yorumlar yapmak; Yol göstermek ve önermektir.
Her ne kadar, sosyolojinin ilmi disiplininde “ferdi (bireysel) sorunlarla ilgilenmez, toplumun bütünüyle ilgilenir” denilse bile, uygulamada bu mümkün değildir. Çünkü can, ruh ve madde plânında ‘insani bütünlük/mizaç ve imtizaç” ilişkisi esas alan objektif sosyolojinin hedef kitlesi toplum, öznesi insandır. İnsan ve insanlardan oluşan toplum bu ana bilim ve alt dallarının inceleme konusudur. İncelemede odak/nesne/özne daima bireydir. Bu içerik, anlam ve bağlamda ufku olmayan sosyolojik çalışmalar, kuram ve varsayımlar spekülâtiftir. Objektif Sosyoloji diğer bilimler ve bilhassa sosyometri, analiz ve matrix ile bağlantı içindedir.
Bu anlamda sosyoloji; hem toplumu inceleyen-değerlendiren, çözümleyen, analiz eden ve gerektiğinde sentezleyen; oluşturan/geliştiren, yeniden yapılandıran bir bilim olup; doğalda bütün etnik köklerin sosyolojisi farklıdır. Ancak, çoklu etnik unsurların bir araya gelmesi ile oluşan yapılarda ‘asgari müşterekler” esas alınır. Alt ve üst kültür kümelerinde durum daha da farklılaşır. Hatta bazı konu, konum ve durumlarda aynilik yahut benzerlik arz eder.
GÜNCEL SORUNLAR VE SORUMLULAR
Mesele “toplumsal şiddet, kadın-erkek ve çocuk”!...
Mikro kozmos’un temel toplumsal sorunları, anatomik yapısı ve fizyolojik durumu…
Sorunun temelinde ‘Bilgi Çağı’ yalanı, din sömürüsü, yapay ileri sürümler, ideolojik sapmalar, beyin iğfalleri, hırs, ihtiras, egoizm, evrensel aldatmaca, kandırmacalar; hâsılı; Makro kozmos’un öznesi “kutsal İnsan’ın” bitmeyen, tükenmeyen çilesi ve istismarı var.
İnsan’ın istismarı, din’in istismarına nazaran çok ağır ve evrensel bir suç..
Esasen “insanın istismarı” en ağır insanlık suçudur.
Zira ‘insan, din için değil’; ‘din, insan içindir’, insan için vardır.
Her ne kadar 1789 Fransız ihtilâli, atalarımızın İstanbul’u fethiyle açılan ‘Yeni Çağ’ı kapatmış ve ‘Yakın Çağ’ı açmış olsa bile; Bilgi çağı, tıpkı Uzay Çağı gibi Yakınçağ’ın alt sınıflandırma ve sıradan kategorik adlandırmalarından biridir. Bu tanım, (b.çağı) 1990’larda ‘bilgisayar teknolojileri, internet, iletişim-bilişim ve dijital’ düzlemde başlayıp günümüze sarkan süreci açıklar. Diğer bir anlamı da; Sözde, bilgiye dayalı yaşam biçimidir!...
Ancak tarihi söylemler, genel algı ve kabule göre ‘bilgi çağı’ tanımlaması önceleri; diyalektik materyalizm [Var olanın madde cinsinden olduğunu kabul eden düşünce biçimi. Maddecilik. Tüm ateist, pagan, solcu ve sosyalistlerce benimsenen düşünce tarzı,. Diyalektik ve tarihi materyalizm: Gerçekte var olan nedir sorusuna “yalnız madde vardır, madde dışı varlık yoktur; akıl-fikir maddenin ürünlerinden görünümlerinden ibarettir; madde dışı varlık (fikir)’de madde ürünüdür. Temel varlık maddedir. Bilim ondan doğar, madde bilim, düşünce ve fikirden önce gelir” savı] bağlamında “insanlık dışı ve aykırı bir sosyoloji” dayatılır.
Sonraları [diyalektik ve tarihi materyalizmin] milyonlarca insanın; politika, soykırım, katliam, açlık, yokluk, yoksulluktan kırılması ve komünizmin çökmesi ile (1990) kuram, bilgi teknolojileri, iletişim, bilişim, dijital ve bilgisayar tabanlı dizgelerde depolama, dönüştürme gibi, aldatmaca-kandırmaca bir tanım, örtülü ifade ve kapsama (kamuflaja) dönüştürülmüştür.
Değişimin (faşist dönüştürmenin) içeriği:
Toplumsal, ekonomik ve sosyal etkiler;
KÜRESEL BOYUT (genel, evrensel)
***
MESELE SOSYOLOJİK (2)
Mustafa Nevruz SINACI
Din, ahlâk, hak, adalet, hukuk, manâ, evrensel mutluluk ve zenginlik düşmanı Yahudi mason orijinli Siyonizm misyonerleri (Marx, Engels, Freud v.d.) tarafından bu süreçte (1789 – 1945) insanlık gafil avlanmış, neredeyse bütün dünyayı saran devasa bir ekonomik-sosyal ve psikolojik (sosyometrik) çürüme yaşanmış; Bir asrı aşan salt maddeciliğin bedeli, en temel (minimal) yapı “aile” tarafından en ağır surette ödenmiştir. Sonuç: Çok ağır travma, katarsis, sosyal şizofreni, insani değerlere darbe ve deformasyondur. [Travma: Birey üzerinde beden, akıl ve ruh açısından önemli, vahim ve kalıcı olabilecek derecede olumsuz etkiler ve izler bırakan yaşam biçimi; Deformasyon: Şekil bozukluğu, biçimsizleşme, mutasyon; Katarsis: Önceden yaşanmış travma yaratan olayların tekrar hatırlanarak heyecan boşalımıyla rahatlama yöntemine denir. Kavram genelde arınmayı, temizlenmeyi, çok çeşitli türden gerilimleri sona erdirmeyi ve rahatlama süreçlerini kapsar.)
Başka bir anlatım ve açılım:
Kurulan - kurdurulan bu sahte düzenin sadece mekanik bir çalışma temposu vardır.
