15 Kasım 2014 Cumartesi

ANKARA KALESİ; PROF. DR. ANIL ÇEÇEN

TÜRKİYE CUMHURİYETİ
100 YILLIK PARANTEZ DEĞİLDİR
                                                                      Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
              Türkiye Cumhuriyetinin yüzüncü yıldönümü yaklaşırken, bazı ulus devlet karşıtı çevreler Atatürk’ün çağdaş cumhuriyet devletini yüz yıllık parantez olarak ilan etmeye başladılar. Dünyanın merkezi coğrafyasında kendi konumlarına göre özel çıkarları doğrultusunda plan ve programlar geliştirenler ile emperyalizmin çıkarları doğrultusunda belirli projelere angaje olarak, ortalık alanı bu gibi yaklaşımlar için hazırlamaya çalışanlar, Türk ulusunun bir ölüm kalım savaşı verdikten sonra ilan etmiş olduğu bağımsız halk cumhuriyetini, geçen yüzyılın başlarında ortaya çıkan dünya koşulları ve konjonktürünün dayatmış olduğu bir geçici bir siyasal yapılanma olarak görmekte ve bu doğrultuda uluslar arası konjonktür doğrultusunda açılmış bir parantez olarak ifade etmektedirler. Şeriat devleti peşinde koşan siyasal İslamcısından tutun da, küresel sermayenin militanlığına soyunmuş olan neoliberal gruplara kadar, geçici  bir parantez değerlendirmesi öne çıkarılmakta, cumhuriyetin yüzüncü yılına kadar gelemeden tasfiye edilmesi gerektiği vurgulanarak, bu doğrultuda artık bu paranteze bir son verilmesi gerektiği, açıkça dile getirilmektedir.
Yüz yıl önceki koşulların ortadan kalktığı öne sürülürken, o dönemin koşulları yüzünden açılmış olan parantezin, değişen koşullar dikkate alınarak kapatılmasının zorunlu olduğunu, bazı inançlı militan siyaset adamları her fırsatta söyleyerek, Türk devletinin geleceğini n olmadığını, artık bu tür bir devlet yapılanmasının merkezi alanda barınamayacağını bir  yıkıcı tez olarak siyaset sahnesine getirmektedirler .
            Türkiye Cumhuriyeti karşıtlarının, bu devletin geleceği ile ilgili olarak tasfiye kararı  almaya hakları olmadığı gibi , Türk ulusunun  dünyanın en büyük emperyalist güçlerine karşı büyük bir mücadele vererek  elde etmiş olduğu bağımsız bir devlet çatısı altında yaşama  güvencesini de  tümüyle ortadan kaldırmaya çalıştıkları görülmektedir . Herkesin hem etnik kökeni , hem de dinsel ya da kültürel kimliği birbirinden çok farklı olabilir . Herkes kendi kimliğine  veya çıkarlarına göre farklı devlet modelleri peşinde koşabilir . Siyasal hareketler ve örgütler bazen kendi devletlerini kurmak üzere yola çıkabilirler, ya da koşullar ayrı bir devlet kurmaya elverişli değilse, o zaman da var olan devlet yapısını kendi kimliklerine ya da çıkarlarına göre değiştirmeye  kalkışabilirler . Dünya tarihi  bu çekişmenin çeşitli örnekleri ile dolu olan bir devletler mezarlığı olarak görülebilir . 
            Her devlet  belirli bir aşamada dünya sahnesine çıkmış olabilir , daha sonraki dönemde koşullar değişti ise, o zaman da var olan devlet yapısını yeni ortaya çıkan koşullar doğrultusunda yeniden yapılanmaya zorlayan oluşum ya da  siyasal hareketler gündeme gelebilir . Bu gibi süreçlerde  halen var olan ya da   geçmişten gelen devletler ,kendilerini yeni koşullara uygun bir biçimde yenileyebilirse o zaman gelecek yüzyılda da yollarına devam edebilirler .Kendini yenileyemeyen ya da zaman içinde zayıf kalarak gücünü kaybeden devletler, hızla çöküşe  ya da dağılmaya doğru sürüklenmektedirler . Bu açıdan yeryüzü haritasında yer alan bütün devletler benzeri bir gelişme sürecinden geçmişlerdir . Tarihin ortaya koyduğu gerçekler açısından konu ele alınırsa , her devletin tarihin belirli bir aşamasında dünya sahnesine çıktığı , geçen zaman dilimi içinde kendini yenileyenlerin  başarılı devletler olarak yollarına devam  ettikleri , kendini yenileyemeyenlerin ise ,başarısız devletler olarak tarihin tozlu sayfalarındaki yerlerini istemeden almak zorunda kaldıkları görülmektedir .
            Türkiye’de cumhuriyet düşmanları Atatürk Cumhuriyetinin defterini  dürme doğrultusunda yüzüncü yıldönümüne gelmeden devletin tasfiyesini zorlarlarken ,bir de Türkiye’nin doğu bölgelerinde ayrı etnik ya da dinsel yapılanmalar üzerinden farklı devlet modellerini devreye sokmaya çalışan kesimler , Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde  ülkeyi kurtarmak isteyen son Osmanlı hükümetinin tehcir uygulamasını tersine çevirerek ,tehcirin yüzüncü yılında  tekrar Türk ve Müslüman kimliğinin dışında devlet yapılanmaları arayışı içine girenler , gene bir  parantezin kapatılmasından söz etmektedirler . Osmanlı İmparatorluğu sonrasında , Misakı Milli sınırları içerisinde güçlü bir ulusal  devletin ,ya da çağdaş  cumhuriyetin  yapılanmasını bir türlü  kabül edemeyenler , Türkiye Cumhuriyeti karşıtlığını  parantezcilik oynayarak sürdürmek istemektedirler .Bu doğrultuda  birinci dünya savaşı ile doğu Anadolu tehcirinin yüzüncü yıllına gelindiği aşamada  Türk devleti için parantez eleştirileri ve suçlamalarının sayısı artmakta ,her türlü yayın organında Türkiye Cumhuriyeti , merkezi alanda zorunluluklar nedeniyle ortaya çıkmış olan siyasal  bir parantez olarak açıklanmaya çalışılmaktadır .
Türk devleti açısından küçültücü ve aşağılayıcı bu tutum ve davranışların cumhuriyet düşmanlarının sözlerinde her geçen gün daha fazla yer alması karşısında ,Türk kamuoyunda bir parantez tartışması son aylarda giderek artmıştır . Başta Türkiye Cumhuriyeti başbakanı olmak üzere  siyaset sahnesinin diğer aktörleri de , Türk devletinin bugün gelmiş olduğu aşamayı bir parantezci yaklaşım çerçevesinde ele alarak anlatmaya çalışmaktadırlar . Uluslarası  ilişkiler alanında kariyer yapmış olan Türkiye’nin yeni başbakanı  , biraz kamu hukuku okusaydı ya da devlet olgusu üzerine birkaç kitap karıştırsaydı , Türkiye’nin geleceği ile ilgili olarak kasten çıkarılmış olan parantez tartışmalarına girmeyerek , ülkeye ve devlete zarar verebilecek bu tür tartışmalardan uzak  durmayı tercih edebilirdi .
Kasıtlı olarak parantez kavramını  Türkiye’nin geleceği doğrultusunda kullanan  kararlı kişiler ,yakın gelecekte Türkiye Cumhuriyeti gibi güçlü  ve çağdaş bir ulus devleti  orta alandan kaldırmak istedikleri için, parantez kavramını bilinçli olarak öne çıkarmakta ve bu kavramdan hareket ederek Türk devletinin kalıcı esas devlet olmadığını ve bu nedenle de ancak bir parantez durumu ile açıklanabilecek geçici bir statüye sahip olduğunu ,Türk kamuoyuna genel anlamda  benimsetmeye çalışan Türkiye karşıtları , Türklerin bağımsız devletini bir parantez kıskacı içine alırlarken ,  bu devletin aslında kalıcı olmadığını ve  tüm parantezler gibi geçicilik gösterdiğini ,Türk kamuoyuna  anlatmaya çalışmaktadırlar . Parantez kavramının her zaman için genel doğrunun dışına çıkan durumları ifade etmesinden yararlanmak isteyen cumhuriyet düşmanlarının , Türk devletini de genel doğru çizgisinin dışında kalan bir siyasal oluşum olarak tarih sahnesine çıktığını , normal duruma dönülme noktasına gelindiğinde bugün sınırları içinde Türk devletinin egemenlik düzeninin geçerli olduğu  Misakı Milli yapılanmasının, söz konusu  olamayacağını açıkça dile getirmekten  çekinmemektedirler .
Normal bir yazı düzeninde  nasıl normalin ötesindeki kelimeler ya da açıklamalar yazının içinde belirtilirken parantez içine alınıyorsa ,Türkiye Cumhuriyetinin varlığı da istisnai durum gibi düşünülerek ,geçicilik parantezi içinde  açıklanmaya çalışılmaktadır . Parantezci yaklaşım içinde Türk devletini ele alanlar , parantez olarak kabül ettikleri Türkiye Cumhuriyeti’nin geçici bir devlet olduğunu , bu nedenle hiçbir zaman kalıcılık iddiasında bulunamayacağını , tüm diğer parantez içinde belirtilen geçici durumlar gibi ,Türk devletinin  de tarih sahnesinde geçicilikten öteye gidemeyeceğini , her aşamada dile getirmekten kaçınmamaktadırlar . Siyaset biliminin ortaya koyduğu bilgiler doğrultusunda ,ancak başarısız olan ya da zayıf kalan devletler için geçicilik ya da  istisnai durum konumu öne sürülebilmektedir . Ne var ki , bütün devletler ,geleceğe dönük bir biçimde sonsuzluk iddiasına dayalı olarak kurulduğu için, her devletin içinde bulunduğu gerçek durum ve koşullar  genel olarak devletlerin geleceğini belirlemektedir . 
