29 Mart 2013 Cuma
22 Mart 2013 Cuma
16 Mart 2013 Cumartesi
Çok hain bir tuzak: 1071
TÜRK’LERE 1071 TUZAĞI
Prof. Dr. Ekrem Memiş
Devlet Bahçeli de sık sık 1071 Malazgirt Savaşı’nı yâd ederek o tarihten bu yana Türklerin Anadolu’da olduklarını belirtir.
Devlet Bahçeli de sık sık 1071 Malazgirt Savaşı’nı yâd ederek o tarihten bu yana Türklerin Anadolu’da olduklarını belirtir.
Tarihi ve ilmi hata burada
başladığı gibi birleştirmek isterken ayrıştırma faaliyetleri de bu noktada
odaklaşıyor.
Evvelinde, Malazgirt özellikle
bazı odaklar tarafından Türk çocuklarını yanlış bilgilendirmek için hazırlanmış
bir tuzaktır. Malazgirt’ten daha önce 1041 Dandanakan Savaşı vardır. Eğer
Anadolu’nun kapısı açılmışsa -ki ben bu mantığa karşıyım- Dandanakan Savaşı ile
açılmıştır.
Ahirinde, Anadolu’nun 1071’den
sonra Türklerin vatanı olduğunu söylemek tamamıyla ve özellikle Amerikan toplum
mühendislerinin 1945’den sonrasında yazılan tarih kitaplarındaki dayatmasından
ibarettir. Türk çocuklarını tarih bilincinden yoksun kılmanın ilk aşamasıdır. Malazgirt’i
temel almak, Aka’ların, Sümerlerin ve Eti’lerin Türk olduklarını inkâr etme
yoluyla Türklerin göçebe kavim olduklarını, dolayısıyla barbar olduklarını ve
medeniyet kurmaktan uzak olduklarını zihinlere kazıyarak bir tür
‘mankurtlaştırma’ taktiklerinden biridir.
Gazi Paşa bu tarihsel hatayı
ortadan kaldırıp atmak için yerin altını işlemekle mükellef kuruluşun adını
Etibank, oradan gelecek ürünü işleyebilmek için gerekli maddiyeti temin ve
teşvik için de Sümerbank adını kullanarak tarihsel bütünlüğü Türk insanına
yeniden hatırlatmak istemiştir.
Bu konuda biri çok ilmi ve tarihi
kaynak mevcuttur.
Afyon Kocatepe Üniversitesi
öğretim üyelerinden Prof. Dr. Ekrem Memiş Hoca’nın çok önemli çalışmaları bu
tarihi saptırmayı ve yalanı ortaya çıkartan ilmi çalışmalardan sadece biri, ama
en önemlilerinden biridir.
Ekrem Memiş hoca konuyla ilgili
açıklamalarını birlikte okuyalım:
“Anadolu Türklerin ikinci yurdu
değildir. Anadolu Türklerin anayurdudur. Anadolu’da bundan 8 bin yıl önce de
Türk devletinin var olduğu belgelerle kendini göstermektedir” demiştir.
Memiş Hoca MÖ. 2 bin 200’lere ait
bir olayı anlatarak Akat Kralı Mezopotamya’dan gelmiş Fırat Nehri’ni geçerek
Anadolu’ya gelmiş. Anadolu’da o zaman küçük küçük şehri devletleri var. Bu
küçük şehir devletlerinden 17’si Hatti Kralı Pampa’nın önderliğinde bir araya
gelmişler ve Akat Kralına karşı vatanlarını korumak için mücadele etmişler. Bu
17 kraldan biri de çivi yazılı metnin 15. Satırında geçen Türkî Kralı
İlşu-Nail’di. (Anadolu’da bu gün dahi rastladığımız ‘Pampa’ veya ‘Pampal’
soyadlarının olması sizce bir tesadüf müdür?)
Burada geçen ‘Türkî’ kelimesinin
Türk olduğuna şüphe yok. 2 bin yıl da buradan koyduğumuz zaman 4 bin 250 yıl
önce Anadolu’da Türk kavmi olduğu gerçeği karşımıza çıkıyor.