Sadece kendisine sunulan resimde gizli kodlara bağlı olarak işler. Günümüzün kirli medyası ve diğer etki ajanları buna örnektir. Bunlar doğruları, ‘yanlış’ formatlarına dürüp, sarıp sarmalayarak’ satarlar. Kendilerine doğrular adına biriktirdikleri yanlışları dengeleyecek iyi, güzel ve doğruları kalmadığından, insanların isyanıyla karşı karşıya kalmışlardır. Zira her şey, ‘kendi zıddı ile kaimdir’ kaide ve kavramıyla varlık âleminde anlam kazanır. Zıtlardan birisi yok ise, çok geçmeden diğeri de yok olacak demektir. Aslında küresel dünyanın vahşi aktörleri, bu doğal ve dengesel döngü (zıtların çatışması) sürecini yaşamakta; Yaşamın doğal denge ve müesses düzenlerini, saldırıp yakıp yıktıkça, aynı şiddette kendileri de yok olmaya doğru giderler. Süreçte güç kaybettiklerini anladıklarında, kaybederken de kazanma yollarını aramaya ve sahneye yeni oyunlar sürmeye başlarlar. Hakikatte bu olay ve olgular, yanıltıcı gölgeler âleminin gerçekleridir. Asıl idealar âleminin gerçeklikleri bundan tamamen farklıdır.
Evrensel bağlamda düşündüğümüz takdirde bu oluş; eşi emsali az görülen bir gericilik, ekonomik, sosyal, siyasal ve ahlâki çöküş, apaçık irtica ve en hakiki yobazlıktır. Bedeli 1., 2. Dünya Savaşları, Osmanlı İmparatorluğunun insanlık, ahlâk ve hukuk dışı yol ve yöntemlerle Parçalanması, geleneksel (doğal) stabilizatörlerin alçakça imhası, vahşi kapitalist-emperyalist politikaların bütün dünyayı ahtapot gibi sararak, esaret ve sömürü kıskacına alması biçiminde tezahür etmiş; Yanı sıra: Canlı cansız bütün varlıkları içeren bir çevre katliamına yol açmış, doğal -natura- ve ekolojik denge bu iğrenç ve insanlık dışı kin-ihtiras ve kaprisle katledilmiş; denizler, nehirler, dereler, göller kirletilmiştir.
Ayrıca pek çok akarsu ve göl kurutulmuş, ozon tabakası delinmiş, ziraat, tarım-orman alanları (verimli topraklar, ağaçlık alanlar ve ormanlar yeşil/yaşamsal örtü) süratle yok, tahrip ve tarumar edilerek insanlık: Cehalet, açlık, yokluk, yoksulluk ve ardı arkası kesilmeyen afet, felâket, hastalık ve savaşlara mahkum edilmiştir.
Öyle ki; İnsanlık düşmanı kapitalist-emperyalist çıkarlarını korumak ve sürdürmekle görevli yazılı ve görsel medya bu süreçte; objektif haber, orijinal bilgi ve tarafsız yorumdan çok, yoğun manipülâsyon içerikli, biyolojik ve nükleer silah tesirli haber bombardımanlarının temel etki alanı, aksi istikamet ve dengesel yayılma işlevini görür. Bu süreç, adeta ateşlenen bir konvansiyonel silahın geri tepme mekanizmasının oluşturduğu etki alanına benzemektedir.
İleriye doğru ne kadar etkili atışlar yapılırsa o derece geriye doğru genişleyen tepkime alanları, yani enerji boşalması gerçekleşir. İnsanların toplumsal ve bireysel hafızası benzer şekilde, bir yandan hızla manipüle haberlerle doldurulurken, diğer taraftan hızda, veri kaybına maruz kalmaktadır. İşin vahim tarafı, bu giriş-çıkış kontrolünün dahi elimizde olmayışıdır.
Böylece silinen toplumsal ve bireysel hafıza, realist felsefenin ön gördüğü gibi, boş bir levhaya dönüşmekte ve bu “boş levha” oyunu kuranlar tarafından fazla bir emek sarf etmeden doldurulmaktadır. Şüphesiz bu yolla doldurulan bireysel ve toplumsal hafıza objektif bilimi ve toplumsal/ bireysel geçmişi hatırlayamayacak ve sadece kendisine yüklenen verilere dayalı bir çalışma düzeni kuracaktır. Bu, travmanın öteki ve karanlık yüzüdür.
***
GENEL VE EVRENSEL TRAVMA
Mustafa Nevruz SINACI
Kasten ve bilerek yaratılan bu “genel ve evrensel travmanın” ilk sebebi de, “nihai” sonucu da katarsis, bencillik, egoizm, maneviyat yokluğu, inanç boşluğu, satanizm eğilimi, cehalet, hırs, ihtiras, cinnet ve cinayettir. Bu haksız, ahlâk dışı dikta, cebrİ dayatma karşısında İnsanlar madden ve manen, fiziksel, zihinsel, ruhsal olarak çökmüş, yozlaşmış; ancak her şeye rağmen bu “zoraki dönüşüm” dayatması “doğal direniş” karşısında başarısız olmuştur.
Sonuç: Hayal kırıklığı ve hüsran!..
Değişimin Değiştirdikleri ve Değiştiremedikleri
Sanal Yaşamın Sanal Müfredatı
İnsanlık âlemi, kendi üzerine oynanan oyunların istenir ve beklenir sonucu olarak:
Toplumsal ve bireysel yaşam alanlarının en temel değişkeni, iletişim teknolojileri çerçevesinde etrafımızı (başka hiçbir faktöre yer vermeyecek şekilde dolduran) sanal objeleri; etkileyen/yöneten ve yönlendiren; İnsanları etkilenen ve yönetilen konumuna getirdiğini kabul etmek zorundayız. Görsel ve işitsel kitle iletişim araçlarını elinde tutan merkezler ile onların ipine bağlı taşeronlar, ekranlarına bağladıkları bireylerden oluşan bütün kitleleri rahatlıkla sevk ve idare etmektedirler. Aslında bu temel olgu küreselleşmenin ana hedefi, bireysel / toplumsal etkinlik alanı olarak da ifade edilir. Borsa, hisse senetleri, çekler ve senetler ile başka kıymetli kâğıtlar (üçkâğıtçılık) kredi kartları ve bunlarla ilintili ve alın terinin karşılığı olmayan faiz sistemi de, bu sanal dünyanın sahte ve sanal geçer akçeleridir. Bu akçeler kendi doğal gerçeklikleri adına hiçbir değer ifade etmemekle beraber, kendilerine bağlı bulundukları gerçek değerler adına kıymet biçilir. Yani buradaki kabul ve ret gibi kararlar sanal olgular olarak davranışa dönüşmektedir.