            Siyaset  bilimi açısından konu ele alındığı zaman , Oswald Spengler isimli bir bilim adamının medeniyetler teorisi olarak ortaya konulan kuramı doğrultusunda  değerlendirme yapmak gerekmektedir . Spangler’in teorisine göre , devletlerin hayatı da tıpkı diğer canlılara benzemekte  ve bu doğrultuda tıpkı diğer canlı varlıklar gibi doğmakta , büyümekte ve belirli bir süre yaşadıktan sonra ölmektedirler . Sosyoloji  ve siyaset bilimi teorisi açısından ,devletlerin de yaşayan diğer canlılar gibi böylesine bir var olma sürecinden geçtiği görülmektedir . Her devletin  önce  bir var olduğu ,bir en güçlü ve tepe noktada varlığını güçlendirdiği ama belirli bir zaman dilimi içinde de zayıflayarak güç kaybetme noktasına geldiği görülmekte ve bu aşamadan sonra da çöküş ve dağılma  oluşumları  ile devletler tarih sahnesinden çekilmektedirler . Yıkılan devletlerin ahalisi hemen yok olmamakta ,vatan topraklarını oluşturan ülke de bir toprak parçası olarak varlığını devam ettirdiği için ,aynı ülke üzerinde eski ahalinin yeniden örgütlenmesi ile eskisinden çok farklı doğrultuda yeni devlet yapılanmaları ortaya çıkabilmektedir .
Parantez kavramını kullanarak Türk devletini ele alanlar , bu tezleri dikkate alarak hemen bir devletin sonunu hızlandırılmış bir siyasal gelişmeler doğrultusunda hazırlayarak   ve sona erdiren örneklerden yararlanarak  bir devletin geleceği ile oynayabilmektedirler Devlet karşıtlarının iyi bildikleri bu durumları var olan devletlerin kurumları da aynı derecede iyi bildiği için ,parantez teorilerinden ya da yaklaşımlarından hemen sonuç çıkmamaktadır .  Devlet güçleri , değişen siyasal  ve sosyal koşulları iyi izleyerek önlemler almaya başladığı zaman , geçicilik suçlamasıyla öne çıkan parantezciler geri adım atma durumunda kalabilmektedirler . Aksi durumlarda ise , devlet yapılarının devlet düşmanları tarafından çökertilerek dağıtılma aşamasına sürüklenildiği ortaya çıkmıştır . Devletlerin büyüklüğü ya da güçlülüğü gibi kriterler ,siyasal yapılanmaların  devam edip etmemesi  ,ya da sona erip ermemesi gibi durumlarda etkin bir role sahip bulunmaktadır .
            Bir devlet yapılanmasının kalıcı olması ya da geçici olarak kalması gibi durumlar daha çok dünya konjonktüründeki gelişmelere göre belli olmaktadır . Bu noktada , bütün devletlerin dünya haritası üzerindeki yerinin jeopolitik açılardan gösterdiği  konum ile birlikte, büyük devletler arasındaki  hegemonya çekişmesi sürecinde  güç merkezleri arasındaki çekişmeler ya da  öne geçme gibi durumlar da  belirleyici olabilmektedir . Bu çekişme süreci içinde , devletler birbirleriyle rekabete kalkışırlarken,  hem kendilerini korumaya  öncelik vermekte hem de  diğer devletlerden öne geçerek  kendi çıkarları doğrultusunda  dünya haritasının belirli bölgelerinde  emperyal  hedefler  için  etkili olabilmektedir . Bu gibi durumlarda , bazen büyük devletlerin dağılmasıyla küçük devletler gündeme gelebilmekte, ya da bazen da bu durumun tamamen aksi bir yönde  bir devletin komşularını ele geçirerek bulunduğu bölgede daha güçlü ya da büyük bir yeni devlet  modeli yapılanması ortaya koyduğu görülebilmektedir .
Devletlerin parçalanmaları ya da komşuları aleyhine genişleyerek büyümeleri de , bölgesel ya da küresel güç merkezlerinin   yeni jeopolitik konumlarına göre belirlenebilmekte , bu gibi durumların kalıcı olabilmesi ya da kısa bir zaman dilimi sonrasında geçicilik göstermesi de gene  , siyasal güç  merkezleri arasındaki çekişmelere bağlı olduğu gibi , bunların dışında ortaya çıkan başka faktörlerin yansıması olarak da  farklı sonuçlar ortaya çıkarabilmektedir . Bu çerçevede , bir devletin geçici bir parantez olarak belirtilebilmesi ,ya da geleceğe dönük olarak  sonsuza kadar yaşayabileceğinin ifade edilebilmesi  genel anlamda dünya düzeyindeki evrensel gelişmeler ile açıklanabilmektedir . Konjonktürel gelişmelerin ya da güç merkezleri arasındaki değişikliklerin küresel düzeyde çevreye yayılması ile, bir çok devletin kaderleri  belirlenebilmekte  ve bu doğrultuda  dünya haritası yeniden biçimlenmektedir . Devletler arası ilişkilerde hiçbir zaman tam anlamıyla eşitlik ya da istikrar sağlanamamakta ,bu yüzden de küçük ve orta boy devletlerin geleceği  devler arasındaki çekişmelerin gösterdiği  yeni durumların  etkinliği ile değerlendirilebilmektedir . İki yüzün üzerinde bir devlet sayısı ile dünya haritası değişkenliğe her zaman için gebe  bir durumdadır .
            Türkiye Cumhuriyeti , dünyanın merkezi coğrafyasında yer alan  orta boy bir devlet olarak her zaman için evrensel alandaki güç merkezleri arasındaki çekişmelerin ya da  emperyal  projelerin hedefine aldığı bir ülkedir . Dünyanın merkezinde yer alan bir büyük devlet olan Osmanlı İmparatorluğunun  yıkılması  üzerine ortaya çıkan otorite boşluğu alanında , Türk ulusunun bir var olma savaşı vermesiyle kurulmuş olan Türk devletinin ,varlığını koruyabilmesi ya da geleceğe dönük olarak yaşam süresini sonsuza kadar sürdürebilmesi için de, böylesine bir mücadele verilmesi gerektiği görülmektedir ,çünkü parantezci yaklaşımlar  ile Türk devletine ömür biçilmekte ve kısa bir zaman dilimi içerisinde bu ulusal siyasal yapının ortadan kalkacağı ya da kalkması gerektiği   açıkça ifade edilebilmektedir . İmparatorluklar devri devam ederken varlığını koruyabilen Osmanlı İmparatorluğu , ulus devletler çağına geçilmesi aşamasından sonra giderek zorlanmış ve bir Osmanlı ulusu yaratamadığı için, hem küçük küçük devletlere bölünerek Balkanizasyon sürecine alet olmuş hem de bu dönemin hemen ertesinde gündeme gelen Birinci Dünya Savaşında yenilerek teslim olmuş ve böylece devlet olma durumu da sona ermiştir . 
            Osmanlı İmparatorluğu varlığını sürdürürken , hiç kimse bu büyük devlet için parantez ifadesini kullanarak Osmanlı hegemonyasının geçiciliği iddiasında bulunmamıştır . Ne var ki , Birinci Dünya Savaşının sonucunda ortaya çıkan yeni  güç dengeleri içinde  Atlantik güçleri olan İngiltere ve Fransa’nın Orta Doğu bölgesine gelerek ortak bir hegemonya düzeni kurmaları üzerine ,Osmanlı İmparatorluğu tarih sahnesinden geri çekilirken , geride bıraktığı merkezi topraklar üzerinde bir ulus devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti doğal bir sonuç olarak ,ulusal kurtuluş savaşı  zaferi sonrasında dünya haritası üzerindeki yerini almıştır .Osmanlı devleti hiçbir zaman  geçici bir parantez konumunda olmamış ama , cihan savaşı sonrasında değişen dünya koşulları çerçevesinde teslim olarak bitme aşamasına  zorla getirilmiştir .
            Osmanlı sonrası dönemde ,bu büyük merkezi devletin üzerinde egemen olduğu on milyon kilometre karelik geniş alan üzerinde, bütün büyük güçlerin yeni projeleri olmuş ve bu doğrultuda çekişmeler ikinci bir dünya savaşına kadar sürüp gelmiştir . İlk proje , üzerinde güneşin batmadığı büyük dünya imparatorluğunun patronu konumunda olan İngiltere’nin olmuştur . İngilizler  , geri çekilen Osmanlı devletinin hinterlandı üzerinde gene İstanbul merkezli bir büyük merkezi bölgesel yapılanma olarak Yakın Doğu Konfederasyonu adı altında  dörtlü bir federasyon modelini ,kendisinin merkezinde yer aldığı yeni bir siyasal yapılanma doğrultusunda düşünmüş ama gücü yetmediği için ve de Fransa ile tam olarak anlaşarak ikili bir merkezi modeli gerçekleştiremediğinden ,böylesine bir emperyal  bağımlılık  projesi hazırlayıcılarının  planları doğrultusunda gerçekleştirilememiştir .
Britanya İmparatorluğu merkezi alana tam olarak egemen olamazken , ortağı konumundaki ikinci emperyalist imparatorluk sahibi Fransa da istediği gibi kendisine bağlı bir büyük bölgesel yapılanmayı gerçekleştirememiştir . Birinci Dünya Savaşı sırasında büyük bir çöküş ile yıkılan Rus Çarlığı yerine bir sosyalist devrim sayesinde dünya sahnesine çıkmış olan  Sovyetler Birliği projesi de, dünyanın kuzey yarıküresinde bölgesel bir devlet yapılanması ile ortaya çıkarken  ,bu yeni güç merkezi yapılanmasının sıcak denizlere doğru yayılabilmesi doğrultusunda,  merkezi alanın tam ortasında yer alan Anadolu yarımadasını  da coğrafi bölgeleri esas alarak ,yedi ayrı devletçik olarak kendi oluşturduğu ideolojik birliğin çatısı altına alabilmeyi hedefliyordu . Bir anlamda Sovyetler Birliğinin de Anadolu topraklarına emperyal amaçlı bakması , Anadolu yarımadası üzerinde geride kalan Osmanlı ahalisi olarak Türkleri  tam anlamıyla ortada bırakmıştı . Kalıcı olması gereken bir büyük imparatorluğun  bir cihan savaşı sonrasında ortadan kaybolması üzerine, en az onun kadar güçlü olabilecek ve asırlar boyunca güçlü bir biçimde merkezi alanda  devlet olarak varlığını sürdürebilecek  bir yeni devlet olarak  Türkiye Cumhuriyeti ,Türklerin batılı emperyal güçlere karşı verdiği bir ulusal kurtuluş savaşı sayesinde  tarih sahnesine çıkıyordu .