Memiş Hoca açıklamalarını şöyle
sürdürüyor: “ Bu Türk Krallığının da Hurri isimli bir kavimden gelmektedir. Bu
kavim MÖ 3 binli yıllarda Anadolu’da yaşamıştır. İlmi verilerin ışığında çok
daha gerilere gidildiğinde kavmin soyunun 6 binlere dayanmaktadır.2 bin de
Milattan sonraki dönem eklendiği zaman karşımıza 8 bin yıllık dev bir tarih çıkmaktadır.”
Memiş Hoca açıklamalarında işin
arkeolojik boyutlarına da değinerek,” o günlerden bu güne gelen 3 kültür var.
İlki; neolitik köy kültürü. Onu takip eden 5 binlerde kalkolitik kültür var.
Köylerin yerini şehirlere terk ettiği dönem 3. dönem. Bu dönem ise eski Tunç
Çağı. Bu üç kültür arasında hiçbir kopukluk yok. Bu kopukluğun oluşmaması ise
kavmin değişmediğine işaret etmektedir” diyor.
Türk adını ilk taşıyanlar Hunlar mı, Türkîler mi?
Bildiğimiz ya da bilmemizi
istenilen tarihteki bilgilerimizin yanlışlığının da altını çizen Prof. Dr Ekrem
Memiş. Hurilerin Anadolu’nun Doğu bölgelerinde yaşayan en eski sahiplerinden
biri olduğunu ve Anadolu’nun Türk’ün ikinci vatanı olmadığı, hatta anavatanı
olduğunu belirterek Göktürk Devleti’nin de ilk Türk adını taşıyan devlet olduğu
tezine de karşı çıkmakta.
Memiş Hoca Hurrilerin devamı olan
ve MÖ binlerde yaşayan Türkî Krallığının Türk adını taşıyan ilk devlet
olduğunun da altını önemle çiziyor.
Memiş Hoca bununla da yetinmeyerek
Evet hunlar Orta Asya’da bir Türk devleti kurmuşlardır ama bu devlet ilk Türk
devleti değildir. Biz buralara sonradan gelmedik. Hep vardık. Ders müfredatında
bunlar mutlaka işlenilmelidir.” Diye feryat ediyor.
Hadi son fasılda birkaç örnek daha
vereyim.
Tanrı ömrünü uzun eylesin de Türk’e
hizmetinden eksik eylemesin.
Muazzez İlmiye Çığ hanımefendinin bir sözünü aktarmak istiyorum. “Yahu biz Türkler Anadolu’nun bizim olduğunu anlatabilmek için daha kaç sefer fethetmek zorunda kalacağız “
Muazzez İlmiye Çığ hanımefendinin bir sözünü aktarmak istiyorum. “Yahu biz Türkler Anadolu’nun bizim olduğunu anlatabilmek için daha kaç sefer fethetmek zorunda kalacağız “
Dahası….. Amerika’da yapılan Sümer
araştırmalarında Sümerlerin müzik aletinin bilgi ve bulguları tespit
edilmiştir. Sümer kayıtları bu tınıları elde edebilmek için bir çalgının
olduğunu belirterek çalgının tarifini de yapmışlardır.
Ayrıntıları bir kalem geçelim.
Kısacası bu çalgının adı nedir, biliyor musunuz?
“Bağ”, Yani; şu bizim bildiğimiz,
meftunu olduğumuz Milli Sazımız “ Bağlama’nın atasıdır yahu.., Ne dersiniz,
bağlamaya da 1071’den sonra mı kavuştuk?
Özellikle adında ‘Milliyetçi’
ibaresi olan bir siyasi partinin başta genel başkanı olmak üzere bütün
mensupları şu 1071 meselesini bir kez gözden geçirmek zorundadırlar.
Tarihi ve ilmi gerçekler Türk ve
Kürt meselesinin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır.
Ayrıca çok önemli bir husus daha
vardır ki ‘ayrışma’nın asıl kodları bu nokta kilitlenmiştir.
“Biz sizinle 1071’den beri
kardeşiz” demek, aslında ‘siz ayrı bir milletsiniz ama biz sonradan, 1071’den
beri kardeş olduk” demektir. Birleştirelim derken ayrışmaya hizmet
etmek tam olarak bu cümlede şifrelenerek yönlendirme demektir.