Bu ekonomik yapı zamanla bireyi aynı kulvar içinde disipline ederek düzenlemekte ve adeta o yapıda olduğu gibi, ancak irade ve aklını ipotek ettiği mihrak adına var olabileceğini sanarak beynelminel köleler haline dönüştürmektedir. Zamanla soğuk savaşın psikolojik savaş teknikleriyle yer değiştirmiş olması, fiili etkinlik alanları itibariyle konvansiyonel iç isyan araçlarının kullanılmasını gerekli kılan, askeri veya başka darbelerin formatını değiştirmiştir. Zoraki dönüşümde başarısızlık, “sürecin olumsuz etkisi ve kalıcı tahribat” nedeniyle bir zafer değil; bilakis tam bir hayal kırıklığı ve hüsrandır. Bu, doğrusal yönde bir ilerleme, bilgelik ve gelişme değil, apaçık bir gerilemedir. İnsani boyut ve bilgi toplumu boyutunda oluşan gerileme sonucu bütün dünyada insan hakları belirgin bir çürüme ve yozlaşmaya maruz kalmış; genel değersizleşme, suçlu ve suç oranlarında yükseliş, özgürlük-güvenlik kısıtları ve yaşam kalitesinde düşmeler gözlenmiştir.
Tüm dünyada olduğu gibi, ülkemizde de olumsuz etki ve tahribat büyüktür.
Aldatan Put ve Uyuşturan İroni
Demokrasi, adalet ve barış uğruna, başta Afganistan olmak üzere Irak, Sudan ve doğal kaynak zengini, stratejik çıkar alanlarına saldıran ABD-AB ikilisi bu ironi çerçevesinde arsız, hâyasız ve soysuzca Bilgi Çağı’nın öncüleri ve güya dünya barışının teminatı nam sözcüleri rolünü oynamakta!... Bu, tam bir ikiyüzlülük, çifte standart, sahtekârlık ve mürailiktir.
Kurbanları: Milyonlarca ölü, yüz binlerce sakat, hasta, öksüz, yetim, aç, açık!..
Istırap ve sıkıntı içinde kıvranan kadın, erkek, anne, baba ve çocuklar!..
Dikkat ederseniz, “dünyada barış, huzur, refah ve güvenlik (!) amacıyla kurulu” BM Güvenlik Konseyi’nin daimi ve değişmez üyeleri, (ABD, İngiltere, Fransa, Çin ve Rusya) bu kabilden birer çete devleti, hak gaspçısı, adalet, hukuk ve demokrasi düşmanıdırlar. Oysa dünyaya kendilerini “demokrasi, barış, adalet ve hukuk havarisi” olarak takdim eder, açıklar ve anlatırlar. Kuyruklu yalan!…
Demem o ki; Bilgi çağı bir ütopya, ham hayal ve serap;
Salikleri (sahiplenen ve kullananları) de Aldatan Puttur.
***
ULUSAL BOYUT VE YARSANİZM GÖLGESİ
Mustafa Nevruz SINACI
Özellikle; Osmanlı’nın alçakça çökertilmesinden sonra kurulan TC; Gazi Mareşal Mustafa Kemal Atatürk’ün vedasıyla, legale dönüşen bir insanlık, demokrasi, adalet, hukuk dramı, din ve ahlâk düşmanlığı içeren bir karşı devrim belâsına müptela edilmiş; Devlet, bu işbirlikçi dâhili bedhahlar sâyesinde emperyalist-kapitalist, ırkçı-faşist, din tüccarı, haçlı ruhlu vahşi batının (AB/ABD) yıllardır yarattığı tehdit ve tehlikeye fiilen maruz bırakılmıştır.
Yerli işbirlikçiler ve dış düşmanlar yoğun kültür bombardımanı, emperyalist baskı ve asimetrik savaşla: Türk harsına zıt, milli değer, manevi mukaddesler ile toplumsal tevhidi (milli birlik ve beraberliği) çökertmeyi hedef alan modernite akımıyla insanlık dışı, vahşi ve alçakça “bireyci-çıkarcı, pagan-şoven” yârsanist bir yaşam biçimini yaymaya çalışmaktalar.
Bu ironik ikilemde terör-tedhiş, siyasi-sosyal ajitasyonlar ve NBC taarruzlar emperyalizmi tamamlamakta, genç nesillerin kendi medeniyetleri ile mili-manevi eser ve öz değerlerini” geleceğe taşımaları sinsice önlenmekte ve engellenmektedir.
Dahası milli hafızanın silinmesi, tarihi tahrif, bilgi, birikim ve arşivlerin imhası kombine bir dezinformasyon ve sistematik deformasyona paralel “imha” faaliyetlerinin sürdürülmekte olduğu acı bir gerçektir. .
Güncel fotoğraf: % 65’i değişmiş ve elene, deline kevgire dönmüş bir yasaya hâla Ana Yasa; Elli yıldır, parlâmentoda istihdam edilmek üzere sivil cunta, dikta ve sulta tarafından saptanan Partizanlara ‘millet-vekili’ denilir.
Oysa minimum demokrasi yaşanan kısmi hukuk devletlerinde bile halk, bizim insanımıza oranla daha çok seçme-seçilme hakkına sahiptir. Buralarda Cumhurbaşkanlığı, yerel ve genel bütün seçimler namuslu, dürüst, ilkeli-onurlu, sorumlu ve “demokratik” usullere göre yapıldığı bilinmektedir.
Millet artık her şeyin farkındadır; uyutma ve uyuşturulma dönemi bitmiştir.
Dünyada sadece TBMM duvarında görülen “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” kitabesi çok ilginç ve emsalsiz bir ironi; Yaman bir çelişki, (günümüzde) yalan ve aldatan putlarca uyuşturulmuş beyinlere uygulanan seramonidir!.. Seramonide, temelleri CHP döneminde atılan 65 yıllık travma, dejenere edilen Türk sosyolojisi ve deformasyonun bütün izleri açıkça görülür…
Şöyle ki:
Faşist dikta (chp) Polit bürosu/Cunta tarafından 26.02.1946 Kahire Anlaşmasından hareketle, ABD ile yapılan 27 Aralık 1949 anlaşması gereği bir “milli eğitim” komisyonu kurulmuştur. Adı “Türkiye'de Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu” (Fulbright) dur.