            Yirminci yüzyıla girerken Avrupa emperyalizminin iki büyük devi olarak İngiltere ve Fransa dünyanın merkezi coğrafyasına el koyarak ,dünyanın merkezi imparatorluğunu dağıttıkları için  tam anlamıyla bir küresel hegemonya düzeni kurmayı hedefliyorlardı . Ne var ki , bu aşamada  artık Avrupa emperyalizminin rakibi olarak Amerikan emperyalizmi dünya sahnesine çıkarken , Japon savaşı ile çökertilen Rusya’da  ikinci bir çöküş Birinci dünya savaşı ile gündeme getirilerek , bu durumdan yararlanan yeni bir siyasal yapılanma sosyalist devrim görünümünde  uygulama alanına getiriliyordu . Orta Doğu’ya girmiş olan İngiliz ve Fransız emperyal güçleri tam Kafkaslar üzerinden Hazar  bölgesine doğru yöneldikleri aşamada ,Amerikan sanayicilerinin ve küresel sermayenin denetimi altındaki  New York borsasından sağlanan yüz milyonlarca dolarlık maddi destek ile , Troçki Moskova’da  Kızıl Orduyu kurarak  Sovyetler Birliğinin önünü açıyordu . Kızıl Ordu daha bütün Rusya’nın kontrolunu ele geçirmeden, Almanya destekli Osmanlı ordusunu Azerbaycan’dan çıkartmak üzere Kafkasya seferine çıktığı aşamada, İngiliz ve Fransız ordularının  Anadolu üzerinden kuzeye doğru yönelerek  Hazar bölgesine girmelerinin önü kesilmiş bulunuyordu.
Böylece , Birinci dünya savaşı sırasında cephelerde savaşmayan Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa devletleri birbirini yok ederken ,dünyanın gelecekte merkezi konumuna gelecek Hazar bölgesini  ideolojik bir yeni yapılanma ile yönlendirerek , Avrupalı emperyalistlerin bu bölgeyi ele geçirmelerini önlüyordu . Böylesine bir emperyal amaçlı operasyon ,geleceğe dönük Amerika ve Avrupa emperyalizmlerinin  çekişmeleri yüzünden gündeme geliyordu .  Karl Marks’ın öngörüsü ile çok gelişmiş kapitalist ülkelerde gerçekleşmesi gereken komünist ihtilal , Avrupa ve Amerika çekişmesi yüzünden dünyanın  kuzey yarıküresinde ve kırsal alanda yayılmış bir  bir köylü toplumunda dışarıdan ithal edilen  Bolşevik kadro sayesinde  gerçekleştiriliyordu . I871 Paris komününden ders alan kapitalistler , kendi gelişmiş ülkelerinde böylesine bir komünist ayaklanmayı önlemek üzere , hiç işçi sınıfının olmadığı bir kırsal alan ülkesinde  dışarıdan destekli ve manüplasyonlu bir  hareket ile  Komünist ihtilal yaratarak  , İngiliz-Fransız ortaklığının bütün dünyayı ele geçirmesini önlüyorlardı .
             İki dünya savaşı sonrasında Amerika Birleşik Devletleri dünyanın hegemon süper gücü haline gelirken , Rusya’da kurulu bulunan Sovyetler Birliği sanki bunun dengeleyicisiymiş gibi gösterilerek , yer yüzü kıtalarını beş yüz yıl yönetmiş olan Avrupa’nın önde gelen emperyal güçleri  iki büyük kutbun arasına çekilerek hapsediliyorlardı . İşte böylesine bir süreç içerisinde ,kuzey yarıküresinde yer alan sosyalist blokun temsilcisi olarak Sovyetler Birliği’nin  güney yarıküresine inmesini ve sıcak denizlere çıkmasını önleyecek bir merkezi tampon devlete gereksinme duyulduğu aşamada , Anadolu halkı  ayağa kalkarak  bir ulusal kurtuluş savaşına yöneliyor ve bu doğrultuda bir mücadeleyi zafere ulaştırarak , çağdaş bir cumhuriyet devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti ni kuruyordu .
Sovyet ihtilali sonrasında  bir de Anadolu ihtilali Atatürk’ün önderliğinde  Türk ulusu tarafından gerçekleştiriliyordu . Yeni kurulan Türk ulus devleti sahip olduğu jeopolitik konumuyla , batı emperyalizmi ile  Doğu kutbu olan Sovyetler Birliği arasında yeni oluşan bir tampon ülke olarak devreye giriyordu . Rus jeopolitiği Antalya’yı kendi kızıl elması olarak ilan ettiği için , Türkiye gibi orta boy  bir devletin merkezi alanda bağımsız bir devlet olarak meydana çıkması ,  savaş yıllarında bozulmuş olan dünya dengelerinin yeniden kurulması doğrultusunda  katkı sağlıyordu .
Bu nedenle , bazı batılı ülkeler  Türklere bu coğrafya  da bağımsız bir devlet vermek istememelerine rağmen , karşı kutup olan Sovyetler Birliği’nin  güneye doğru yayılmasını önlemek üzere, Türkiye Cumhuriyetini bir tampon devlet olarak benimsemek zorunda kalmışlardır . Lenin ve arkadaşları batılı emperyalistleri Anadolu toprakları üzerinde görmek istemezken , Avrupa ve Amerika ülkeleri de Sovyetler Birliği’ni Akdeniz’de görmek istememiş ve bu  durumdan yararlanan Türk ulusu da , Osmanlı imparatorluğunun merkezi bölgesinde  bağımsız bir cumhuriyet devleti kurma şansını elde etmiştir .
            Anadolu toprakları üzerinde  Sevr haritasını çizerek Balkanizasyonu  Orta Doğu’ya taşımak isteyen İngiltere ile birlikte bütün batılı devletler  doğu blokuna karşı ortaya çıkan Türk devletini öncelikle bir tampon devlet olarak kabül ederek ,Türklerin  Anadolu topraklarından Orta Asya’ya doğru  sürülmesi operasyonunu bir süre için ertelemek  zorunda kalmışlardır . İşte böylesine bir tampon devlet oluşumu ile gerçek  emperyal planların ertelenmesi  projesine ,dünya dengeleri açısından bir yüz yıllık süre tanımışlardır . Batılıların son yıllarda Türkiye için bu yüz yıllık süre olgusunu bir parantez olarak ortaya atmaları , yüzüncü yıla gelinmeden Türkiye Cumhuriyetini haritadan silmeye çalışmaları nedeniyledir . Onlara göre , Sevr planının tamamen red edilmesi anlamına gelen Türkiye Cumhuriyeti projesi , kuzey bölgesinde oluşturulan  sosyalist blokun  yayılmasının önlenmesi için, benimsenmiş olan bir geçici uygulamadır ve Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra bu yapılanmanın da ortadan kaldırılması gerekmektedir . Sosyalist blokun yaşadığı sürece , Türkiye Cumhuriyeti bir tampon devlet olarak merkezi alanı Ruslara kaptırmamış ve daha sonraki aşamada da Nato yapılanması Türkiye’ye taşınarak , Türk devletinin batı  ittifakının sınır karakolu konumuna gelmesine yol açılmıştır . Bu yüzden Türkler kendi ülkelerinde büyük baskılar altında yaşamak zorunda kalmışlar , daha sonraki aşamada da  Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte  Avrasya kıtasının bütün bölgelerinde ortaya çıkan sıcak çatışmalar , Türkiye Cumhuriyetini bir ateş çemberinin içine çekmiştir. Batılılar kuruluşuna yardımcı oldukları Sovyetler Birliğinin ömrünü  varolan dünya dengeleri  nedeniyle , yüz yıllık bir zaman periyodu içinde düşündükleri için , doğu ve batı blokları arasında yer alan Kemalist Türkiye’nin ömrünü de buna dayanarak belirlemeye çalışmışlar ve bu yüzden Türkiye için bir çok yerde yüz yıllık parantez   tanımlaması kasıtlı bir biçimde  dile getirilmiştir . Cumhuriyet yüzüncü yılına doğru yol alırken  ve bir asırı geride bırakırken , batılı emperyal çevreler artık yüz yıllık parantezin kapatılması gerektiğini açıkça dile getirerek, Türkiye Cumhuriyetinin tasfiyesine giden yolları açıktan desteklemektedirler.
Osmanlı devletinin tarihe mal olmasından sonra merkezi alanda gerçekleştirmeyi düşündükleri asıl projelerini bir türlü uygulayamadıkları için, bunların önünde koskoca bir engel olarak duran Türk devletini ortadan kaldırabilmenin arayışı içine girerek,  istemeden tanımak zorunda kaldıkları yüz yıllık paranteze bir son vermeyi hedeflemektedirler . İki öge arasında yer alan bir durumun ifade edilmesi olarak tanımlanan parantez kavramı, Türkiye ile ilgili olarak kullanıldığı zaman , yirminci yüzyılın başlarında  dünya haritasının ortalarında  yerini alan ,bir  siyasal yapılanmanın yirmi birinci yüzyılın başlarında ortadan kaldırılmak istenmesinin bağlantısını açıklamak üzere yeniden siyasal gündeme getirilmektedir . Yüz yıl öncesinin dünya dengelerinin  gündeme getirdiği Türkiye Cumhuriyeti gibi bir devlet modeline , soğuk savaş sonrasında hiç ihtiyaç bulunmadığını ve hele küresel ya da emperyalistlerin güdümündeki bölgesel projelerde kesinlikle böyle bir devlet modeline yer verilmemesini isteyen işbirlikçi ve mandacı çevreler , yüz yıllık parantezin kapatılmasını yüzleri kızarmadan talep edebilmektedirler .
            Bu yıl içinde yayınlanan bir kitapta ,Ermeni meselesinin kamuoyundaki tartışmacılarından birisiyle yapılan  söyleşiler gene “yüz yıllık parantez” başlığı altında  sunulmaktadır .Türkiye’nin doğu Anadolu bölgesinde bir Hrıstıyan devlet kurmak ve  Gregoryen Klisesinin hegemonyasını  binlerce yıllık Türk toprakları üzerine taşımak isteyen  gayrimüslim lobiler ,açıktan yüz yıllık parantez tartışmalarına kalkışarak , Atatürk’ün çağdaş ulus devletini tarihin tozlu sayfalarına geri göndermeye çalışmaktadırlar .Türk ulusunun ve devletinin kendisini yok edecek böylesine bir girişimin farkında olduğu ama uluslar arası hukuk ve demokratik rejimin gerekleri doğrultusunda hoşgörülü davranarak  barış içinde bir çözüm arayışı içine girdiği son dönemlerdeki gelişmeler ile iyice açıklık kazanmıştır .