Ezcümle bütün ‘Milliyetçiler’
Amerikan dayatmasında basılan 1945 sonrası ders kitaplarına ve
zihniyetli sözde ilim adamlarının kaleme aldığı safsatalara kapılarak değil.
Tarafsız, yansız sadece ilmi ve bilgisi olan ilim adamlarından faydalanabilirler.
İsimlerini bilmiyorlarsa listesini
verebilirim.
Prof. Dr. Ekrem Memiş Hoca’nın
adını zaten verdim.
Memiş Hoca’nın feryadına kulak tıkamasınlar yeter!
Memiş Hoca’nın feryadına kulak tıkamasınlar yeter!
15 Mart 2013 Cuma
5. Cumhuriyet'in ayak sesleri & Sözde barış adına vizyona konan menfur süreç...
BEŞİNCİ
CUMHURİYETİN AYAK SESLERİ
Mustafa Nevruz
SINACI
Bir
şafaktan, bir şafağa; “Karanlık gecelerin nurlu sabahına doğru..”
Yaklaşık
17 bin yıldır Anayurt Anadolu’yu mesken tutan aziz, kadim ve necip milletimizin
tarih boyunca, yan yana yahut da peş peşe kurduğu (bilinen ve belli olan) 101
devlet ve 16 İmparatorluk sürecinde;,
Defalarca, adına “son” denilen ve fakat her biri aslına rûcu,
mazarrattan arınma, dâhili bedhahlardan ayıklanma anlamına gelen ileri ufuklara
açılım; Yeni başlangıç, büyük oluşum ve nice, birbirinden sancılı kutlu
doğumlar yaşanmıştır. Ki bu, insanlığın adalet ve uygarlık tarihini inşa,
inkişaf ve inkılâp tarihinin destansı sürecidir.
Kadim
hatıratlarda bu vakıalara: “Karanlık gecelerin nurlu sabahı” denilir.
Hattâ
1700’den itibaren “küresel adalet, evrensel barış ve hukuk”un yaşam biçimi
olmaktan çıkartılması nedeniyle, sadece duraklama, gerileme ve yıkılış dönemi
toplamı 223 yıl süren son “Türk-İslâm İmparatorluğu” Osmanlı Devletine nazaran;
Henüz 90 yıllık genç TC bünyesinde; Mâkus talih, dâhili ve harici bedhah
iştirakli karanlık ve kâbus biçiminde cereyan eden; Yeniden yapılandırma,
değiştirme, dönüştürme kalkışmaları” mevcudu; Hiçbir tarihi, zorunlu ve tabii
neden olmaksızın “şark meselesi, güdüm ve menfur emeller gereği” alçakça yıkıp,
yeniden ve “sözde Cumhuriyet oluşturma” kalkışmaları defalarca yaşandı...
Kısaca
“Milli Devleti ilga, Türk Milleti’ne ihanet ve Cumhuriyeti dış güdümlü
sömürgecilikle ikame” kalkışmalarının “karşı devrim” niteliği arz eden ilki: 11
Kasım 1938 ve ikincisi: “ihanete tam teşebbüs” de diyebileceğimiz: 27 Mayıs
1960’dır. Buna mukabil; Milletin “mezalime reddiye, misak-ı milliye uyanış,
manevi diriliş ve doğal korunma içgüdüsü” nün doğal sonucu olarak vukua gelip
hayat bulan: “Dörtlü Takrir” Manifestosu ve 07 Ocak 1946’da şahlanan, kadim
Demokrat Parti halk hareketinin 14 Mayıs 1950 günlü “Beyaz İhtilâl”i ise;
Atatürk ilkeleri ve Türk İnkılâbının zaferidir.
Bu
zafer zulme karşı kazanılmıştır. Ata-Türk, Türk Milleti ve İslâm ümmetine
ihanet eden hain İsmet İnönü’dür. O ki; Atatürk’ün (katledilerek) vefatı
üzerinden bir gün bile geçmeden, Meclisi tanklarla çevirtip kendisini
Cumhurbaşkanı ilân ettirerek; Milli Şef
ve sözde “cumhuriyet halk partisi’nin” ebedi başkanı sıfatlarının kullanarak 11
Kasım 1938’de diktatörlük ihtirasını hayata geçirmiş bir halk düşmanıdır.