Bu komisyon TC tarafından sağlanacak paralarla finanse edilecek eğitim programının idaresini kolaylaştırmak için ihdas ve tesis edilmiştir.
Anlaşmanın 5. maddesine göre: “Komisyon 4'ü Türk vatandaşı ve 4'ü ABD vatandaşı olmak üzere 8 kişiden oluşur”
Ayrıca, Türkiye'deki Amerikan diplomatik heyetinin başı komisyo¬nun başkanıdır. Alınan-alınacak olan kararlarda oy hak¬kına sahiptir. Komisyon karar, eylemlerinde ABD dışişleri ba¬kanına karşı sorumludur. (tıpkı Amerikan as¬kerî üstlerinde olduğu gibi) T.C. denetimi dışındadır.
Görevi:
Türk eğitim sistemi hakkında araştırma yapmak, bilgi toplamak, gerekli ABD memurlarını uzman ve araştırmacı olarak okul-üni¬versite ve Bakanlıklara yerleştirip faaliyetle¬rini kolaylaştırmaktır. TC Hükümetine bu komisyonun çalışmalarını kontrol ve denetleme hakkı verilmemiştir!..
Şu an müfredatta olan, okutulan ve uygulanan sosyolojisinin yanlış, uyumsuz ve Türk harsına aykırı olmasının ana nedeni bu anlaşma; Vatana ihanet anlamı taşıyan bu kalkışmadır.
***
ÇİLENİN BÖYLESİ VE YURDUM İNSANI
Mustafa Nevruz SINACI
Yıllar süren bu dezinformasyon, beyin yıkama, baskı, cebren batılılaştırma ve asimilâsyon uygulamalarının beklenir sonucu olarak: Halkın % 95’i milli gelirin % 5’ini alır, bakiye % 95, yüzde 5’lik azınlık, soygun vurgun ve yalan, talan erbabınca yenilir. Gelirler arasındaki açık ve uçurum alçakça, düşmanca ve insanlık dışıdır.
Üstüne üstlük, elektrik, su, akaryakıt, ilâç ve doğalgaz gibi “zorunlu ihtiyaç ve stratejik girdiler” biryana, et ve süt gibi hayati ürünler ve başta ulaşım olmak üzere “kamu yararı bazlı” hizmetlerin kahir ekseriyeti de “dünyanın en fahiş ve en pahalısı” durumundadır.
Ülkemizin mahkemeleri vardır; adalet yoktur
Olanı çok pahalı ve gecikmelidir!..
Polisi vardır; huzur, güven ve emniyet yoktur!.. Terör ve korku kol gezer!..
Ordu, Jandarma vardır; hırsızlık-yolsuzluk, yankesicilik, rüşvet-iltimas, nüfuz ticareti, gasp-irtikap ve dolandırıcılığın önü alınamaz!..
Ülkenin adalet ve vicdan ekseninde “sosyal adalet ve eşitlik” kavramları görecelidir.
YURDUM İNSANI
Son verilere göre 1446 çocuk kayıp. Çoğu organ mafyası kurbanı, diğerleri sübyancı çetelerin eline düşmüş olabilir!... Son elli yılda kayda geçen 50 bin faili meçhul var!.. İntihar sayıları günde 6 -7, cinayet 5 -7 arası… Ekim 2007 tarihli tespitlere göre her yıl 1.500 kişi intihar ediyor. 8 bin kişi intihar girişiminde bulunuyor; 2000- 2500 arası insan cinayete kurban gidiyor., 5000 kişi trafik kazalarında ölüyor. Sakat sayısı yılda 100 bin ilâ 115.000 kişi arasında artıyor.
Halkın yarısı hasta, özürlü ve sakat, sosyal güvenlik politikaları para tuzağı, ilâç ateş pahası... Kadın/Erkek beş milyon emekçi asgari ücretle çalışıyor, bunların kazancı ile yaklaşık 20 milyon insan yaşam savaşı veriyor. Beslenme yetersiz, dengesiz, gdo/hormonlu, bozuk gıda tüketimi had safhada!..
Ülke adeta “ilâç, ilâh ve silâh” tüccarlarının kobay alanı…
Dahası var:
Nüfusun üçte ikisi mahkemelik; İcra kıskacında, kredi kartı mağduru; borç ve boşanma dâhil, bir devlet için yüzkarası nedenlerle adli-idari tehdit ve takip altında. İnsanların kahir ekseriyeti fakir, orta sınıf kayıp, “toplumsal eşitsizlik” fecaet; zenginler ve fakirler arasındaki uçurum utanç verici. İnsanların büyük bölümü günde bir ekmeğin ancak 1/3’ünü yiyebiliyor. Milli, özellikle dini bayramlar, yokluk ve fakirlik nedeniyle aileler, anne-baba ve çocuklar için, mutluluk yerine mutsuzluk, ıstırap, elem ve keder nedeni olmakta!... % 5’lik “mutlu azınlık” ise, çılgın domuzlar gibi tok!..
Sonuç:
Terör, tedhiş, işsizlik, pahalılık ve şiddet;
Toplumsal cinnet, zulüm, işkence ve cinayet!...
Sürecin doğal sonucu olarak Türkiye’de de toplumsal şiddet taban bulmuştur.
Dolayısıyla suç, potansiyel suçlu ve organize suç örgütleri himaye görmüş; Nispi stres gerilim ve doğal stabilizatörlerin izolasyonu ile toplumun içine sürüklendiği boşluk kronik cinnete dönüşmüştür.
Böylece, en değerli varlığımız ulusal insan kaynağımız, halden mutsuz, gelecekten umutsuz, güvensiz ve uyumsuzdur. Tarih ve tabiatın en nezih, asil-soylu insanları arasından arsız-hırsız, yolsuz, onursuz ve sorumsuzluk, tarihte hiç olmadığı biçimde revaçta.
Kahir ekseriyeti potansiyel ve fiili suçlu, yarısı hasta, sakat bir toplum oluştu.
Tecavüz arttı, fuhuş patladı, gasp-irtikap, rüşvet-iltimas, hırsızlık-yolsuzluk önü alınamaz hal aldı. Yönetime sızan “kötüler” sistematik bir sabır içinde önce zinayı suç olmaktan çıkarttılar, sonra hırsızlık-yolsuzluk, soygun ve vurgunu “ekonomik suç’a ekonomik ceza” müeyyidesini ikame ederek insanlık düşmanlarını ödüllendirdiler!...