            Yüz yıllık parantez olgusunu başlığına taşıyan kitap incelendiği zaman ,açılan parantez yüzünden  özgürlüklerin eksik kaldığı ve özgürlükçü dönüşümün yarım bırakıldığı ileri sürülmektedir . Türk milliyetçiliğinin diğer etnik kesimlerin özgürlüklerinin önünü kestiği  ve bu yüzden  özgürlükçü bir yapılanmaya gidilemediği ortaya konulmaya çalışılmaktadır . Türk ulusu ,yirminci yüzyılda yeni bir dünya düzeni kurulurken  ,yeryüzü haritasında yerini almaya çalışmış ama  toplumun diğer kesimlerinin  bu doğrultuda kendi yapılanmalarına gitmelerine izin verilmemiştir . Bir anlamda dolaylı bir Sevr haritası savunması olan kitapta , batı emperyalizminin Anadoluya Balkanizasyonu taşıması gerektiği  ve bu  doğrultuda tıpkı Balkanlarda olduğu gibi küçük küçük devletçiklerin Anadolu coğrafyasında Sevr haritası doğrultusunda oluşturulması gerektiği ,dolaylı yollardan ifade edilmeye çalışılmaktadır . Balkanlardaki küçük devletçikler benzeri yapılanmalar ile , Anadolu’da yaşayan çeşitli topluluklara kendi devletlerini kurma şansının tanınmasını savunan  gayrimüslim entelektüel  , Türk devletinin ulusal ve üniter yapılanmasına dolaylı yollardan karşı çıkmaktadır .
            Yüz yıllık parantezi konu alan kitabın son bölümünde başlık olarak parantezin kapanması ele alınmış ve  2015 yılına doğru gidilirken  , Anadolu’nun doğu bölgesinde yeniden bir Hrıstıyan yapılanmanın gündeme getirilmesi gerektiği açıkça vurgulanmaktadır . Birinci dünya savaşı sırasında Doğu Anadolu’da meydana gelen kendi devletini kurma mücadelesini Türkler ve Müslümanlar kazandığı için  , Misakı Milli sınırları içerisinde ulusal ve üniter bir devleti Türkler kurabilmiştir . Devlet kurma mücadelesini kazanan Türkler , bugün soykırım yapmakla suçlanmakta ve bu doğrultuda yabancı mahkemelerde yargılanarak mahkum edilmeye çalışılmaktadır . Toprak talebi ile birlikte ayrı bir devletin Türkiye’nin doğusunda tanınması ve bu doğrultuda  Türklerin  ülkenin doğu bölgelerinden geri çekilmesi açıkça talep edilebilmektedir .
Rusların sıcak denizlere inme hattı ile Fransızların Suriye’den Hazar bölgesine   çıkma hattı olan bölgede Büyük Ermenistan kurmak hayalleri peşinde koşanlar , Türkiye Cumhuriyetini yüz yıllık parantezin içine kapatarak , böylesine bir devletten kurtulabilmenin hesaplarını yapmaktadırlar . Batı ülkelerinin bir çoğunda alınan parlamento kararları ile Türkiye geçmişteki olaylar nedeniyle suçlanmakta  ,karşılıklı çekişme ve sürgünler sırasında  Osmanlı devletinin var olduğu unutularak , Osmanlı yönetiminin kusurları ve suçları Türk devletinin sırtına yüklenmeye çalışılarak, ciddi bir haksızlık yapılmaktadır . Osmanlı devletinden sorulması gereken hesabın Türkiye’den sorulması , tıpkı İsrail’in Romalılar döneminde sürgün edilmelerinin suçunu  zavallı Filistinliler’den sorması gibi  ortaya hukuka son derece aykırı bir durum yaratmaktadır . Osmanlı döneminden Türk devleti sorumlu tutulamayacağı gibi ,Roma imparatorluğu döneminde gerçekleşen sürgünün suçu da Filistin halkının üzerine yüklenemez . Uluslar arası hukuk böylesine çelişkili durumları ortadan kaldırabilmek üzere  günümüzde  yeni açılımlar yapmak zorundadır .
Türkiye Cumhuriyeti , ne tez , ne anti tez,ne de parantez değildir . İmparatorlukların tarih sahnesinden çekildiği bir aşamada ortaya çıkan çağdaş bir ulus devlet projesi olarak Türkiye Cumhuriyeti, günümüzde uluslar arası bütün kuruluşların hem kurucusu hem de üyesi  konumuyla  çağdaş uluslar ve devletler ailesinin onurlu bir üyesi olmaya çalışmaktadır . Bir çok engel ya da manüplasyon ile karşı karşıya kalan Türkiye Cumhuriyeti, kurucusu  büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün  söylediği gibi,  ilelebet payidar kalabilmenin çabası içerisinde olduğu için, böylesine güçlü bir devleti yüzyıllık parantezlere sıkıştırmak mümkün değildir. Üç kıtaya yayılmış bulunan Türk dünyası ile çeşitli ülkelerde yaşamını sürdürmekte olan üç yüz milyonun üzerindeki Türk asıllı toplulukların Türkiye Cumhuriyetini parantez olmanın ötesine taşıyarak, her türlü parantez kıskacının aşılmasında, Türk devletinin en büyük yardımcısı olarak dünya sahnesinde yerlerini almaktadırlar. Türkiye Cumhuriyeti tez, antitez ya da parantez olmanın ötesine giderek, çağdaş bir sentez olarak, yeni dönemde bütün dünyaya örnek gösterilen bir devlet konumuyla öne çıkmaktadır. 

1 Ekim 2014 Çarşamba

İnsan Hakları, Evrensel Hukuk, Küresel Barış ve Adalet Ahlâkı Işığında; Din Tüccarlığı, Bid'at Tellâllığı ve KURBAN!...

İnsan Hakları, Evrensel Hukuk ve Küresel Barış Işığında;
Din tüccarlığı, Bid’at tellâllığı ve Kurban
Mustafa Nevruz SINACI
            Arı-duru, saf, salim (diri) ve saydam (herkesin, her kesimin anladığı/bildiği, iç dünyası ve gönül huzuru ile) halk içinde Hak’ı; Doğruluk, dürüstlük, iyilik, güzellik, güvenlik, adalet ve içtenlikle “acaba!’sız” yaşadığı) İslâm; Adı icabı barış, adalet ve selâmetin sebebi, hikmet ve teminatıdır. Yani milletlerin yaşamında barış, adalet, huzur/refah/emniyet ve selâmet varsa, orada İslâm var; Müslümanlar hâkim, adalet mevcut ve ‘dürüstlük’ hükümran demektir.
            İslâm’ın, bu neticeyi amil olarak hayat bulabilmesi için dosdoğru yaşanması; Nasıl ki, hayat iksiri olan Suyun formülü “İki Hidrojen ve bir Oksijen (H2+01) ise ve suyun başka bir terkiple teşkili mümkün değilse; İslâm’ın da ‘Asrı Saadet devrinde olduğu gibi’ yaşanmadığı, orijinal haliyle emirlerinin uygulanmadığı.; Kerahet, günah, haram ve yasaklarından şiddetle kaçınılmadığı takdirde formül oluşmaz, maya tutmaz, ibadet ve dualar kabul olunmaz. Dinin formülü tam ve doğru biçimde uygulanmadıkça İslâm hayat bulmaz. Dolayısıyla, Müslüman olmaktan beklenen huzur, güvenlik, barış, bereket ve bolluk da asla gerçekleşmez…
            İslâm Coğrafyasında hüküm süren açlık, yokluk, fakirlik, cehalet, felâket ve savaşın nedeni:, İki yüzlülük, mürailik, fitne/tefrika, kibir, rüşvet, iltimas, ayırma/kayırma, haksızlık, yolsuzluk, yalan-talan, adaletsizlik, namussuzluk/sahtekârlık, hurafe/bid’at ve şeytana ibadet ile din tüccarlığı olup; Esasen “din tüccarlığı” bu mazarrat, sefalet ve felâketler ile “kan, yalan ve haramdan müteşekkil” saadet zincirlerinin yegâne sebebidir. Bu nedenle Filistin asırlardır kan ağlar. Millet kan ağlarken, bir avuç haramzade, kâfir uşağı “Karun” derecesinde muazzam servetler içinde yüzer. Arap kralları ile şeyh nam ceberutlar, Avrupa batakhanelerinde sefahat hayatı sürer; Afgan yöneticileri ABD’de ‘sahibi oldukları’ lüks otel/lokantalar işletir; Terör ve tedhiş örgütlerinin AB+ABD adına sahipleri (taşeronları) lüks içinde domuz gibi yaşarlarken;,
            MEL'UN VE MÜRAİLER!...
            Diğer (sözde) İslâm ülkelerinin emanetçi, hıyanetçi, vali ve despotlarının da bu mel’un, mürai ve ihanet erbabından farkları yok. Tamamı, fakirlikten kırılan ekser halklarına rağmen inadına zengin, hadsiz-hesapsız servete sahip; Lâkin bütün varlıkları şaibe, şüphe, haramlık, haksızlık, kanunsuzluk, sahtekârlık, dinsizlik ve yolsuzluk, irin, kin ve pis kokulu nemrut hanedanıdır.
            Sonuçta: Yüce Yaratıcının, bütün nimet ve servetleri ayaklarının altına serdiği İslâm ülkeleri kan revan!.. Cehalet, felâket, açlık, yokluk ve yoksulluk içinde. Suriye’de Müslüman olduğu iddia edilen kimseler açlıktan ölüyor; Vatanlarını terk edip kaçanlar perişan. Çocuklar organ mafyasının, genç kızlar ve kadınlar fuhuş patronlarının eline düşmüş durumda. Kendini kurtarabilen onurlu erkekler çöpçülük ve dilencilik yapıyor, diğerleri ise hırsız ve gaspçı!..