Gerici, solcu, goşist, emperyalist ve yobazlar bu kalkışmaya “karşı devrim”
adını yakıştırır!.
Buna
göre: Birinci Cumhuriyet, Milli Mücadele zaferi ile taçlanan 1923 - 1938
dönemi; İkinci Cumhuriyet, 11 Kasım 1938 kalkışması ile başlayan 1938 - 1950
dönemi; Üçüncü Cumhuriyet, 14 Mayıs, “Milli Demokrasi” Bayramı olup; 27 Mayıs 1960 isyanına kadar süren Asr-ı
Saadet dönemidir. Şu içinde bulunduğumuz idare Dördüncü Cumhuriyet olmaktadır. 27
Mayıs’la başlayan dördüncü Cumhuriyet; 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve sair
“ayarlama ve düzenlemelerle” devleti bu siyasi zaaf, hafıza kaybı, milli, ilmî
ve manevi değerler erozyonunun zirve yaptığı uçurumuna kadar sürüklemiştir…
Kısa
bir analiz yapacak olursak:, 11 Kasım ile 27 Mayıs’ın; Ata-Türk ilkeleri, Türk inkılâbı ve Milli Mücadele ruhuna
“karşı devrim” kindarlığı ile tam bir ihanet, hedef ve amaç birliği içinde
olduğunu; 14 Mayıs “Beyaz İhtilâl” halk hareketinin ise: Milli Mücadele, Milli Devlet,
Türk İnkılâbı ve Kurucu Cumhuriyet’in nezih temelleri üzerinde; Birleştirici,
barıştırıcı, tamamlayıcı ve bütünleyici bir siyasi denge unsuru (stabilizatör) sıfatıyla yükseldiğini
iftiharla görürüz...
Sürecin
ispatı ve gerçekliği: Büyük oyun’un bekraund’u olan 28 Şubat dava sürecine
start verilmesine karşın; Dönemin hırsızlık, yolsuzluk, gasp, irtikap ve
talanına ait milyarlarca dolar devlet alacağının peşine düşülmemesi; Çok
gerekli ve zorunlu olmasına rağmen, henüz 11 Kasım 1938’in gündeme bile taşınmaması,
27 Mayıs 1960 isyan davalarının başlatılmamış olmasıdır. İşte bu cihetle;
İçinde bulunduğumuz evre, adeta, ‘ihtiyar Osmanlı’nın, genç Türk Cumhuriyetinde
kastı mahsusla, düşmanca tekrarlanmak istenen, kin ve intikam hezeyanlarını hatırlatmaktadır
ki; Bu “nurlu sabahlara doğru” bir yöneliştir..
BİR TESPİT VE TEŞHİSLE..
Özgür
Gündem Grubunda bir mesaj yayınlayan değerli ilim, tarih ve düşünce adamı Osman
Akgün; “İmralı süreci, bir ABD İsrail şantaj ve tehdit sürecidir. Arkalarında
bol miktarda suç dosyaları, suç kanıtları ve kanunsuzluklar bırakarak
yükselenler, şimdi bu hatalarını Türk milletine ödetmeye; Sadece kendilerini
kurtarmak için koca bir milleti parçalamaya ve tarihten silecek adımlar atmaya
kalkıyorlar…
Şundan,
kesinlikle eminim ki, bunu yapmaya ömürleri yetmeyecek. “Yeşil kâğıda güvenerek
Orta Doğuda at oynatanlar da en kısa sürede, o yeşil dolarların ellerinde
patlaması ile perişan olup gidecekler” diyorum ve İran’ın nükleer bombasını
yapmasını, Çin'in doları dolaşımdan kaldırmasını sabırsızlıkla bekliyorum. Az
kaldı sabredin!..”