***
ANALİTİK YAKLAŞIM VE SOSYOLOJİK SENTEZ
Mustafa Nevruz SINACI
Gelinen noktaya batı aydınları ile bazı yerli (?) dönme kalemlerin “modernite” eseri “çağdaş ve ileri bir toplum” demeleri yüzsüzlük; akıl, vicdan, kalem ve irfanlarını soysuzca kiraladıkları vahşi batı (AB)ya karşı iğrenç bir yağcılık, dalkavukluk, yalancılık ve yağcılıktır.
Çünkü Sosyometri (Fizyoloji, Sosyoloji, Psikoloji) biliminin bütün ilke ve disiplinleri ile alay eden;, Çağdaşlık adına, tarihin hiçbir çağında görülmemiş iğrençlikleri yapan; Geleceğin tüm hedeflerinin geçmişte yattığını, gaflet, dalalet ve hıyanetle unutan ve geleceğin temellerini “haram-yalan, ayırma-kayırma, soygun-vurgun, dikta-cunta, şiddet ve cinnet” üzerine kurarak “Tarihin öznesi millet (Türk)” vasfına ihanet eden; Eli silâhlı, dili küfürlü vatandaş sayısında artış, suçluluk oranı ve suç istatistiklerinde: hırsızlık, yolsuzluk, kapkaç, yankesicilik, nitelikli dolandırıcılık, terör-tedhiş, organize işler, sahtecilik ve suiistimallerle suç makinesine dönen; sağlık sorunları ile malul, nüfusunun yarısı hasta, büyük bölümü uyuşturucu, alkol kullanan, çeşitli bağımlılıkları olan sorunlu toplum; Aldatan put ürünü ve uyuşturan ironi ürünüdür…
İnsani boyut, barış içinde, onurlu, güvenli, mutlu yaşam ve hukuksal hak;
Toplumsal eğitim, hayat bilgisi, sosyolojik tesanüt ve yitik toplumsal huzur!..
Tahmin ve tahayyül edilemeyecek kronik sorunlar, iç karartıcı ve yüz kızartıcı olaylar.
Hasılı: 1923 -38 milli iktisat, milli kültür-milli şuur, manevi mukaddesler ve yerli malı ile ihya olmuş; 1938 -1950 dışa bağımlılık furyasına sürüklenmiş ve yabancı sermaye işgaline uğramış; 1950 -1960 makul-mantıklı, maddi-manevi, milli, ilmi ve kültür dengelerini yeniden kurulmuş; 1960 isyan ve kalkışması sonrası özelleştirme, peşkeş, yerli mal ve ürünlere, esnaf ve zanaatkâra karşı savaş hali yaşamış bir millet!...Bu çelişkiler yumağı, bunalım, buhran ve derinleşen kriz hayatı olumsuz etkilemiş ve etkilemeyi de sürdürmektedir.
Cinnet ve cinayetler artıyor!.
Dolayısıyla, toplumumuzda sıkça görülen cinayetlerin sebebi cinnettir.
Cinnet, artan tempoyla adeta toplumsal şiddete dönüşüyor. Gerçekte bireysel bir durum, ruhi sorunların doruk noktası olan cinnet, aniden ortaya çıkmaz, yoğun bir birikim sonucudur. Cinnet’i; ekonomik, sosyal, psikolojik, siyasal ve kültürel olmak üzere pek çok nedene dayalı olarak algılamak ve açıklamak mümkündür. Ağır depresyon geçiren insanların hedeflerine ulaşmak için kendileri de dâhil başkalarının canına kıymak istedikleri; alkol ve madde bağımlılığı ile yaşadıkları sanrılar sonucu cinnet geçirdikleri görülmektedir.
Örnek: “Oğlunun kıtır kıtır kestiği Münevver’in çöpte biten yaşamını, takdiri ilahi’ye bağlayan katil babası Nida; Konya’da tesettürlü metresinden doğan çocuğu boğup, onunla birlikte ormana gömen 4 çocuk babası Zekeriya; Adıyaman’da 9 çocuklu bir aile meclisi kararıyla, kümese gömülerek infaz edilen 16 yaşındaki Medine; Diyarbakır’da üvey kardeşi tarafından tecavüze uğradığı için, öz babası tarafından elektrik kablosuyla boğulan 18’indeki Gülseren. Babası boğarken, kıpraşmasın diye boğulan kız kardeşinin ayaklarını tutan ağabey. Baba ve ağabey ablasını öldürürken seyreden küçük kardeş…”
Cinneti tahrik ve teşvikte yarışan unsurlar da var:
“Elektrikler, sular sı sık kesiliyor, doğal gaz ve suyolları da arada bir patlayıp, yargıcı savcısı birbirine giren devlet gibi çatlıyor. Bir ahlak erozyonu yaşıyor Türkiye, hiç olmadığı kadar. Günah rekorları kırılıyor. İlla ki kasıtlı olması da gerekmiyor, bu günahların. İstanbul Üsküdar’da, hatalı ve yasak dönüş yaparken 16 yaşındaki Ömer’i öldüren minibüs şoförü bir cani değil midir? Ya kendi çocuklarını, karılarını alçakça satan, dilendiren, seks kölesi olarak kullandıranlara ve demeli? İyi imamdan iyi avukat, iyi öğretmenden usta doğramacı, taksi şoföründen vinç operatörü, inşaat işçisinden minibüs şoförü, tornacıdan kasap, çapacıdan asfaltçı olmayacağı için, kimsenin kendi işini yapamadığı, eğitimine uygun iş bulamadığı Türkiye; işinin ehli olmayan onursuz/sorumsuz kişilerin elinde binlerce insanın sağlığından, canından, malından olduğu, çocuklarını yitirdiği bir ülke…
***
SOSYAL ŞİZOFRENİ VE KÜLTÜREL ETKİ
Mustafa Nevruz SINACI
Şizofren yapılarda, kontrol edilemeyen içsel baskı, ses ya da dürtü onları böyle eylemlere yönlendirebilir. Antisosyal narsistik eğilimleri güçlü olan insanlar daha dürtüsel davranabilen, müzakereye yatkın olmayan, karşılarına bir engel çıktığında bunu öfke ve şiddetle çözmeye yatkın yapılardır. Cinnetin altında yatan değersizlik duygusunun şişirilmiş bir özgüven duygusu altında aktive olması ve dayanılamayacak bir hal almasıdır.