            Şimdi sorulur: Be hey Osmanlı coğrafyasının asi/hain, zalim, bedhah ve günahkârları; Arap, Fars, Filistin, Afgani, Berberi, Yunan, Ermeni, Yahudi ve sair sapkın halkları; Neden ve niçin?, henüz dünyada eşi emsali görülmemiş bir güvenlik, huzur, hukuk ve adalet ikliminde yaşarken; 1700 yılından itibaren kâfirle işbirliği, dessaslık, casusluk, işbirlikçilik yapıp, çanak yalayıcılığa tamah ederek Osmanlıyı sistematik bir ajitasyonla bozarak, yozlaştırıp, çürüterek, alçakça böldünüz; Velinimetiniz Türk Milletini, hain tuzaklarda kör baltalar, katliam, intikam,  tehcir ve soykırımlarla parçalayıp, kendinizi ve kaderinizi bu günlere mahkûm kıldınız?
            Ve ey Müslüman Türkler, iyi insan, iyi vatandaş ve samimi dindarlar; Sizler ki, neden İslâm’ın tertemiz yolundan ayrılarak, sapkınların hain tuzak ve kirli kucaklarına düşüp; Ehli Sünnet Ve’l Cemaat yolunu terk ederek, Bid’at ve hurafelere daldınız? İhanet şebekeleri, dönme-devşirme düşman ve hain işbirlikçileri tarafından sinsice, şeytanlıkla, kurnazlıkla inşa edilen Sağcılık-Solculuk, Alevilik-Sünnilik, Mezhepçilik, Tarikatçılık ve Cemaatçilik yoluna neden saptınız? Bütün Müslümanlar kardeş ve ıstılahta her Cami bir Cemaat değil midir?
            Gelin şimdi; Önce Bid’at, Hurafe, yalan ve yaftalardan kurtulalım. Meselâ bu Kurban Bayramında, sadece Mekke’de, Hac farizasını icra edenlerin kesmesi farz olan Kurban’ı artık biz kesmeyelim. Sadece ‘Kutsal Kâbe Buluşması’, Müslümanların “Yıllık olağan evrensel Kongrelerini”, tam bir inanç, iman/ibadet şuuru içinde bilinçle kutlayalım. Bid’at, kötü adet ve hurafeleri terk ederek, ülkemizi haksızlık, yolsuzluk ve yoksulluktan kurtarmaya çalışalım.
            Bu samimi, ilmî ve kalbi duygularla; Hak ve hakikat adına Türk, İslâm ve İnsanlık âleminin “Aziz ve mübarek Kurban Bayramlarını” tebrik eder; Dünya Müslümanlarının “Kutsal Kâbe Buluşması ve Büyük İslâm Kongresi’nin” hayırlı-uğurlu, kademli, yararlı; “Evrensel Adalet ve Küresel Barış” cihetiyle etkili ve kutlu olmasını dilerim.  

9 Eylül 2014 Salı

Adalet (barış), Millet İradesi ve Üstünlük & Adalet Mülkün Temelidir; Ne Demek?.., Mustafa Nevruz SINACI

Adalet (barış), Millet İradesi ve Üstünlük 
Mustafa Nevruz SINACI
            Adı “Adalet ve Kalkınma” olan partinin olağanüstü büyük kongresinde, hatipler adeta haykırıyor, başta Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) olmak üzere, Cumhuriyet Baş Savcıları dâhil bütün adalet ve hukuk cihazı camiasına telkin, tembih ve tehdit dolu mesajlar göndermekte birbirleri ile yarışıyorlardı!.. (Ankara, 27 Ağustos 2014)
Onlara göre: Hiçbir şey (güç, kuvvet veya erk) millet iradesinden üstün olamazmış!.
Özellikle, 27 Mayıs sonrası ve bizatihi 27 Mayıs’ın (12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve sair post modern darbe, sulta/cunta, vesayet kalkışmalarının) henüz yargılanmadığı; Şahsi ahvaller dışında (Nürmberg Mahkemeleri gibi), bütün olayın maşeri vicdan (HÂKİM) önüne çıkartılıp sorgulanmadığı bir Türkiye’de, bu söz çok iddialıdır. Mübalâğalı, ağdalı, abartmalı ve belli ki “icraattan dolayı duyulan rahatsızlıklardan mütevellit”, aba altından sopa gösterme amacına matuf bir söylem kabilindendir!..
Esası demagoji, hayal ve ütopyadır.
Zaten de öyle algılanmıştır…
Yine de gelin, bu iddia ve ihtirasın mümkün olup olamayacağına bir bakalım:
Ancak burada, öncelikle millet iradesinin tezahür biçimi son derece önemlidir.
Medeni ülkeler ve yerleşik, kurumlaşmış namuslu-dürüst, ilkeli-onurlu, sorumlu-soylu ve saydam demokrasilerde “bire/bir” yani, doğrudan vekâletle temsil hakkı verilmiş bireylere Millet Vekili denir. Doğrudan seçmen tarafından önerilerek, tayin ve tespit edilmemiş kişinin milleti temsil hakkı yoktur. Bu ve mümasil (benzer) kişiler ancak patronları, parti sahipleri ve icabında dâhil oldukları “saadet zincirinin” menfaatlerini temsil ve ilzam ederler…
Dolayısıyla Milletin değil; Vesayetin vekillerine parlamenter denilir.
Son elli yılda bu usul-esas ve kriterlere uygun olarak: Namuslu, dürüst, demokrat ve şeffaf usullerle seçilmiş, gerçek bir “MİLLET VEKİLİ” var mı acaba?. Malûm sürece dair tarihte yazmıyor. Bilen varsa beri gelsin!.. Velev ki, Milletvekilleri bu esas ve usullere uygun seçildi. Millet tercihinin eseri, şaibesiz vekiller ve “devlet idaresinde millet iradesinin” tecelli unsurları oldu. Bu takdirde adalet’in üzerinde ve adalete rağmen bir irade ortaya konulabilir mi? Müştereken Meclis dahi adalete aykırı bir karar alabilir ve uygulamaya sevk edebilir mi?
Cevap: Kesinlikle HAYIR, asla ve kat’a mümkün olamaz’... 
Tam burada bir hatırlatma yapayım:
Bu gün 1 Eylül Dünya Barış Günü (01 Eylül 2014) 
Barış öyle bir kavramdır ki; Sadece Adalet hüküm sürdüğünde gerçekleşir.
Bir ülke, aile, kabile, kurum veya dünyada Adalet yoksa Barış yoktur. Ülkenin bütün kurum ve kurulları ile hayatın her alanında adalet yoksa sadece zulüm, eziyet, işkence, gasp, irtikap, terör/tedhiş ve sömürü vardır. Nizamı âlemde; Daha açık ve doğru bir tanımlama ile evrensel hukukta; Haklı, doğru-iyi ve dürüstlerin güçlülüğü>meşruiyeti esastır. Özellikle vahşi batının ‘şeytani kuramı’ olan “insan insanın kurdudur” itikadında ‘güçlülerin haklılığı, hâkimiyeti ve meşruiyeti’ esas olmakla beraber; Bu yol, meslek veya meşrep orijinal/objektif İnsan (canlı) Hakları, Adalet, adalet ahlâkı ve hukuka kesinlikle aykırıdır.
Amma lâkin (sözde) Müslüman âlemin içine düştüğü gayya çukuru; Nefret, ifrat, hırs, ihtiras, zaaf, fetret ve “kifayetsiz muhterisler” ile millet iradesini “sahtecilik, yalan ve hileyle” gasp ederek hükümferma olan kripto tiranlar dolayısıyla, yüzler Kâbe’den batı’ya çevrilerek; Adalet, hakikat ve faziletin nuru, kötülük ve kul hakkının karanlığına iblâğ olmuş (dönüşmüş) bulunmaktadır. Bunun anlamı:
Şu anda dünyada özgür, hür ve hükümran bir İslâm ülkesi yok demektir.
Oysa, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu 1923 yılında, başta İran olmak üzere; Afganistan ve Türkiye hür, bütünüyle özgür ve hükümran (egemen) ülkeler idi!..
İşte günümüzün fotoğrafı budur.    
Peki, “ADALET MÜLKÜN TEMELİDİR” ne demek?
***
Adalet Mülkün Temelidir; Ne Demek?..
Mustafa Nevruz SINACI   
            Önce “Adalet” ne demektir? ADALET: Hak (Rab) kanunlarına, yani evrensel hukuk kurallarına uygunluk.. Herkese hakkını vermek, lâyık oldukları muameleyi yapmak, haksızları terbiye etmek; Suçluları mutlaka cezalandırmak, zulüm yapmamak, saygı, insaf ve merhamet sınırları dâhilinde insanları idare, barışı koruma, ekolojiyi himaye ve devleti idame etmektir.
Adalet kelimesinden türeyen Mâdelet=adaletli olmak; Kelimenin kökeni olan Dâd ise, Cenab-ı Hakk'ın emrini, emrettiği şekilde tatbik ve suçlu üzerinde icra etmek anlamında olup; Uygulamada “Hak sahibine hakkını vermek” ve “haksız, zalim ve bilumum suçluları te'dip ve terbiye, ta'zip ve tecziye (cezalandırmak ve ıslah) etmek anlamına gelir.
Ayrıca “Evrensel Adalet”, “İlâhi Adalet” hükmündedir. Halkı ve devleti idare, hukuku (kurulu düzeni) idame ile görevli, bizzat halk tarafından (aracısız/dolaysız) seçilmiş vekillerin meşruiyeti ile buna dayalı Yargı erk’i ve hükümetlerin meşruiyeti de adaletle kaimdir. Yargı, tam bir tarafsızlık ve bağımsızlıkla adalet üretemiyorsa, “gayrimeşru” demektir. Ne pahasına olursa olsun Meclisin bu zulmü düzeltmesi zorunludur. Görev hükümete değil Meclis’e aittir.
            Hükümetler de aynen mahkemeler gibi; Karar, icra, iş ve işlemlerinde adil olmaya, hak ve adalet üzere hareket etmeye mecburdur. Adil olmayan hükümeti def ile öncelikle ve evvelâ muhalefet görevli-yetkili ve sorumludur. Paralelinde adalet cihazı, Meclis ve nihayet ordu! Şu kadar ki adil olmayan hükümete itaat caiz değildir. 