TÜRK MİLLETİNE ÇAĞRI
Beşinci
Cumhuriyet’in ayak sesleri; Bilumum insan hakları, eşitlik, adalet ve hukuka
aykırı açılımlar, yeni (sözde sivil) anayasa ve torbalar dolusu yasa
düzenlemeleri ile sistemin objektif ve reel geleneksel yapısını temelden
sarmaya matuf teşebbüslerle.; Üç’ü parlamento içinde temsilci sahibi olmak
üzere, toplam: 71 partiden oluşan muhalefetin gaflet, dalâlet ve Türk
Milleti’ne hıyaneti sayesinde ağır, ağır geliyor. Oysa vatan, toprak ve
bayrağın hakiki sahipleri; “Devletin Sakinleri” değil, “Türkiye Cumhuriyeti’nin
Gerçek Sahipleri” Aziz ve necip Türk Milleti’nin, bu vesileyle yüksek vicdanına
sesleniyor ve ilgilileri uyarıyorum!
1. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin
kurucusu ve sahibi olan Türk Milleti’nin adı, vatandaşlık tarifinden, Kanunlar
ve Anayasa’dan asla çıkartılamaz, çıkartılmamalıdır!..
2. Devletimizin eşit, onurlu,
şerefli, tamamı 1. sınıf üyeleri olan aziz vatandaşlarımız, ırk, din ve
mezheplere ayrıştırılamaz. TC’nin asli ve kurucu unsuru Müslümanlar; Tali unsur
ve azınlıkları: Müslüman olmayan vatandaşlardır. Ancak; Türk Medeni Kanunu ve
Anayasa karşısında bütün vatandaşlar eşittir. ATA-TÜRK döneminde vaki
müracaatla tüm azınlıklar bu hususu kabul ve Cemiyet-i Akvam da tescil etmiş
bulunmaktadır. Dolayısıyla, dünyanın en uygar ülkesi Türkiye Cumhuriyetinde
azınlık ve ayrıcalıktan söz edilemez…
3. Türk Milleti’nin Anadolu’da 17
bin yıldır kesintisiz olarak devam eden varlığı ve 7000 yıllık (doğrudan ve
dolaylı) egemenliği; Emperyalist güçler dayatıyor ve vahşi batı nam kalleş AB
istiyor diye, hile, desise, oyun ve düzenle yok edilemez. Türkiye Cumhuriyeti
üniter değil “Milli ve mütesanit” bir devlettir. Bunun böylece sürdürülmesi
gerekir.
4. Başta Avrupa (AB) ve Amerika olmak
üzere, bütün dünya devletlerinin “tek resmi dil” esasına dayalı dil birliğine
gider.; Rusya Federasyonunun Özerk Cumhuriyetlerinde “ana dil” resmi dil ve
eğitim dili bile olamaz; Esir (azınlık) olmalarına rağmen Çin Uygur bölgesi,
Batı Trakya ve Bulgaristan’da Türkçe eğitim yapılamaz, AB’de resmi dil dışında
ana dil bile konuşulamazken; Türkiye Cumhuriyeti'nde, Türkçeden başkaca bir
dil, "resmi dil ve eğitim dili" olarak, asla ve kesinlikle ikame
edilemez ve kullandırılamaz. Bu dünya gerçekleri, bilim, adalet ve evrensel
hukuka bütünüyle aykırı; Gericilik, yobazlık, bölücülük ve çağ dışılıktır.