Kültürümüzün ve ataerkil bir toplum yapısına sahip olmamızın şiddete yatkın oluşumuzda nasıl bir etkisi olabilir?
Türkiye de cinnet geçirenler hemen her zaman aileden kişilere ya da bir şekilde yakın ilişki içerisinde oldukları kişilere zarar verirler. Kültürel olarak yetiştirilirken ailedeki eğitim sistemimizde dayak oldukça önemli yer tutmakta. On çocuktan sekizinin dayak yediği bu ülkede manşetlerden inmeyen cinayet, darp haberlerine bu kadar şaşırmamamız gerekir.
Baba, eve kızıp gelir ve eşini çocuklarını döver ve rahatlar ya da böyle rahatlaması gerektiğini düşünür. Çünkü onun da babası aynı şekilde davranmıştır, davranışsal öğrenme en kolay aktarılabilen öğrenme biçimidir.
Çocuklar önce başkalarının hareketlerine bakar, sebep sonuç ilişkisi kurar ve bilinç dışı olarak öğrenip uygular, sorgulamaz. Sonra bir sıkıntılı durumla, çözemediği bir problemle karşılaştığında da öğrendiğini uygular, kolay olandır. Sorgulamaz, konuşmaz, fikir almaz. Bunlar öğretilmemiştir. Kendi yeteneklerini çözüm odaklı kullanabilmeyi başaramaz. Saldırır, şiddete başvurur, kırar döker. Kültürel kodlar temel değer olarak şiddeti temel alır ve şiddet diliyle iş görür.
Bu nedenle:
MEB’nın 32 ilde uygulamaya koyduğu zorunlu “Ana Okulu” projesi, ülkenin geleceği için atılmış hayırlı bir adım, önemli ve büyük bir atılımdır. Zira Türkiye’nin çocuğa yönelik medeni, ekonomik, toplumsal ve sosyal haklar bağlamında acil bir açılımı gerçekleştirmesi gerekir. Çünkü çocuklara dönük uygulanan politikalar aile odaklı ve çocuk merkezli değildir.
Bu nedenle çocuk hakları konusunda geleneksel değerleri evrensel ölçütlerle tamamen benzeşen Türkiye’nin açılım/devrim niteliğinde bir çocuk politikası hazırlaması ve ivedilikle uygulaması gerekir. Dünyada barış, huzur ve adaleti tesis etmek için çalışmış, gücünü bu yönde kullanmış bir kültürün bakiyesi olan Türkiye’nin nitelikli ve iyi yetişmiş çocuklar aracılığıyla Dünyada barış tohumlarının atılmasına katkısı olmalıdır. Millet iradesini temsil eden TBMM'nin açılışının yıldönümünü çocuklara bayram olarak armağan eden Atatürk'ün cumhuriyeti muasır medeniyet düzeyine çıkarmaları için emanet ettiği Türk çocuklarının bu hedefe doğru gidebilmesi, Türkiye’nin yapacağı Çocuk Açılımıyla mümkün olabilir. Çocuk sorunlarının çözümü acildir. Çocuklara karşı ödevlerimiz ertelenemeyecek derecede önemli olup;, Çocuklarımızın nitelikli eğitim, bakılma, korunma, beslenme, barınma, her türlü eğitim ve gelişim haklarının iyileştirilmesi, başta eğitim olmak üzere kendileriyle ilgili konularda görüşlerinin alınarak, her türlü ayrımcılıktan korunmaları için ülke ölçekli,
Sonuçta:
Çocuk hakları konusunda zengin ve derin bir kültüre sahip Türkiye’nin yeni ve çağdaş bir çocuk politikasına ve bakışına ihtiyacı vardır. Devletin, sorumluluğu toplumla paylaşan bir anlayışla sağlıktan eğitime, emniyetten adalete, medyadan aileye, kültür-sanattan etiğe kadar, özgün bir çocuk politikası stratejisi ve uygulama planları hazırlaması ve çocukları Türkiye’nin bir numaralı gündem maddesi haline getirilmesi zorunludur.
Kaldı ki: 23 Nisanı, dünya çocuklarının katılımıyla kutlayan, barış-kardeşlik gibi yüce değerleri içtenlikle paylaşarak, yayılmasına, farklı kültürlerin ortak düzlemde buluşmasına ve kaynaşmasına aracılık eden Türkiye’nin Milli Hâkimiyet ve Çocuk Bayramı‘nı daha da anlamlı ve özel kılmak adına çocuğa birinci önceliği vermesi kaçınılmazdır.
***
TÖRE CİNAYETLERİ VE KADINA BAKIŞTA TRAVMA
Mustafa Nevruz SINACI
Yine toplumumuzda sıklıkla görülen namus ve şeref kavramından yola çıkılarak işlenen cinayetler mevcuttur.
Örneğin: “Siirt’te ilköğretim öğrencisi kız çocuklarına, çeşitli yaş ve meslek gruplarından yüzlerce erkek 2 yıl boyunca tecavüz ediyor; olayı bilen kamu görevlileri sessiz kalıyor. Okullarda, Sosyal Hizmet ve Çocuk Esirgeme Kurumları’nda, aile içinde, cinsel taciz ve tecavüz vakaları sürekli geçiştiriliyor…
Emniyet Genel Müdürlüğünün cinsel suçlarla ilgili hazırlamış olduğu 2007 yılı raporu, aynı yıl içinde 1800 çocuğun cinsel saldırıya uğradığını söylüyor.
Unutmayalım ki, şiddet içeren uygulama ve söylemin her biri önce çocukları ve ülkemizin geleceğini risk altına alıyor. Şiddetin ortadan kaldırılmasına devletin öncülük etmesi için, önce uygulamalarını gözden geçirmelidir. BM çocuk hakları bildirgesinin ve insan haklarına yönelik sözleşmelerin yasalara alınmış olması yetmez, bu hakları tesis etmeye yönelik uygulamaları gerçekleştirebilecek iradeye sahip olmaktır.
Kadın bir nesne olarak görülmektedir, erkeğin bir eşyası gibi.