Kuramın Arapça aslı “El-adlü esâsü’l-mülk”tür. Türkçede ‘mülk’ kelimesi ‘Mahkeme kadıya mülk değil’ söylemindeki gibi genellikle taşınmaz (gayrimenkul) anlamında kullanılır. Oysa Arapçada hükümran devlet, müstakil düzen, ülke, egemenlik, iktidar, saltanat, özgürlük anlamlarına gelir. Yani ‘Adalet mülkün temelidir” sözüyle özellikle ve ağırlıkla kastedilen: “Devletin veya düzenin esası adalettir.” Hükmü, hayati unsur ve evrensel gerçeğidir.
            Bu gerçek, Mecelle, Sosyoloji, Felsefe ve Siyaset Bilimi disiplinleri gibi objektif ilmî kaynaklar ve medeni siyaset normunda açıklandığı ve tanımlandığı üzere: Meclis (YASAMA) nezdinde.; Millet Vekillerinin ortak ve mutlak sorumluluğu altında; Adalet cihazı (YARGI) “tarafsız ve bağımsız”; Hükümet (YÜRÜTME) ise, sadece Anayasa ve Anayasaya kesinlikle uygun olmak koşuluyla Yasama ve Yargı Kararlarını uygulamakla memur ve mükellef olup; Kuvvetlerin her biri, devlet içinde “nevi-i şahsına münhasır” erklerdir. Şu kadar ki: Yasama kendine amir; Yargı ve yürütme ise Yasamaya bağlı kurum ve bağlı kuruluşlar hükmündedir.
            Yani: Tepeden-tırnağa, tabandan zirveye/çatıya, devlette adalet hâkim ve hükümferma olmadıkça; İnsani, hukuki, ahlâki ve medeni bir devletten söz edilemez. Devlet, Demokrasi, Cumhuriyet ve Lâiklik “olmazsa olmaz” kabilinden özgün kurallar bütünüdür. Hükümetler sadece ve yalnızca bu düzeni geliştirmek, iyileştirmek, mükemmele ulaştırmak;  Daha kavi, sağlam ve mükemmel kılarak “haklıların güçlülüğü, iyi insan ve iyi vatandaşların” mutluluğu yönünde yükseltmek için Meclisle ortak çalışarak görev yapmak zorunda ve durumundadırlar.  
            ‘Esas’ kelimesi için seçilmiş olan ‘temel’ yanlıştır. Çünkü bir ‘toplumsal sözleşmenin’ devlet ve adalet temelinde teşkili önemli olmakla beraber; Asıl şart adalet ve hukukun devlet binasının “temelden, tavana bütün huzme ve hücrelerine” nüfuz etmiş bulunmasıdır.
Adalet, devlet temelinde mevcuttur” biçiminde bir iddia ve telâkki ile otaya çıkılıp; hükümet işleri “kitabına uydurulmak” kabilinden sevk, idare ve idame olunamaz. Söz, kuram ve kural’ın sahibi olan Hz. Ömer’in anlayışına göre “adalet bir devletin temelinde olduğu gibi tepesinde de, yani her zerresinde mevcut olarak fiilen hayat ve vücut bulmalıdır.
Adalet temeli üzerine bina edilen kurum ve kuruluşların çatısında zulüm yaşanırsa, o binada adaletin varlığından söz edilemez. Halkın idaresiyle iştigal edip; En az Hazreti Ömer veya aynı dönemin “putperest İran Kisrası Nûşirevan” kadar adil olamayan Amirler ile; “Adaletsiz amirler karşısında dilsiz şeytan kesilen Âlimler” manâ itibarıyla sadece bir Köpek hükmündedirler. Biline… Netice olarak:
            Adaleti Meclisler tesis; 
         Yargı cihazı temin ve 
         Hükümet’ler ifa ve icraya mecburdur. 

Adalet (barış), Millet İradesi ve Üstünlük & Adalet Mülkün Temelidir; Ne Demek?..,

AKP'NİN UTANCI; YARGIYA RÜŞVET!..
adalet (?!..) bakanı, bekir bozdağ
Zammın miktarı belli oldu!
Adalet Bakanı Bekir Bozdağ Hakim ve Savcılara seyyanen 1155 lira zam yapılacağını açıkladı.
(www.milliyet.com.tr, 09 Eylül 2014 – Salı)
Adalet Bakanı bekir bozdağ, ilk derece mahkemelerindeki tüm hakim ve savcılar ile Yargıtay ve Danıştay üyelerinin maaşlarında bin 155 lira artış yapılacağını, böylece, mesleğe yeni başlayan hakimlerin maaşının 3 bin 986 liradan 5 bin 141 liraya çıkacağını bildirdi.
Bozdağ, Ankara Hakimevi'nde düzenlediği basın toplantısında, hakim ve savcıların özlük haklarına ilişkin çalışma hakkında bilgi verdi.
Hazırlanan yasa taslağını yarın Parlamento'ya sunacaklarını belirten Bozdağ, Ekim ayı içerisinde Genel Kurul görüşmelerinin büyük ihtimalle tamamlanmış olacağını söyledi.
Teklif içerisinde hakim ve savcıların maaşlarında önemli ölçüde iyileştirme yapacaklarını dile getiren Bozdağ, "İlk derece mahkemelerinde görev yapan hakim ve savcılar ile Yargıtay ve Danıştay üyelerinin maaşlarında bin 155 lira tutarında seyyanen artış öngörülmektedir. Bu maaşı yüksek olanlara biraz az, maaşı düşük olanlara oran itibariyle daha yüksek yansıyacaktır. Mesleğe yeni başlayan hakim ve savcılar şu anda 3 bin 986 lira maaş alıyorlar. Bunlar 5 bin 141 Türk lirası maaşa çıkacaktır" dedi.
Hakim ve savcılara verilen bazı disiplin cezaları içi af, bazıları için yeniden inceleme imkanı getirileceğini anlatan Bozdağ, "14 Şubat 2005 tarihi ile 01 Eylül 2013 tarihleri arasında işlenen eylemler sebebiyle uyarma, aylıktan kesme, kınama ve kademe ilerlemesinin durdurulması cezaları için af getirilmekte. Derece yükselmesinin durdurulması ve yer değiştirme için de HSYK Genel Kuruluna kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren 60 gün içinde yeni bir başvuru imkanı tanınmaktadır" diye konuştu.
Bozdağ, meslekten ihraç için yargı yoluna başvuru imkanı getirildiğinden bu cezanın kanun kapsamı dışında tutulduğunu kaydetti.
Savcıların asliye ceza mahkemelerindeki duruşmalara çıkmamasına ilişkin de bir adım attıklarını belirten Bozdağ, bu konudaki talepleri dikkate alarak 1 Eylül 2019 tarihine kadar cumhuriyet savcılarının soruşturmaları daha etkin yürütmesi ve istinaf mahkemelerine kaynak sağlanabilmesi amacıyla asliye ceza mahkemelerindeki duruşmalara çıkmamasını öngören bir düzenlemeye teklifte yer vereceklerini bildirdi.
İdari yargı hakim ve savcılarının hukuk fakültelerine sınavsız girebilmelerine imkan tanınacağını da anlatan Bozdağ, "Buna göre idari yargıda görev yapan hakim ve savcılar ile Danıştay üyelerinden hukuk fakültesi mezunu olmayanlara sınavsız olarak hukuk fakültelerine kayıt yaptırmanın yolu açılmaktadır" dedi.
Bozdağ, daha önce meslekte 10 yılını dolduranların bu düzenlemeden yararlanmasını öngördüklerini ancak Danıştay Başkanı ve hakimlerden gelen talepler üzerine bunu 5 yıla indirdiklerini bildirdi.
Bekir Bozdağ, hakim ve savcıların uygun şartlarda silah satın alabilmeleri konusunun da kanuni dayanağa kavuşturulacağını söyledi.
Daha önce idari bir tasarruf olarak bu imkanın sağlandığını anımsatan Bozdağ, bu adımı yasal güvenceye kavuşturacaklarını kaydetti.
Yargıtay tetkik hakimlerinin kürsüdeki görevlerine dönebilmelerinin kolaylaştırılacağını aktaran Bozdağ, şu anda ancak 10 yıl tetkik hakimi olarak görev yapanların kürsüye dönebildiğini, öngörülen düzenlemede 2 yıl görev yapanların HSYK'ya müracaatla kürsüye dönebileceğini belirtti.
Adalet Akademisi Kanunu ve Noterlik kanununda da bazı teknik düzenlemelerin teklif içerisinde yar alacağını anlatan Bozdağ, hakim ve savcı olarak görev yapan personele iyileştirme öngörüldüğünü söyledi. Bozdağ, bir soru üzerine, teklifin HSYK seçimi için bir yatırım olduğu eleştirilerinin "kara propaganda olduğunu" kaydetti.

25 Mart 2014 Salı

AKP'ye reddiye; Güncel DP'ye uyarı; Siyasette dikta ve cunta; Aday kimdir, seçmen nedir, seçim ne için yapılır?...

AKP’YE REDDİYE 
(ve güncel DP’ye uyarı)
Mustafa Nevruz SINACI
Vakti zamanında, merhum Menderes’i ‘maindros’ (Grekçe) hitabıyla anan, Demokrat Parti’den istihza ile bahseden; Atatürk ve Türk İnkılâbı, bir şekilde söz konusu olduğunda ise, “bırakın şu Selânikli Kemal”i diyerek insanları azarlayan, sözde İslâmcı, hakikatte din tüccarı zihniyet.; Başta Çoban Sülü ile bilhassa Karaoğlan B. Ecevit’in hesaplı himmetleri sayesinde, N. Erbakan’ın milli nizam, milli selâmet, refah, fazilet, saadet çizgisinin ilk zuhur ettiği 1970 yılında, halk arasında hayret uyandıran büyük çelişkiler, nifak ve aykırılıklarla vücut buldu.
Hâlâ, Milli Nizam ve Milli Selâmet Partilerinin ad’ında kullanılan; Refah’la birlikte terk edilen ‘milli’ söyleminin, hangi amaç ve anlamda ikame edildiği muğlâktır. Ancak ‘AK Evler’ lügatinde “ne kadar millet o kadar devlet” anlamında derc edildiği görülmektedir. Şu kadar ki, MNP’nin tarihi süreç ve geleneksel silsilesinde milli nizam/milli selâmet/milli görüş ve adil düzen gibi söz, spot, slogan ve söylemlerin;. “Türk ve Türkiye milliyetçiliği, Adalet ahlâkı ve evrensel hukuk” gibi orijinal tanım, objektif ve norm kavramları çağrıştırdığı halde, kesinlikle / asla kapsamadığı 40 yıl içinde sarahaten anlaşılmıştır...