Bütün Türk’ler, bu aşamada şu iki
gerçeği çok iyi bilmelidir:
1. Ayrılıkçı isyan hareketini
sürdüren (siyaseten BDP tarafından desteklenen) eşkıya başı Abdullah Öc alan'ın
(Artin Agopyan) 1996 da Grek TV ile yaptığı ibret verici söyleşisini şu
linkten: http://www.youtube.com/watch?v=M9knlpssYR0
izleyebilirsiniz. Türkiye'nin geleceğini, Türk Anayasasının nasıl olacağını
böyle biriyle pazarlık yapan politik acı’lar Türk Devletinin koruyucusu
olabilirler mi?.. Ermeni asıllı olduğu için Kürtçe bilmeyen, bu nedenle kötü
bir doğu şivesiyle Türkçe konuşmaya çalışan Öcalan; “Yunanistan'ın Ege ve
Akdeniz’de haklarını savunan taraf,
Türkiye’nin ise saldırgan olduğunu” belirterek, örgütünün Türklere
ve Türkiye’ye karşı yürüttüğü savaşın, “Yunan davasına da hizmet edecek büyük bir
fırsat” olarak değerlendirilmesi gerektiğini söylüyor ve “Yeni bir Türk-Yunan
savaşı olursa, bu sefer Türkler tarihlerinin en ağır, yenilgisini alacaklardır”
kehanetinde bulunuyor…
2. Türk Demek: “Türk’çe Düşünmek,
Türk’çe Konuşmak ve Türk’çe Yaşamaktır. Ne Mutlu Türk’üm Diyene..” Gazi Mustafa
Kemâl ATA-TÜRK
***
***
SÖZDE
BARIŞ (!) ADINA,
VİZYONA
KONAN MENFUR SÜREÇ
Mustafa Nevruz
SINACI
Şimdi
gelelim; Daha dün “değişim ve dönüşüm” denilen ve fakat bu gün: “değiştirme,
yeniden yapılandırma ve dönüştürme” kalkışmasının ayrıntılarına. Hafızalarınızı
iyi yoklayın ve hatırlamaya çalışın. Bu, ‘değişim-dönüşüm ve yeniden
yapılandırma’ söylemlerinin kökeni ta 1938 ve nihayet 1960’lara dayanır. Turgut
Özal tarafından piyasaya sürülen transformasyon bu “vatana ihanet örgüsünün”
baba lisanı, yani İngilizcesi ya da Amerikancasıdır...
Sanki
memlekette savaş varmış gibi; Sözde “barış” adına icat ve ihdas olunan menfur
bir süreçte Türkiye Cumhuriyeti devleti, eş başkan (çok utanç verici bir tanım)
Erdoğan'ın eşkıyanın silah bırakması ve yurdu terk etmesi başlığında Türk
düşmanı bebek katili Apo'nun himmetine çöktürülmüştür. Bu dayatma bir alçaklık,
anarşi ve terör ile müzakereye kalkışmak ise tam bir acizlik, millete karşı
küstahlık, insanlık düşmanlığı, hukuk katli ve rezilliktir…
Mahpus
bir eşkıya ile sözde Kürt (gerçekte Rum, Ermeni) kimliğine tanınacak statüyü
teminen Atatürk'ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve onun Türk inkılâbı ve
ilkeleri yönünde belirlenen “Vatan ve Milletinin ebed-müddet varlığı ile Türk
Devletinin bölünmez bütünlüğü” üzerinden hangi kesintilere gidileceği müzakere
ve münakaşa ediliyor. Hangi hak, cesaret, yetki ve cüretle? Yuh artık! Hal bu ki,
“Müslim ve Gayri Müslim esasına dayalı Milli Devlet” statüsünden en ufak bir
kesinti dahi Türkiye Cumhuriyeti’ni uluslararası hukuka bağdaştıran, hali hazır
yaşanan huzur ve barışın teminatı olan Lozan’ın ihlali ve ilgasına yol açar.
Üstüne
üstlük, bu kalkışma veya namı diğer açılımda Devleti eşkıyanın önüne düşüren
müzakerelerde, Kürt nüfusun var olduğu tüm coğrafyalarda uluslararası hukukun
çiğnenmesi sorumluluğu göze alınmakta. Sızdıranlar bulunarak doğruluğu sabit
olan “meşhut suç unsuru” İmralı zabıtlarında
Sırrı: “Rojava (Suriye Kürdistan’ı) için bir aktarımınız olacak mı?” diye sorar:
“Suriye'de Kürtler iki tarafla da görüşsünler, kim haklarını verirse onunla çalışsınlar.
Suriye demokratik kurtuluş cephesi olsun. Türk, Türkmen, Kürt, Arap hepsi,
Suudi Selefiler çok tehlikeli, Esat küçük burjuva diktatörü. Suriye Kürtleri
Barzani emrine girmez. Onun çizgisi farklı. Kürtler mutlaka bir öz savunma gücü
oluşturmalı..” denilmekte..