Kendini beğenen kişilerin “kimse bunu bana yapamaz, o kim oluyor” gibi savunmacı-saldırgan davranışları sonucu da pek çok cinayet işlenebilmektedir. Bir kadın veya ailesi tarafından reddedilen kişi toplumumuzdaki yetiştirilme tarzından kaynaklı reddedilmeye karşı aşırı hassasiyet sonucu cinayetle sonuçlanan olay ve durumlara neden olmaktadır. Burada güç duygusundaki zedelenme ön plandadır. Güç duygusu her zaman erkek olmakla ilgili değildir. Kadınlar da bu güç’ün sahiplenicisi olabilirler.
Teknolojinin Saldırganlığa ve şiddete etkisi var mı?
Teknolojinin ve kitle iletişim araçlarının inanılmaz ilerlediği günümüzde çocuklar daha doğduğu günden itibaren televizyonla büyümektedir.
Yapılan araştırmalar okul öncesi 3-5 yaşları arasındaki çocukların günde en az 6 saat televizyon seyrettiklerini ve günün dörtte birini televizyon karşısında geçirdiklerini açıklıyor. Oysa programların çoğunda şiddet, cinayet, intihar haberleri, silahla ya da döverek yaralama görüntüleri yer almakta.
Gözlemler şiddet unsuru içeren sahnelerden çocukların olumsuz etkilendiğini ortaya çıkarmaktadır. Reklâmlardan haberlere, çizgi filmler de dâhil şiddet içerikli görüntüler her zaman yer almaktadır. Bunlar direkt vurdulu kırdılı sahneler olarak düşünülmemelidir.
Olumsuz mesaj biçimlerine bir kaç örnek verecek olursak:
Sözel saldırı;
Küfür, kötü söz, hakaret, laf atma, aşağılama, beddua, bağırıp çağırma ve korkutma.
Bedensel saldırı;
Dayak, tepkici davranış, karşılıklı dövüş, taşlı-sopalı kavga, yaralama, öldürme, suda boğma gibi.. Devam eden şiddet görüntüleri; dayak yemiş, ölmüş, yaralı insan görüntüleri, kaçma, kovalama sahneleri, cinsel şiddet içeren sahneler, korku efektlerinin kullanımı. Sürekli şiddetle beslenen bir çocuğun okuduğu okulu silahla basıp onlarca kişiyi öldürmesi kimseyi şaşırtmamalıdır. Bunu birazda biz yaratıyoruz.
Toplumun bu olaylara bakış tarzı nedir?
Toplumumuzda bu tür cehalet, ateizm ve cinnet kaynaklı cinayetler, intiharlar, cinsel tacizler zamanla kanıksanır hale gelmiştir. İlk duyulan habere tepkili olan kişiler arka arkaya gelen olaylardan sonra “yine kim ölmüş, kim kimi vurmuş, olmaz artık bu kadar da, ne zaman sonu gelecek bu olayların” demekte ama aynı duygusal acıyı yaşayıp etkilenmemektedir. Bir yerde savaş başladığında kulak kesilip her gelişmeyi takip ederken bir süre sonra genel bir bilgi alıp bırakırız, kanıksarız adeta.
Hayatımızın bir parçası olmuştur Şiddet…
***
HAYATIMIZIN BİR PARÇASI “ŞİDDET!…”
Mustafa Nevruz SINACI
Evet, gerçekten de hayatımızın bir parçası olmuştur Şiddet…
Bu aslında bir savunma mekanizmasıdır, kişinin kendini korumak için kullandığı bir şekilde başa çıkabilme yoludur.
Bunların bir başka açıklaması da toplumsal olarak travma yaşadığımızdır.
Ekonomik olarak krize düşen bireyler, töresel baskılarla yetişen kişiler, ölümü yaşayan, cinayete şahit olan kişiler, cinsel tacize uğrayanlar ve bunların yakınları travma yaşarlar. Travmalar onların gelecekteki yaşantılarını etkiler ve çıkmaza sürekler.
Yaşamın her döneminde, tetikleyecek her durumda bu bir ses, bir koku, bir nesne olabilir, yeniden aynı olayı aynı durumu aynı duygu ile yaşarlar ve hayatları cehenneme çevirirler.
OYSA!...
Yaşamak her şeyiyle inanılmaz güzel ve büyük bir haktır.
İnsan yaşadığı dünya da kendi dengelerini kurup yaşanabilir bir yaşam tercih eder.
Fakat zaman, zaman dışsal veya içsel nedenlerle hayatımızı kötü değerlendirdiğimiz anlarımız olmuştur.
Bu durumu birey, eşiyle dostluyla aşmaya, derdini paylaşarak çözmeye çalışır.
Türk toplumunun bireylerin sorunlarını çözmekte geliştirdiği bir mirastır.
Ancak kişi en zayıf anında güvenip açıldığı kişinin verecekleri tepki maalesef büyük yıkımlara neden olabiliyorlar?
Cinnet geçiren insanların çevresindeki insanlarla duygularını paylaşmadığını veya hissettirmediğinizi sanıyorsunuz?
Ülkemizde ağır travmalar yaşatılarak üretilen suni gerçekliklerin fiili olarak sahnelenmesiyle milletimize yaşatılan ve demokrasiyi rafa kaldıran darbeler, hedeflenen etkinlik alanları ve etkisizleştirme alanları bağlamında ortaya çıkan sonuçlara sebep olmuşlardır.
Ancak bunları planlayanlar sosyolojik düzeyde olayların felsefedeki "dost ve düşman" algısı, Mevlâna'da ki zıtlık kavramının neyi ifade edebileceğini idrakten yoksun olduklarından, bu süreç içerisinde ortaya çıkan ve beklenmedik tarzda değişen sonuçlar, fiili senaryo yazarlarını alabildiğine yormuş olacak ki, artık sanal argümanların kullanılmasıyla sanal senaryolar yazma gereği duymuşlardır.
Bu bir yerde küreselleşmenin de gereği olarak Millet nezdinde ve zihinsel süreçde aynı etkinlik alanlarını oluşturarak sonuç alma çabasıdır.
Parti Banka ve Demokrasi Oyunu:
Duruma uygun sağlam gerekçeler ortaya koyarak yeniden yapılanma ve iç ve dış tutarlılık adına öz denetim sonucu bu sonu hazırlayan temel değişkenlerin tespit edilmesiyle kurgulanacak daha gerçekleştirilebilir hedeflerle halkın önüne çıkmak.