BİR SİLSİLE-İ MERATİPTİR Kİ!..
Bu silsile-i meratipte, Asr-ı Saadet (dört Halife) döneminin arı-duru, orijinal İslâm, sırat-ı müstakim ve ehlisünnet vel’cemaat anlayışının da emaresi olmayıp; Müslümanları bir birlerine düşürmek ve bölmekle görevli Yahudi âlim Abdullah Bin Sebe ile İslâma fitne, fesat, ihtiras ve tefrikalar sokan Muaviye mektebine mensup gibi müşahede edilir.; Dolayısıyla da, tıpkı işgal, nefret ve fetret (İstiklâl Harbi) dönemlerinde görüldüğü gibi, Kraliçe’nin “Şarki İslâm Akademileri”nden mezun ve memur din tüccarı Ebu Cehil’den neş’et dönme, devşirme, mason ve misyoner “din alimi” kisveli şarlatan kriptolardan fetva aldıkları iddia edilir ve halk içinde yoğunlukla söylenir!.. Zaten uygulamalar da bu iddiaları doğrular mahiyettedir!..
FETVALAR İLE ALDATMAK
Bu şeytani fetvalara göre: Genellikle kul hakkını gasp, kamu kaynaklarını tasallut, hak ihlâlleri, rüşvet-iltimas, yalan-talan, ayırma-kayırma, yolsuzluk-suiistimal ve illa zina serbest; Kamu ihalesi verilen bir müteahhitlerden (cebri) bağış almak helâldir. 14 Ekim 1969 tarihinde Konya’dan bağımsız milletvekili olarak Meclise girmeyi başaran Prof. Necmettin Erbakan’ın siyaset çizgisi ve/veya Anadolu deyimiyle saadet zincirinde bunlar daima varittir. Geleneğin yol büyükleri: Necip Fazıl Kısakürek, M. Zahit Kotku, Bayburtlu Paşa Dede, AP’den istifa eden Hüsamettin Akmumcu ve Hüseyin Abbas ile Hasan Aksay olarak gösterip; Neş’et/Esin kaynaklarının da Eşref Edip ve Milli Şair Mehmet Akif Ersoy (?) olduğunu iddia ederler!..
1971’de Milli nizam partisinin kapatılmasıyla, 1972 yılında Milli Selâmet’e iblâğ olan ‘milli nizam/milli görüş ve milli selâmet’ misyonu’nun ilk icraatı 14 Ekim 1973 seçimlerinde elde ettikleri 3 parlamenter ile önce Karaoğlan Ecevit, sonra Demirel’le koalisyonlara katılıp; Ecevit’le 1974 affını çıkartarak, akabinde 1. ve 2. Milli Cephe hükümetleriyle Türkiye’nin en büyük felâketi, bölünme, çözülme ve antidemokratik açılım sürecini tetiklemek olmuştur!..
ASLA DEMOKRAT, SAĞCI VEYA MİLLİYETÇİ OLMADILAR!..
Sonra vukuatlar peş peşe sürer gelir. “27 Mayıs karşı devrim süreci” Demirel, Ecevit, Erbakan, Türkeş, Özal, Çiller, Yılmaz, “hep birbirlerinin paralelinde, tamamlayıcı-bütünleyici unsurlar, ittifak ve iştirakler olarak” 2002’ye kadar gelir. Son halka, kendi partisini (rol icabı) bölerek kapattırmak suretiyle; Sözde yeni ad, libas ve gömlekle politikada bekraunda soyunan AKP’dir. Teşekkülün adı sadece açılım cihetiyle “adalet ve kalkınma partisi” olup; Şimdiye kadar adının anlamıyla ilgisi (örtüştüğü, müsemma olduğu) maalesef görülememiştir!
On iki yıla yönelen iktidarına (!) rağmen asla adı ile müsemma olmayı başaramayan bu partinin başkanı, özellikle son günlerde ve seçim konuşmalarında sıkça Menderes’i andığı halde; Gerçekte, MNP-AKP çizgisinin 1970’de başlayıp, 2014’e kadar sürüp gelen tarihinde: Kadim Demokrat Parti davası, 46 Ruh ve misyonu ile örtüştüğü görülmemiştir. Dahası Adnan Menderes’e yapılanları, bugün Devlet’te sabık ortağının kendisine yapmakta olduğunu beyan ve ilan etmesi çok komik, haddini aşan ve zatıyla mülzem olmayan iddialar meyanındadır…
Kaldı ki, bütün ısrar, istek ve yazılı-sözlü taleplere rağmen, henüz 27 Mayıs’ın davası başlamamış; 14 Mayıs Milli Demokrasi Bayramı olarak ilân edilmemiş; Milli birlik, kardeşlik ve beraberlik ruhu “demokrasi ve demokrat partinin istediği yönde” pekiştirilememiş.; Başta Atatürk Cumhuriyeti’nin kadim insan hakları, evrensel hukuk, adalet ahlâkı, gerçek lâiklik ve mutlak eşitlik bağlamında demokratik siyasi hayata intikali sağlanamamıştır.
Şu an için ülkemizde hâlâ, 27 Mayıs ürünü olan adaletsizlik, ayrımcılık, ağalık, cunta, sulta, vesayet ve dikta hüküm sürmektedir. Zenginler ve fakirler arasındaki korkunç uçurum, gelir dağılımındaki utanç verici adaletsizlik, maaş ve ücretler arasındaki iğrenç dengesizlik ve yıllardır Millet Vekili seçilmeyip.; Bol maaş, haksız ayrıcalık, dokunulmazlık ve imtiyazlarla donatılmış “Parti Sahibi Memurları” ile idareye tasallut;
Aradan geçen 90 küsur yıla rağmen, Demokrasi, insan hakları, adalet ve hukukun olmazsa olmaz emri: “Devlet idaresinde Millet İradesinin hâkim ve hükümran kılınamaması” büyük bir ayıp, tarihi vebal, hicap ve utançtır!..       
ŞİDDETLE MEN, TENZİH VE TEKZİP OLUNUR
Hangi cihette bakarsanız bakın, AKP’nin tarihi, kadim Demokrat Parti ve Menderes’le hiçbir ilgi-alâka, misyon bağı, benzerlik ve örtüşmesi yoktur. Son 11 yılın icraatları dikkate alındığında, zaten böyle bir iddiada bulunmak abes, gülünç, suiistimal ve istismar olur. En azından;. Celâl Bayar, Adnan Menderes ve kadim DP, on yıllık iktidarında 100 yıla bedel kalkınma/gelişme, maddi-manevi, ilmi/milli, iktisadi, sanayi ihyanın mimarı olmuş; AKP ise bütün bu yükselen değerleri satmak, devleti acze düşürmek, açılım ve çözüm adıyla çözülme sürecini başlatmış olmakla malûldür.
Sonuçta: AKP’yi, Demokrat Parti, başta Celâl Bayar olmak üzere nezih kadroları ve bilhassa Demokrasi Şehidi Adnan Menderes’e benzemekten men, tenzih, red ve tekzip eder;
Bu vesileyle de: 29 Mart 2009 Yerel Seçimlerinde İl Genel Meclisi bazında 1 538 947 oy alarak; Belediye Başkan ve Belediye Meclisi Üye Seçimi bağlamında aldığı 1 156 630 oy ile 148 Belediye Başkanlığı kazanan GÜNCEL Demokrat Parti’nin mevcut ve mer-i başkan ve yönetimini.; Yukarda sabit 2009 seçim sonuçlarını aşamadıkları ve partinin oy oranını yükseltemedikleri takdirde medeni, insani/siyasi/demokrat gelenek ve gerçek doğrultuda, bütün kurulları, asıl ve yedekleri ile birlikte onurları ile istifaya davet ederim..      
DEMOKRASİ ADALET VE HUKUK İÇİN
“İYİ, ADİL, DÜRÜST VE DEMOKRAT OLAN”
KAZANSIN
Zira “demokrasi, adalet ve hukuk yarışında” iyi olan kazanır.
Kazanamayanlar kötü, kifayetsiz muhteris, bencil ve cahillerdir.
Demokrasi, Demokrat Parti ve Türkiye Cumhuriyeti daima kazanmak, yükselmek ve Büyük Önder Atatürk ile Celâl Bayar, Adnan Menderes ve dava arkadaşlarının her vesileyle tekrarladıkları gibi:, “Türkiye Cumhuriyeti ve Aziz Türk Milleti, muasır medeniyet seviyesini mutlaka aşmak; Birlik, bütünlük içinde mamur, ümran ‘Yurtta Sulh Cihanda Sulh’ ikliminde özgür, mutlu ve müreffeh bir yaşam düzeyine” çıkartılmak zorundadır…  
GÖREV VE SORUMLULUK:    
İşte Bu Görev: Cumhuriyetçi, Demokrat ve Lâik,
Namuslu-dürüst, şeffaf-saydam, onurlu-sorumlu ve çalışkan;
Gerçek Demokrat Partililere aittir…
(Ankara, 25 Mart 2014) 
SİYASETE DİKTA VE CUNTA 
(açılım) AYARLARI
Mustafa Nevruz SINACI
            Sözde muhalefetin, sadece milleti kandırmaya matuf ve fakat hiçbir ciddi ve samimi tarafı olmayan direnişine rağmen;.
            30 Eylül 2013 Tarihli sözde “demokratikleşme paketi”nde vaat ve taahhüt edilen tavizlere ilişkin:, 6529 Sayılı “Temel hak ve hürriyetlerin geliştirilmesi amacıyla çeşitli kanunlarda değişiklik yapılmasına dair kanun”, 02 Mart 2014 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi.
            Buna göre:
           KÜRTÇE, ERMENİCE VE RUMCA PROPOGANDA
            “Siyasi partiler ve adaylar tarafından yapılacak her türlü propaganda, Türkçenin yanı sıra farklı dil ve lehçelerde de yapılabilir.” (Madde:1)
            Bu hüküm, hiçbir gerek ve ihtiyaç olmaksızın, TBMM’de milleti temsil adına iş gören parlamenterlerin, müvekkillerine (temsil ettikleri veya temsile zorunlu oldukları halk’a) gidip akıl, fikir almadıkları, kesinlikle millete sormadan teşebbüs ettikleri hukuk, siyasi etik, genel ahlâk, cumhuriyetin temel ilkeleri ile demokrasiye bütünüyle aykırı bir kalkışmadır. Neticesi hesap edilmeden hayata geçirilmesinin bedeli çok ağır olacak; Dahası, başta Amerika, Rusya, Çin, Yunanistan ve Bulgaristan olmak üzere, emsal uygulamalar dikkate alınmadan, müesses devlet aleyhine, “çağdışı, ihanete yol açabilecek tehlikeli bir teşebbüs” algısına yol açacaktır.
            EŞ BAŞKANLIK SİSTEMİ:         
            “Siyasi partiler, tüzüklerinde yer almak ve iki kişiden fazla olmamak kaydıyla eş genel başkanlık sistemini uygulayabilirler. Eş genel başkanlar, bu Kanunda genel başkan için öngörülen hükümlere tabidir.” (Madde: 2)
            Eğer bu tasarım, AKP yeni geldiğinde ve 2002 yıllarında hayata geçse idi; Tıpkı ABD rejiminde uygulanan “yedek başkanlık” sistemi gibi, Türk siyaset sistemine ekstra teminatlar, millet adına güveni garantiler, sağlam, sağlıklı takipler ve hiçbir yolsuzluğa fırsat vermeyecek derecede sıkı denetim imkânları sunabilecekti. Nitekim (Anayasa ve 2820 Sa. Kanuna aykırı) ırkçı ve bölücü bir parti yetkilisinin alenen itiraf ettiği gibi, kendilerine ait belediyelerde her hangi bir yolsuzluk yapılmamasının tek nedeni ‘eş başkanlık’ sistemi olduğu gerçeğidir. Daha açık bir anlatımla: Bütün dünya denetim, devamlılık ve sağlıklı sürdürülebilirlik sistemlerine ağırlık verirken; Bizde tan bir gericilik, yobazlık, dikta ve cunta nedeni olan “Şeflik” sistemi kıskançlıkla korunmaktadır. Bu nedenle, eş başkanlık sistemi, kurumlar ve siyasette mutlaka uygulanması gereken, hayırlı ve yararlı bir düzenlemedir.
            ÖRGÜTLENME MODELİ HAKKINDA      
            “Siyasi partilerin ilçe teşkilatı; ilçe kongresi, ilçe başkanı, ilçe yönetim kurulu ve kurulmuş ise belde teşkilatından meydana gelir. Parti tüzüğünde ilçe disiplin kurulu teşkili de öngörülebilir. Beldelerde teşkilat kurulması zorunlu değildir.” (Madde: 3)
            Bu düzenleme, her ne kadar “ihtiyari/keyfi ve zorunluluk arz etmeyen” bir nitelikte olsa bile; Gerçekte siyasete, millet iradesinin temin, tezahür ve tecelli sahasına vurulmuş çok büyük bir darbedir. Muhtemelen bazı özel haller ile ince hesaplara dayanmakta ve birilerinin kolay örgütlenmesine ortam hazırlama imkânı sağlamaya matuf bulunmaktadır. Oysa Türkiye, Türk Milleti ve Türk Demokrasisinin gerçek ihtiyacı OCAK / BUCAK örgütlenmesidir.
            HAZİNEDEN GASP VE MİLLİ HAK İKTİSABI   
            “Bu madde uyarınca yapılacak yardımlar sadece parti ihtiyaçları veya parti çalışmalarında kullanılır. Milletvekili seçimlerinde geçerli oyların %3’ünden fazlasını alan partilere de devlet yardımı yapılır. Bu yardım en az devlet yardımı alan partinin ikinci fıkra gereğince aldığı yardım ve seçimlerde aldığı toplam geçerli oy esas alınarak kazandıkları oyla orantılı olarak yapılır. Bu fıkra uyarınca yapılacak yardım bir milyon Türk Lirasından az olamaz. Bunun için her yıl Maliye Bakanlığı bütçesine yeterli ödenek konulur.” (Madde: 4)
          Hazine yardımı, milletin rıza ve muvafakatine aykırı; cebren gasp, millet malını irtikap ve tasallut olup; İnsanlık/demokrasi/hukuk ve ahlâk dışıdır. Partilerin kitlesellik özelliği bu nedenle mümkün olamaz. Adalet, hukuk ve demokrasi gerçekleşmez. İcat edenler kahrolsun!..
ADAY KİMDİR? SEÇMEN NEDİR?
SEÇİM NE İÇİN YAPILIR?
Mustafa Nevruz SINACI
Mevcut tanımlama sisteminde adına “seçim” denilen ve fakat esasta seçimle, seçmek ya da seçilmekle hiçbir ilgisi, alâkası bulunmayan “30 Mart yerel yönetici belirleme” aksiyon, usul, eylem yahut ritüeline çok az kaldı. Günü gelince, 18 yaşından gün almış tüm vatandaşlar “seçmen” sıfatına bürünerek; Parti sahibi, sulta, cunta, vesayet, oligark, kripto veya eşkıyanın önlerine koyduğu listede yer alan seçenekler (adaylar) arasından birine oy verecekler. 
Bu eylem ve işleme yasa “vatandaşlık görevi” diyor.
Peki, öyleyse, gerçek anlam ve hakiki bağlamda vatandaş nedir?
Vatandaş: Kısaca, vatan/yurt üzerinde eşit hak sahibi sıfatıyla mevcuda paydaş olan; Adına Anayasa denilen toplumsal sözleşmede hüküm altına alınan ve evrensel hukukun temel ilkesi gereği:, Devlet idaresinde, bizzat seçeceği ve icabında azil edebileceği vekilleri yoluyla tayin, tespit ve belirleme hakkını kullanan; Böylece de, beşeriyetin ve medeni siyasetin üç ana ilkesi Cumhuriyet, Lâiklik ve Demokrasi bağlamında görev ve sorumluluğunu yerine getiren; Keza devlet cihazına karşı yükümlülüklerine sahip ve saygılı; İyi, onurlu-sorumlu, namuslu ve dürüst kişiler olup; Anayasa ve Siyasi Partiler Kanununun 11. maddesi bu tarifi amirdir.
Nasıl ki, anarşi, terör, tedhiş, rüşvet, iltimas, hırsızlık, yolsuzluk; Taammüden can, mal ve ırza tasallut; Gasp, irtikap, adi ve nitelikli dolandırıcılık, ferdi veya organize sahtecilik, suç örgütlerine iştirak, ihaleye fesat karıştırma, görevi istismar ve suiistimal, din tüccarlığı/siyaset simsarlığı, haksızlık, zulüm, işkence gibi yüz kızartıcı, utanç verici, insanlık dışı, hayvan altı, yaratıklar Avukat, Hâkim, Savcı ve idareci olamazlarsa, asla ve kesinlikle seçmen ve siyasetçi de olamazlar. Olmamaları da gerekir.
Modern sosyoloji, politika bilimi, medeni siyaset ve mülki idare ilminin gereği budur.
Ayrıca: Vatandaş, “dolaylı demokrasi” rejiminde, halk adına temsil görevini fiilen ve profesyonel olarak yürütecek vekilini bizzat kendisi seçmek zorunda ve durumundadır. Hangi derece ve düzeyde olursa olsun, başkalarının belirlediği adayın leh veya aleyhine oy verilmesi saçmalık, ahlâksızlık, nitelikli dolandırıcılık ve sahtekârlıktır. Kaldı ki, esas itibarıyla Milletin Avukatı hükmünde olan “Millet Vekili” de, aynı usul ve hükme tabii olup, asil istediği zaman vekili azletme salâhiyetine sahip bulunmadıkça vekâlet caiz değildir. Hukuki ve ahlâki olmaz.
Şu hale nazaran:
1. ADAYHalk içinde yüksek fazilet, gerçek ilim, mutlak dürüstlük, adalet ve ahlâki erdemlerle temayüz etmiş; Şerefli, soylu, prensip/ilke ve yerleşik karakter sahibi; Kendini hak yoluna ve millet hizmetine adamış.; Hırs, ihtiras, gösteriş ve alâyişten uzak kimselerden; Parti sahibi, sulta-cunta, vesayet ve dikta gibi terör-tedhiş, soygun-vurgun erbabı tarafından değil; Bizzat mahalle halkı ve yerel unsurlar tarafından, millet yöneticiliğine önerilen Hazreti İnsan.     
2SEÇİM: Mutlak surette millet adına ve milletten aldığı yetkiyi sadece millet için; Namuslu, dürüst, demokrat, onurlu, sorumlu, eşit/adil ve ilmî disiplinler dâhilinde kullanmaya ehliyetli, kadim ve liyakatli adayların:, (Daima takip, teftiş ve denetime açık olacak ve sürekli halka hesap vermeye hazır vekil taliplerinin) Bizzat vatandaş ‘seçmen’ tarafından bilumum ön hazırlık, oylama ve ilân evreleriyle ‘Yargı gözetimi ve Hâkim teminatı’ çerçevesinde, tam şeffaf, mutlak dürüst, adil ve eşit biçimde ifa ve icra edilen şerefli, soylu icraat’a seçim denir.
Bunun dışında, seçim adı altında yapılan her şey saçmalık, maskaralık, aldatma, oyun, düzen, sahtekârlık, nitelikli dolandırıcılık, suç örgütlerine katkı, amansız halk düşmanı hırsız, yolsuz ve soysuzlara yardım ve yataklıktır.               
  3. SEÇMEN: Yaşam çevresinde; Namuslu, dürüst, örnek ve önder insan gibi yüksek sıfatlarla temayüz etmiş, halk için hayırlı ve yararlı olacağına inanılan, kendisine itimat edilen kişilerden; Doğrudan halk tarafından belirlenip aday gösterilmiş Vekil adaylarına oy verecek; Bu esas ve kriterlere uymayan, “millete rağmen aday alarak dayatılmış ve/veya adaylığı satın almış fırsatçı, işbirlikçi, fesatçı, güdümlü uşak ve köpeklere” oy vermeyecek kadar akıllı kişi.