Şu
diyaloga, mücadele yerine yapılan “demokratik” müzakereye bakın!…
Kesinliği
ve doğruluğu net olarak kanıtlanan ve içeriği Türkiye Cumhuriyeti Devleti,
Halkı, Hükümeti ve Anayasasına karşı “tartışmasız suç teşkil eden” işbu
tutanaklar hakkında Cumhuriyet’in Savcıları henüz suskun. Adalet cihazı
ilgisiz, siyasi taraf tehditkâr ve baskıcı; Müzakereciler tam bir saklılık,
gizlilik ve mahremiyet peşindeler. Adeta millet ve devletten gizli menfur bir
pazarlık yapılmakta…
Karanlık
gecelerin kâbusu, bu ihanet şebekeleri ve işbirlikçileridir işte…
Şu
anda Türkiye’de, “Türkiye Cumhuriyeti’nin varlık nedeni olan” Anayasa ve hukuk
ihlali yönünde, söylem biçimi dahi ihanet içeren, anayasal ve yasal suç teşkil
eden teşebbüsler var. Bu bilinçsiz ve güdümlü kalkışmalar Türkiye'yi çok büyük
bir risk, ağır sıkıntı ve ufukta belirmiş nice tehlikeli badirelere
sokuyor?
Hatırlamaya çalışın:
Temmuz
2012'de Suriye Kürt bölgesinde kendisini Kürdistan ordusu olarak tanıtan YPG;
Haseke ve Kamışlı kentleri dışında tüm alanı ele geçirmişti. Kentlerde halk
meclisleri ve yargı sistemi oluşturulmuş, dış güvenlikte YPG, iç güvenlikte
polis ve yerel zabıta görev başı yapmış, meslek ve kadın örgütleri, eğitim ve
halk evleri çalışmaya başlamıştı. Resmi sınırın bu tarafı Ceylanpınar’ın tam karşısında
Serakaniye'de YPG güçleri ile Türkiye'den kumandalı Özgür Suriye ordusu
arasında rejime karşı işbirliğini geliştirmeye yönelik ateşkes anlaşması Suriye
Kürdistan’ında özerkliğin inşasına hız vermişti!..
Karşı
tarafta bunlar yapılırken, Türkiye Cumhuriyetinde de KCK’nın altyapısını
oluşturmaya yönelik delege ve komite seçimleri yapılıyor; Yetkili ve sorumlu
bir hükümete rağmen, sistematik olarak Türkçe coğrafi isimler Kürtçe’ye
dönüştürülüyordu.
Şimdi
Apo'nun mektubunu Kandil'e götüren, ıkçı, ayrılıkçı ve sahrada teröristlerle
kucaklaşacak kadar küstah, bölücü parti heyeti; Irak Kürt Yönetimini
ziyaretinde Barzani yönetimi ile temasta. Barzani yönetimi kim? Otuz yıldır
Türkiye ile deFAKTO savaş halinde olan aleni ve alçak, hain düşman!.. Dahası farklı
ideolojilerde siyasi oluşumlarıyla Kürtlerin demokratikleşme hareketi perspektifinde
kurumsal kimlikleri esasında birlik ve dirliklerini teminen ortak dil ile
siyasal nicelik ve niteliklerini kazanması anlamında; Terör ve tedhişin hamisi,
27 Mayıs’ın mimarı.; İnsanlık haysiyeti, şeref ve soy yoksunu, alçak Batı
tarafından yaratılan sözde Kürt sorununun çözülmesini destekliyor.
Üstelik
Erdoğan'a PYD'nin de barış sürecine dâhil edilmesi çağrısı yapılıyor!
Bu
sıra, Erdoğan'ın Türkiye'deki misafiri Irak'tan idam mahkûmu eski Cumhurbaşkanı
Sünni lider Tarık el Haşimi, Sünni milletvekillerinin Şii Maliki hükümetinden
çekilmelerini istiyor. O sıralarda rejim muhalifi Özgür Suriye Ordusu da
Suriye-Irak sınırının kuzeyinde El Anbar / Akaşat'ta pusuya düşürdüğü Suriyeli
ve Iraklı askerlere saldırıp ağır kayıplara neden oluyor. Yoksa bu bahaneyle
Suriye cephesinin Irak’a genişlemesi mi isteniyor? Çünkü ABD, başta Türkiye ve
Arap olmak üzere bütün Ortadoğu, ülkelerini kayıtsız-şartsız kendi sömürge alanı,
pazarına katmayı hedeflemiş ve projelendirmiş bulunmaktadır.
BOP,
BİP ve Arap Baharı denilen menfur plânların yegâne hedef v amacı budur.
Bunu
teminen Amerika askeri gücünü yedekte tutuyor. Ekonomik ve siyasi gücü ile
demokrasi, yetki devri, yeniden yapılandırmalar gibi benzeri yöntemlerle ulusal
sınırları anlamsızlaştırmayı, Ortadoğu'yu “Yeni Osmanlı” sanal tutkalıyla güya
herkese ortak vatan yapmayı hedefliyor. Oysa bu tam bir yalan, hile ve desise…
Eş
başkanlık yetkisi devrettiği sanılan (!) Erdoğan ise, Ortadoğu'da insanların
eşitlikle mi yoksa dikta ile mi bir arada olacakları gerilimini yönetiyor. Bu
noktada, emperyalistlerin en büyük korkusu Atatürk'ün "Mazinin kararsız,
çürümüş zihniyeti çöktü. Bütün dünya bilmeli ki, Türk milleti hakkını,
haysiyetini, şerefini tanıtmaya kadirdir. Türk, vatanının bir karış toprağı
için ayağa kalkar. Türk milletinin haysiyetinin bir zerresine, vatanın bir avuç
toprağına vuku bulacak tecavüzün bütün mevcudiyetine vurulmuş hain bir darbe
olacağını fark etmeyeceğini sanmak hatadır" ifadesi ibretle
hatırlanmalıdır.
Ama
bakınız, tam bir ihanet, şer ve şeamet skandalı var!..
Aleni
ihanet ve meşhut suç belgesi “İmralı tutanakları” etrafa saçıldığında Eş başkan
Erdoğan, "Bana güvenin. Tek Millet, Tek Bayrak, Tek Vatan" diyor, bir
yandan da ihanet şebekesi ile mücadeleyi rölantiye alıp müzakere ediyor. Ne
elemli bir çelişki değil mi?..
Diğer
tarafta: "Tek Millet, Tek Bayrak, Tek Vatan" konseptinde acuze,
zavallı İslam Konferansı Örgütü; Osmanlı Devletinin yıkılması ve halifeliğin
ilgası ile başsız, etkisiz, güçsüz ve karmakarışık kaldığı düşünülen İslam
ülkelerini dini esaslar, dini bir çekirdek etrafında toplanmış ümmet
anlayışında devletler konfederasyonu olarak temsil ettiğini sanıyor... Oysa bu
iddia bütünüyle yalan. En utan verici hakikat ise; Sözde İslâm devletleri adına
“Örgüt temsilcisi” olanların çoğu, bir Yahudi tarikatı olan masonluk illetinin
mensubu.
Mason Locasından
mülhem ABD-İngiltere ve AB kullarında mürekkep ve çoğu ilmi toplantılarında
bile “İngilizce” konuşulan bu deforme yapı, güya ümmetin dayanışması, siyasi - ekonomik-kültürel-bilimsel
işbirliği ve Müslüman halkın hukuk ve haklarını savunmayı amaçlıyor. İslam
Kalkınma Bankası ise güya İslam şeriatı yönünde ekonomik, mali ve bankacılık
faaliyetleriyle ümmetin münferit ya da birlikte ekonomik kalkınmalarına ve
sosyal gelişmelerine katkıda bulunuyor gibi görünüyor! Bunların hepsi yalan...
AB
uydurması, Amerikan senaryosu ve yeni sömürge girişimlerinin iğrenç maskesidir.
İşte bu yüzden, petrol ve maden dâhil olmak üzere, aslında bütün insanlığın
ortak malı, doğal hak ve servetlerinin sahibi İslâm, Afrika coğrafyası şimdi yeniden
talan ve tarumar edilmek, yağmalanmak
isteniyor. Karanlık kâbus budur. Bu karanlık ve kâbustan nurlu sabaha; Beşinci
Cumhuriyetle değil; Ancak ve sadece Milli Devlet, Milli Hükümet ve Milli Şuur
ile ulaşılır.
Aksi
takdirde “muktedir olmayı”, “diktatör olmak” biçiminle anlayanlarla değil..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)