Halka vaat edilenlerin kesinlikle kaynağını halkın değer ve normlarından evrensel bir bakış ve işleyişle alan olası hedefler haline dönüştürülmesini sağlayarak yeni, kabul edilebilir ve gerçekçi bir misyon ve vizyon oluşturmaktır.
Toplumsal olayları belki daha örtüşen bir kavram olan kamu mühendisliği multi disipliner alan argümanlarıyla kurgulayıp yönetenler, geniş halk kitlelerini her türlü sapma noktalarıyla bir bütün olarak kontrol etmektense, toplumu oluşturan her bireyin varlık ve can damarından bağlı olduğu bir değişkeni kontrol ederek toplumsal süreçleri çok rahat bir şekilde yönetmektedirler.
Zaten yüzleştiğimiz sorunlar da böyle bir sistematik gerçekliğin ürünüdür.
Daha önce yönetebildiklerinin yönetim ve denetimine mahkum edildiği yaşantıların etkisizleştirdikleri ve etkili kıldığı nesnel ve öznel faktörler incelendiği zaman bu teori daha net kavranacaktır.
***
NORM’LAR VE NORMAL DURUMLAR
Mustafa Nevruz SINACI
Normal duruş pozisyonunda bireyi yöneten baş ve arasındaki beyin hep hep yukarıdadır. Ancak eğer amuda kalkar tepe üstü durursanız yukarıdaki ayaklarınız arasında
olan tarafından yönetilmek durumunda kalırsınız. Onun talepleri de az çok bellidir ve işte o talepleri kontrol edenler sizi de artık kontrolleri altına almış olurlar.
Globalleşmeyi deneyip ipe dizdirenlerle!.. formatlayanlar; banka ile siyasi kuruluşu, siyasi kuruluşla halkı ve halkın değerlerini yağlı ve mumlu iple dizmeyi daha kolay ve az masrafla yapabilirler. Açık bir sistem diyebileceğimiz bu yapı tersten çalışmaz ancak geniş halk kitlelerine tersten gösterilerek açıklanması daha kolaydır. Sırtını böyle bir mali kaynağa dayayan siyasi birlik, halkın yasama ve yürütme erkini teslim etme adına iradesini teslim etme şeklinde anlam bulan, teveccüh kaynağını önemseyerek geleceğe dönük varlığını onlarla olan paylaşım ve uzlaşıya göre tesis etme gereği duyar mı duymaz mı yargıyı siz değerli okurlara
bırakıyorum.
ÇÖZÜM: Uygulandığı 85 yıllık sürecin ilk 15 yılında ‘iyi ve olumlu’ sonuçlara vesile olan ‘Türk Sosyolojisi’nin; Özellikle eğitim ve öğretim sisteminin ABD’ye teslim edildiği 1949 yılından itibaren uğradığı deformasyon, sapma, yozlaşma ve çürüme nedeniyle; Sür’atle rehabilite edilmesi ve yalan üzerine kurulu bilgi çağı’ndan, ivedilikle “bilinç çağı”na intikal zorunludur. Bu da, medeni siyaset’i içeren ‘kadim Türk kültürü” ve muhtevasında mevcut “Adalet Güneşi”nin; Anadolu şafağından doğması ve ülkem insanı bağrında hayat bulması ile mümkün görülmektedir.
TANIMLAR:
SOSYOLOJİ: Sosyolojinin ana konusu toplumdur. Dar anlamıyla Sosyoloji toplumun yapısına, toplumsal kurumlar, toplumsal ilişkiler, sosyal grup, kültür ve bu unsurlardan meydana gelen değişme ve gelişmelerdir. Sosyolojinin amacı, toplumların değişimini, gelişimini, yapısını araştırmak, yapılan araştırma ve açıklamaların ortaya çıkardığı bilgilere genellemeler yapmaktır. Ferde ait sorunlarla ilgilenmez, pozitif bir bilimdir, toplumun bütünüyle ilgilenir, diğer bilimlerle bağlantı içindedir.
SOSYOMETRİ: Geçmişi 1930’lara kadar giden, J.L. Morena’nın geliştirdiği bir tekniktir. Kişinin ve grubun karşılıklı ilişkilerini, onların yapı ve dinamiğini nicel (sayısal) parametreler içinde tespit etmeyi ve ortaya koymayı mümkün kılan tekniktir. Sosyometriye göre her topluluğun her zümrenin bir görünen resmi şekli vardır. Buna dış toplum denir. Bir de bu dış görünüşün altında isteklere, sevgi ve nefretlere, sempati ve antipatilere dayanan ilk bakışta görülemeyen, ancak sosyometri testiyle tespit edilebilen birtakım gruplaşmalar vardır ki buna “sosyometrik matriks” denir. Dış toplumla sosyometrik matriks’in çatışması sosyal gerçeği meydana getirir.
SOSYOMETRİK MATRİKS: “Bir grubun dış görünümünün altında ilk bakışta görülemeyen, ancak sosyometri testiyle saptanabilen gruplamalara biz ‘sosyometrik matriks’ deriz. Gerçekte ‘dışı eli içi beni yakar’ deyimi tamamiyle sosyometrik matriksin tanımıdır”
MİZAÇ: Mizaç bir insanın doğuştan kazandığı artı ya da eksi değerlerin içinde yüklü olduğu bir alt yapıdır. İnsanlar karakterlerini, şahsiyetlerini, kişiliklerini çoğunlukla buna göre belirler. Ve ne yazık ki herkes mizacını iyi hatta ideal zannettiği için düzeltme ve olgunlaştırma yoluna gitmez. Bu problem, insan psikolojisi disiplinin ana problemidir. Psikoloji ilminin en büyük sorunu insanların, içlerinde var olan sıkıntı ve bozuklukları bir türlü açıklayamaması yeterince anlatamamasıdır. Mizaç çoğunlukla yaratılıştan insana yüklendiği için terbiyesi, iyiye ve doğruya kanalize edilmesi, ideale ulaştırılması yıllar alabilir. Bir ömür boyu da sürebilir.
İMTİZAÇ: Karışabilme. Birbirini tutma, uyum sağlama, uygunluk. İyi geçinme, uyuşma. Kaynaşma. Muvafık ve mutabık olmak… Mezc olmak, uyuşmak. İyi geçinmek. compatibility. harmony. concord.
7 Ağustos 2010 Cumartesi
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder